Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema Netflix Türkiye’de seyredebileceğiniz en iyi aksiyon filmleri
        • 1

          KUTSAL HAZİNE AVCILARI (1981)
          (Raiders of the Lost Ark)

          Arkeolog Dr. Henry Walton “Indiana” Jones'un (Harrison Ford) 1930’lu yıllarda geçen maceralarını anlatan film, eski usul seriyal serüven filmleri geleneğine nostaljik bir dönüştü... George Lucas'a ait fikri 1980'li yılların sinemasıyla aksiyon dolu bir maceraya dönüştüren yönetmen Steven Spielberg oldu... Dönemin iki sinema dehasının iş birliğinden ortaya çıkan sonuç harikaydı. İlkinin başarısının ardından 3 film daha geldi. Serinin tüm filmlerini şimdi Netflix’te bulmanız mümkün. En iyisi ise hiç kuşkusuz Indy’nin Nazilere karşı verdiği mücadeleyi anlatan ‘Kutsal Hazine Avcıları’…
          ABD hükümeti tarafından görevlendirilen Indy, Nazilerin sahip olmak istediği kutsal bir sandığın peşine düşer…. Indiana Jones, yeni kuşaklar için eski ve pek bilinmeyen bir karakter ama çocukluk ve gençliğini 1980'lerde yaşayanlar için hâlâ unutulmaz bir kahraman. Onunla birlikte aksiyon türünün çok eğlenceli ve komik olabileceğini keşfetmiştik.

        • 2

          GERÇEĞE ÇAĞRI (1990)
          (Total Recall)

          Philip K. Dick’in ‘We Can Remember It for You Wholesale’ adlı kısa öyküsünden sinemaya uyarlanan ‘Gerçeğe Çağrı’, şirketlerin dünyaya hükmettiği, kâr hırsının her şeyin önüne geçtiği, teknolojik gelişmelerin insanlığın aleyhine kullanıldığı, karanlık bir gelecekte geçiyor. Arnold Schwarzenegger filmde geçmişini unutmaya zorlanan bir gizli ajanı oynuyor. Sharon Stone’un Lori karakterini canlandırdığı film, 1990’lı yıllar bilimkurgu sinemasının en iyi örneklerinden biri… Paul Verhoeven’ın yönettiği ‘Gerçeğe Çağrı’, 2012’deki yeniden çevrime oranla daha iyi bir film...

        • 3

          THE MATRIX (1999)

          Filmi yazan ve yöneten Andy ile Lana Wachowski’nin hayal gücüyle şekillenen geleceğin dünyasında, ilk bakışta her şey yolunda gibi görünüyor. Ama Neo’nun (Keanu Reeves) gerçekleri gösteren hapı tercih etmesiyle her şeyin bir simülasyon olduğu ortaya çıkıyor. Anlıyoruz ki, makinelerin hâkim olduğu bir gelecekteyiz ve insanlar sadece bir enerji kaynağı. Umut var mı? Tabii ki var. Bu bir kurtuluş destanı ve Neo da onun kahramanı. Wachowski’lerin başarısı, edebiyat ve sinemadaki siberpunk geleneğini özümseyip üstüne özgün bir aksiyon estetiği koymaları... Makinelerin gezegene hâkim olduğu gelecekteki isyanın en hoş yanı, simülasyonun da bir hesaplaşma alanı olması... Bu da özgün ve ilham verici bir görselliğin ortaya çıkmasını sağlıyor.

        • 4

          GÖREVİMİZ TEHLİKE (1996)
          (Mission: Impossible)

          Görevimiz Tehlike’nin günümüzün en popüler aksiyon serilerinden biri olmasında kuşkusuz ilk filmin büyük bir payı var… CIA ve ABD propagandası yapan TV dizisinin politik içeriğini ters yüz eden senaryo, Ethan Hunt’ı (Tom Cruise) kendi hesabına çalışan bir ajana dönüştürerek seriye yeni bir çerçeve kazandırıyor. Usta yönetmen Brian De Palma da üstüne düşeni fazlasıyla yaparak 1990’lı yılların en iyi aksiyonlarından birine imza atıyor… ABD’nin Prag elçiliğinde verilen davet sırasında geçen 15 dakikalık açılış sekansı, tam bir şok etkisi yaşatarak seyirciyi filme bağlıyor… Ethan Hunt gibi biz de bir türlü neler olduğunu anlayamıyoruz. Hunt’ın, CIA karargâhına havalandırma kanalından bir ipin ucunda sarkarak girdiği bölüm ise Hitchcock’u kıskandıracak kadar iyi bir gerilim sahnesi...

        • 5

          YÜZÜKLERİN EFENDİSİ (2001-2003)
          (The Lord of the Rings)

          2001 yılında ‘Yüzük Kardeşliği’ ile başlayan, ‘İki Kule’ (2002) ve ‘Kral’ın Dönüşü’ (2003) ile tamamlanan ‘Yüzüklerin Efendisi’ni bir üçleme ya da seriden ziyade üç bölümlük tek bir film olarak kabul etmekten yanayım. Filmler birbirinden bağımsız olmadığı için, üçünün de seyredilmesi gerekiyor.
          J.R.R Tolkien’in fantezi türünün klasikleri arasına kabul edilen 3 ciltlik romanı, Orta Dünya’da farklı ırklar ve halkların ortak düşmana karşı verdiği savaşı anlatır. Peter Jackson’ın yönettiği film Tolkien’in dünyasını sinemaya uyarlama konusunda çok başarılı bir deneme... Önümüzdeki yıllarda bir televizyon dizisi olarak karşımıza gelecek ‘Yüzüklerin Efendisi’, seyretmekten bıkmadığımız klasiklerden biri. Aynı zamanda bir aksiyon filmi…

        • 6

          AZINLIK RAPORU (2002)
          (Minority Report)

          Amerikan bilimkurgu edebiyatının önde gelen temsilcilerinden biri olan Philip K. Dick’in kısa öyküsünden uyarlanan film, katillerin daha cinayeti bile işlemeden önce yakalandığı bir gelecekte geçiyor. Medyumların yardımıyla birçok suçluyu yakalayan polis John Anderton (Tom Cruise), bir gün aynı sistem tarafından katil ilan ediliyor. Peşindekilerden kurtulduktan sonra neler döndüğünü anlamak için harekete geçiyor… Usta yönetmen Steven Spielberg aynı zamanda bir polisiye olan bu distopik bilimkurguya kişisel dokunuşunu getirirken görsel atmosferiyle de seyirciyi kuşatan sağlam bir iş çıkarıyor.

        • 7

          GEÇMİŞİ OLMAYAN ADAM (2002)
          (The Bourne Identity)

          Balıkçılar Jason Bourne'u (Matt Damon) bulduklarında hafızasını kaybetmiş, masum yüzlü, gizemli bir adamdır. Önce kas hafızası yerine gelir. Yakın dövüşte ve silah kullanmada mükemmel olduğunu fark eder; adeta canlı bir ölüm makinesidir. Öykü ilerledikçe derin devletin kirli işlerinde kullanılmış bir CIA tetikçisi olduğu ortaya çıkar. Ama bir noktadan sonra bağımsızlığını ilan eder ve kendi hesabına çalışmaya başlar. Robert Ludlum'un romanından sinemaya uyarlanan Bourne serisinin ilk filmi, derin devlete savaş açan bağımsız ve isyankâr bir casusun hikâyesini anlatarak dönemin ruhunu yakalar. Yönetmen Doug Liman aksiyon sahnelerinde bilgisayar kökenli özel efektlere mümkün olduğunca yer vererek gerçekçi bir filme imza atar ve serinin genel estetik çerçevesini başarıyla oluşturur. Amerikalı ve İngiliz eleştirmenlerin serinin en iyi filmi olarak gördüğü ‘The Bourne Ultimatum’u (2007) da Netflix’te seyredebileceğinizi anımsatalım.

        • 8

          ÖRÜMCEK ADAM 2 (2004)
          (Spider-Man 2)

          Sam Raimi’nin ellerine teslim edilen Örümcek Adam üçlemesinin ilk filminde Peter Parker (Tobey Maguire), ergenlik sancılarını bir süper kahramana dönüşerek aşar. İkinci filmde ise kahramanlığın mutluluğa giden yol olmadığını anlar. Tam aksine daha çok sorun ve sorumlulukla karşı karşıyadır. Doktor Otto Octavius (Alfred Molina) gibi güçlü bir rakiple savaşmak zorundadır. Üstelik sevdiği kız Marie Jane (Kirsten Dunst), yakın arkadaşı Harry (James Franco) ve toplumla arası hiç iyi değildir. Sorunun büyük oranda yine kendisiyle ilgili olduğunu keşfeder, varoluş sorunlarıyla yüzleşir. Her şeyden önce yine kendi zaaflarını aşması gerektiğinin farkındadır… İyi bir aksiyon filmi olmanın ötesinde psikolojik boyutuyla tüm zamanların en iyi süper kahraman öykülerinden biri.

        • 9

          BEN EFSANEYİM (2007)
          (I Am Legend)

          1954 yılında yayımlanan Richard Matheson’un “I Am Legend” adlı romanı 1964’te “The Last Man on Earth”, 1971’de ise “The Omega Man” adıyla sinemaya uyarlanmıştı. Francis Lawrence’ın yönettiği, romanla aynı adı taşıyan üçüncü uyarlama genelde en iyisi olarak kabul ediliyor… Will Smith filmde New York’ta yaşayan son insanı oynuyor. Kanseri yenmek için laboratuvarda yaratılan virüs, tam tersi bir etki göstererek insanların çoğunu yok ediyor. Bir de geceleri ortaya çıkan saldırgan mutantlar var. ABD ordusu için çalışan viroloji uzmanı Robert Neville (Will Smith) virüse karşı tedavi geliştirmeye çalışırken mutantlardan uzak durmaya çalışıyor. Gündüzleri şehir ona ait ama geceleri evine kapanmak zorunda… İnsansız New York görüntüleri başta olmak üzere, ses tasarımı ve yönetimiyle öne çıkan başarılı bir kıyamet sonrası hikâyesi…

        • 10

          TRANSFORMERS (2007)

          Cybertron gezegeninde yaşayan Autobot ve Decepticon’lar her tür makineye dönüşme yeteneğine sahip robotlardır... Aralarındaki hiç bitmeyen savaş Yeryüzü’ne kadar uzanır. Makinelere çok meraklı bir genç olan Sam Witwicky (Shia LaBeouf) Autubot ve Decepticon’lar arasındaki savaşa dahil olmak zorunda kalır… Otomobil, uçak dahil her tür makineye dönüşme yeteneği olan Transformer’lar, aslına bakarsanız çok büyük oyuncaklardan farksızlar. Kaldı ki, Transformers 1984’ten bu yana bir oyuncak serisi aynı zamanda. Michael Bay’in yönetmenliğinde 2007’de başlayan Transformers filmleriyse, bilimkurgunun yapay zekâ temasını çocuksu bir naiflikle ele alırken serüven, savaş ve aksiyona ağırlık verir. İlk film hâlâ serinin en iyilerinden biri olarak anılır.

        • 11

          KARA ŞÖVALYE (2008)
          (The Dark Knight)

          Yönetmen Christopher Nolan ilk filmde Batman serisine trajik bir hüzün getirmişti. İkinci filmde ise bunu karakter analizleri, “Kahramanlık aslında nedir?” tartışmalarıyla daha da derinleştiriyor. Kahramanlara ihtiyaç duyan iki yüzlü toplumun eleştirisiyle yetinmeyen Nolan, büyük bütçeli hiçbir Hollywood filminde görmediğimiz finaliyle adeta tarih yazıyor. Finalde kötü adam Joker'in Batman'e yaşattığı ikilem çarpıcı… Büyük bütçeli bir süper kahraman filminde kahramanın bazen ne kadar aciz kalabileceğini gösterme cesaretini de unutmayalım. Süper kahraman filmlerinin sinema sanatıyla yaşadığı en şaşırtıcı ve karanlık buluşmalardan biri... Aksiyon filmlerinde nadir rastlanacak derinlikli senaryosuyla gerçek bir başyapıt… Heath Ledger'e Oscar getiren Joker karakteri de unutulacak gibi değil.

        • 12

          SHERLOCK HOLMES (2009)

          Bildiğimiz Sherlock Holmes, serinkanlı bir İngiliz beyefendisiydi. Robert Downey Jr.'ın Holmes'u ise sadece bir beyefendi değil, tam bir sokak adamı. Kirli sakalıyla, yaralı bereli, derbeder, uyumsuz, melankolik, evi bir çöplükten farksız, yalnız bir adam. Öte yandan, dahiyane zekâsı, geniş ilgi alanları, müthiş fotografik hafızası ve benzersiz tümevarım yöntemiyle eski Holmes'dan hiçbir farkı yok. Jude Law'un canlandırdığı Dr. Watson ise eski Watson gibi sadece bir gözlemci değil. Çok daha havalı, becerikli, akıllı ve dövüşmeyi bilen sert bir centilmen. Guy Ritchie'nin asıl başarısı, başdöndürücü, enerjik ve tutku dolu görsel stili… ‘Sherlock Holmes', Hans Zimmer'in ritmik, akıcı ve harika fon müziğiyle açılış sahnesinden itibaren ayaklarınızı yerden kesen, atmosferi ve montajıyla sizi kuşatan, alıp götüren bir film. Öyküyle ve filmin anlamlarıyla bütünleşen bu nefes kesici üslup, Guy Ritchie adına tam bir yönetmenlik gösterisine dönüşüyor, ‘Sherlock Holmes'u harika bir aksiyon haline getiriyor. Üstelik polisiye filmlerden hoşlananları hayal kırıklığına uğratmayacak, özenle yazılmış sağlam bir senaryosu da var.

        • 13

          BAŞLANGIÇ (2010)
          (Inception)

          Nolan, insan zihnini çağdaş bir aksiyon filminin temel malzemesi haline getirirken rüyalarda dolaşan bir adamın trajedisiyle bir soygun öyküsünü birleştiriyor. “Başlangıç”ın ilk katmanında, hafif ve harika bir soygun filmi duruyor. İkincide, Cobb’un (Leonardo DiCaprio) ailevi ve kişisel sorunlarını işleyen bir psikolojik dram... Cobb, Yunan tragedyalarındaki gibi affedilmeyecek suçlar işlemiş bir kahraman... Üçüncü katmanda ise Nolan, rüyaları alıp onları unutulmaz bir sinema deneyimine dönüştürüyor. Film bazı sahneleri itibarıyla sinema, mimari ve resim sanatı arasındaki akrabalığı işleyen bir çağdaş sanat gösterisi gibi... Gösterinin teması “yıkım ve şiddet”. Esin kaynakları Salvador Dali başta olmak üzere gerçeküstü resim, Escher tabloları ve modernist şehir mimarisi... Bu üçüncü katmanda Nolan, rüyalar aracılığıyla bağ kuruyor seyirciyle. Bu filmde yıkılan ve çöken sadece rüyalar değil, gerçeklik zemini de kaybediliyor. Nolan, gerçeklikten koparak, sanal dünyalara sığınan günümüz insanına dair bir şeyler söylemek istiyor sanki... Cobb’un rüya dünyasındaki o terk edilmiş modern ve sanal şehir, kıyamet sonrasını hatırlatmıyor mu? “Başlangıç” biraz da bilinçdışımızda kopan kıyamet üzerine bir film.

        • 14

          HIRSIZLAR ŞEHRİ (2010)
          (The Town)

          Sevgilisiyle yeni bir hayat kurmak isteyen bir soyguncunun hikâyesini anlatan film, başarılı soygun sahneleri ve sürükleyici anlatımıyla dikkat çekiyor. “Hırsızlar Şehri”ni benzerlerinden farklı kılan özelliği, soyguncuların klasik suçlu prototipinden değil, bildiğimiz işçi sınıfından geliyor olmaları. Hepsi de Boston’ın, banka ve zırhlı araba soyguncusu yetiştirmekle ünlü Charlestown bölgesinde doğup büyümüşler. Bir anlamda, baba mesleğini icra ediyorlar... En ilginç yanları, soygun sonrası gündelik hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeleri… Aynı ucuz barlara gidip, ertesi sabah çalıştıkları yerlerde işbaşı yapıyorlar. Sadece polise karşı bir önlem değil bu... Öykü geliştikçe mahallenin yozlaşmış “içe kapalı sistemi”nin öyle gerektirdiğini anlıyoruz.
          Ben Affleck’in yönetmen olarak soygun sahnelerinin hakkını verdiğini, takip sahnelerinde gerçekçi bir aksiyon tadı yakaladığını söyleyebilirim. “Hırsızlar Şehri”, sadece bir soygun filmi olarak değil, duygusal bir dram olarak da kendisini seyrettirmesini bilen bir film.

        • 15

          GÖREVİMİZ TEHLİKE 4– HAYALET PROTOKOL (2011)
          (Mission: Impossible - Ghost Protocol)

          Filmin birbirine akıcı biçimde bağlanan bölümlerinin tümü farklı görsel özelliklere sahip. Mesela, Ethan Hunt'ın bir Rus hapishanesinden kaçırılmasını anlatan sekans, kargaşanın hüküm sürdüğü, yakın plan dövüş sahneleriyle dolu. Kremlin'deki operasyon bölümü ise, mizahla gerilimin iç içe geçtiği harika bir sahne. Film boyunca, aksiyon ve çatışma, bilgisayar oyunları tarzında peş peşe dizilmiyor. Dubai'deki otel sahnesinde görüleceği üzere önce heyecan ve gerilim inşa ediliyor, ardından hareket ile çatışma geliyor. Aralara yerleştirilen takip ve kovalamaca sahneleri ise farklı özellikleriyle birbirlerinden ayrılıyorlar. Film, Ethan Hunt'ın Dubai'deki gökdelene tırmandığı, sonra serbest düşüşle indiği sahneyle öne çıkıyor ki buradaki teknik işçiliğe şapka çıkartmak gerekiyor. Brandt'in (Jeremy Renner) Hindistan'da mıknatıslı bir ortamda oradan oraya savrulduğu sahnenin ya da “akıllı otopark”taki kovalamacanın da hakkını yemeyelim. Yönetmen Brad Bird, aksiyonun hakkını vermekle kalmıyor, seriye taze bir mizah duygusu da ekliyor.

        • 16

          HIZLI VE ÖFKELİ 5 (2011)
          (Fast Five)

          ABD'den Rio'nun yoksul mahallelerine sığınan kahramanlarımız dahil oldukları bir iş nedeniyle şehrin en belalı adamının hedefi haline geliyorlar. Ama av konumunda kalmaktansa, çılgın bir planla, karşı saldırıya geçmeye karar veriyorlar. “Hızlı ve Öfkeli 5”, ekibin toplanması, plan ve hazırlık dönemleriyle soygun filmlerinin şemasını takip ediyor. Polis dahil tüm Rio'yu kontrol eden mafya patronu, bir diktatör gibi çiziliyor. Kahramanlarımız ise yerel halk desteğiyle harekete geçen Amerikalı kovboylara benziyor.
          Rio'nun yoksul bölgelerinin tekinsiz atmosferini, inişli çıkışlı dar sokaklarını, çatılarını filmin öyküsüne çok iyi yerleştiren yönetmen Justin Lin, aksiyon konusunda seyirciye beklediğini fazlasıyla veriyor. Finale doğru, film Rio'nun geniş caddelerine açıldıkça, çatışma, patlama ve kovalamaca sahneleri de zirveye çıkıyor. Sonuç olarak serinin beşinci filmi, güzel kızları, hızlı otomobilleri, esprili diyalogları, “cool” erkekleriyle bol miktarda adrenalin içeren bir aksiyon sineması örneği. Serinin diğer filmlerini de Netflix’te seyredebilirsiniz.

        • 17

          DÜNYA SAVAŞI Z (2013)
          (World War Z)

          Marc Forster’in yönettiği, insanları zombilere çeviren bir salgını anlatan filmde kahramanımız Gerry Lane (Brad Pitt), tek ısırıkta bulaşan ve insanı anında kudurtan hastalığa karşı aşı geliştirme çabalarına yardımcı olmak için uzun bir yolculuğa çıkıyor. Yolculuğunun en çarpıcı durağı çözümü Ortaçağ’a dönüşte bulan İsrail… O duvarları gördüğümüzde modern çağın sonunu hisseder gibi oluyoruz... Fakat “Dünya Savaşı Z” toplumların aymazlığını eleştirdiği ön jenerik dışında, bu tür filmlerde alışık olduğumuz politik simgelerden, uygarlık ya da bilimsel ahlak eleştirilerinden uzak duruyor. Bunun yerine felaketler karşısında kapılarını dışarıya kapatan korumacı zihniyeti hem birey hem de ülkeler nezdinde eleştiriyor. Ailelerin evlere kapandığı, ülkelerin duvarlar ördüğü, bilimsel kuruluşların kapılarını kapattığı bir dünyada çözümü, sürekli hareket eden, risk alan ve insanlarla iletişime geçen bir kahraman buluyor. Genelde sistem dışında kalan ve ötekileştirilenleri simgeleyen zombileri burada dilediğiniz her şeyle özdeşleştirmeniz mümkün. ABD’de şehre saldıran teröristleri, Kore’de vahşi hayvanları, İsrail’de işgalci kalabalıkları, Galler’de ise bilimsel deney kurbanlarını getiriyorlar akıllara… Birbirini takip eden hareketli sahneleri, kusursuz özel efektleri ve unutulmayacak Ortadoğu bölümüyle çağdaş aksiyon sinemasından hoşlananlar için kuşkusuz ideal bir seçim.

        • 18

          ZAFARE HÜCUM (2013)
          (Rush)

          1970'li yılların iki efsane Formula 1 yarışçısı Niki Lauda ile James Hunt'ın pistlerdeki rekabetini sinemaya aktaran film, senaryosu, yönetmenliği, Chris Hemsworth ve Daniel Brühl'ün oyunculuklarıyla öne çıkıyor. Senaryo yazarı Peter Morgan, Lauda ve Hunt'ın hikâyesini Formula 3'teki çaylaklık günlerinden 1976'da dünyanın nefes nefese izlediği Formula 1'deki muhteşem rekabetlerine uzanan süreçte anlatıyor. Rekabetin keskinliği, iki yarışçının zıt kişilik özelliklerinden ve hayata yaklaşımlarındaki farklılıklardan geliyor.
          Yönetmen Ron Howard, bugün artık bir televizyonculuk harikasına dönüşen Formula 1 yayınlarının görsel estetiğinden yer yer faydalansa da, kurgu ağırlıklı üslubuyla öne çıkıyor. Kısa planlara ve hızlı kurguya dayalı yarış sahnelerinde sesi mükemmel kullanıyor. Almanya ve Japonya yarışlarında, sürücülerin bakış açısını kullandığı çekimler ise harika. Hans Zimmer'in sürat duygusunu yakalayan, elektronik, ritmik müzikleri ve Anthony Dod Mantle'ın görüntülerinin seyir keyfine kuşkusuz katkısı büyük. “Zafere Hücum” sinema tarihinin en iyi otomobil yarışı filmlerinden biri.

        • 19

          YARININ SINIRINDA (2014)
          (Edge of Tomorrow)

          Binbaşı William Cage (Tom Cruise) insanoğlunun uzaylılara karşı verdiği savaşın en kötü günlerinden birinde ölür ve önceki günün sabahında yeniden uyanır. Sonra her ölüşünde aynı şey olmaya başlar... Özel Kuvvetler'in kahraman askeri Rita Vrataski (Emily Blunt) bu yeteneği keşfettiğinde “Savaşı seninle kazanabiliriz” der.
          Film bittiğinde Cage'in aynı günü kaç kez yaşadığını kestirmek mümkün değil. İlk şaşkınlığı atlatan Cage, özellikle Rita ile birlikte hareket etmeye başladığında zamanın kontrolünü kaybediyoruz. Durumun farkına varan uzaylıların hamleleriyle Cage ile Rita, yeni strateji ve planlar geliştiriyorlar. Bu arada uzaylıların da tek bir organizma gibi aynı merkezden kontrol edildiğini belirtelim. Senaryo tüm bunları günün farklı saatlerine odaklanarak, çoğunlukla ise gelinen son noktayı göstererek yansıtıyor. Mizahla gerilimi yan yana götüren bu öyküleme tekniği nedeniyle 113 dakika su gibi geçip gidiyor.
          “Yarının Sınırında” kahramanlarımızın hep bir sonraki aşamaya geçmeye çalıştığı bir bilgisayar oyununu hatırlatıyor. Belki alt metinleri zengin bir öyküden söz etmek mümkün değil ama seyrederken bunları düşünmeye pek fırsatınız olmuyor. Yönetmen Doug Liman, gösterişli özel efektleriyle tıkır tıkır ilerleyen bir filme imza atıyor.

        • 20

          AÇLIK OYUNLARI: ALAYCI KUŞ BÖLÜM 2 (2015)
          (The Hunger Games: Mockingjay-Part 2)

          Benim için serinin açık arayla en iyi filmi... Bunun en önemli nedeni, “Açlık Oyunları”nın bir seriden ziyade “dört perdelik” tek bir film olması. İlk üç film gerçek bir finalden hep yoksundu. Dördüncü film ise serinin asıl meselesini ortaya koyuyor ve son sözü söylüyor. Her şey en başından beri, toplumların iletişim stratejileriyle yönetildiği, samimiyetten uzaklaşmış bir çağda kendisi olmaya çalışan 16 yaşındaki bir genç kızla ilgiliydi.
          Dördüncü filmde, hayatının kontrolünü ele alma konusunda daha kararlı bir Katniss (Jennifer Lawrence) çıkıyor karşımıza. Kahramanlık, strateji, politika ve imaj onu ilgilendirmiyor. Sezgileriyle ilerliyor ve gerçek bir birey oluyor. Çünkü sürüden hep ayrı duruyor, yalnız kalmaktan korkmuyor.
          İşin sinema tarafının da iyi olduğu kesin. Özellikle, Katniss ve arkadaşlarının Başkent’in dış mahallelerinde ilerlemeye çalıştığı sahnelerin çok iyi çekildiği kesin. Katniss ile Gale’in (Liam Hemsworth) Snow’un sarayına girmek için kalabalığa karışmasıyla başlayan ve kaotik bir çarpışmayla süren sahne de akılda kalıcı. Yönetmen Francis Lawrence gösterişli bir aksiyon şehvetinden uzak durarak düzgün bir savaş ve bilimkurgu filmine imza atıyor.

        • 21

          DİRİLİŞ (2015)
          (The Revenant)

          Alejandro G. Inarritu'nun müthiş bir sahicilik hissi yakalayan yönetmenliğiyle öne çıkan film, sadece vahşi doğayı değil Batı medeniyetinin Amerikan yerlilerinin topraklarına getirdiği vahşeti de anlatıyor. “Diriliş”i çarpıcı ve etkileyici kılan asıl özelliği anlatımı... Inarritu, yerlilerin ani baskın sahnesinden başlayarak nefes kesici sahnelere imza atıyor. Glass'ın uyurken yerlilerin saldırısıyla uyanıp atına atlayıp kaçtığı ve sonra bir uçurumdan düştüğü sahne de mükemmel. Inarritu'nun başarısının sırrı; savaş, takip, dövüş ya da ayının saldırısı gibi sahneleri, olayların göbeğindeki hareketli bir kamerayla uzun planlar halinde çekmek. Hızlı kurgunun ritmini boş veriyor ve mizansenle oyuncunun enerjisini kamera hareketiyle birleştiriyor. Kamera, karakterlerin yanından pek ayrılmıyor; hatta bazı kritik sahnelerde burunlarının dibine giriyor. Öyle ki birkaç çekimde objektifin camı oyuncuların nefesiyle buğulanıyor ve bu durum, tuhaf biçimde her şeyi daha da gerçekçi kılıyor.

        • 22

          MAD MAX FURY ROAD (2015)

          Kıyamet sonrasının çöllerinde geçen filmde Max (Tom Hardy), “yalnız kovboy” misali takılırken Ölümsüz Joe'nun yönettiği yarı vahşi bir toplumun avcıları tarafından yakalanır. Daha sonra kendini, Ölümsüz Joe’nun haremiyle birlikte Yeşil Diyar’a kaçmaya çalışan Furiosa (Charlize Theron) ve onu takip edenler arasındaki kanlı bir kaçma kovalamacanın orta yerinde bulur. İktidardakiler, kadınları ve savaşçıları sömüren hastalıklı, çirkin, deforme erkeklerden oluşur. Fiziksel deformasyon ve hastalık, sembolik olarak hem iktidarı hem toplumu sarmış durumdadır. Toplum, dini fanatizm ve militarizmle ayakta tutulur. Furiosa’nın kaçırmaya çalıştığı genç, güzel ve sağlıklı kadınlar ise kıyametin orta yerinde insanlığın umudu ve geleceğini temsil ederler. Max’i etkileyen, kadınların iktidara baş kaldırma cesareti ve geleceğe duydukları inançtır. Filme asıl ruhunu veren ise muhteşem aksiyon duygusu ve görsel atmosfer… “Mad Max: Fury Road’, Junkie XL imzalı müziklerin katkısıyla çölde geçen vahşi bir rock operası tadı veriyor... Aksiyonu ve görsel atmosferiyle seyirciyi mest eden bir film.

        • 23

          KOD ADI: U.N.C.L.E. (2015)
          (The Man from U.N.C.L.E.)

          ABD’de 1965–1968 arasında yayınlanan aynı adlı TV dizisinin serbest bir uyarlaması… Amerikalı Napoleon Solo (Henry Cavill) ile Rus ajan Ilya Kuryakin (Armie Hammer), yanlarına bir bilim adamının kızını (Alicia Vikander) da alarak nükleer bomba yapmaya çalışan bir İtalyan çiftin peşine düşüyor; dünyayı kurtarmaktan ziyade Soğuk Savaş’ın güç dengelerini ayakta tutmaya çalışıyorlar. Senaryoyu Lionel Wigram ile yazan yönetmen Guy Ritchie, iki ajanın nefretiyle başlayan zoraki iş birliğine odaklanıyor. Ritchie öyküyü sadece bir ‘iskelet’ olarak alıyor, karakterler arası ilişkileri, çatışmaları derinleştirmiyor. Belli ki asıl amacı, 1960’ların ajan filmleri türü üzerinden serbest bir biçim alıştırması yapmak.
          Daniel Pemberton imzalı müzikleri ve harika bir 1960’lar dekoru sunan prodüksiyon tasarımıyla filmin keyifli bir seyir vaat ettiği inkâr edilemez. Ritchie’nin ‘yaratıcı yönetmenlik numaraları’nın hakkını yemeyelim. Ritchie bazı bölümlerde müziği adeta bir yabancılaştırma öğesi gibi kullanıyor. Sonuç olarak, ortaya 1960’lar nostaljisiyle dolu son derece biçimci, şık bir ajan filmi çıkıyor.

        • 24

          ÖRÜMCEK-ADAM: EVE DÖNÜŞ (2017)
          (Spider-Man: Homecoming)

          Lise öğrencisi Peter Parker, Örümcek-Adam kişiliğine bürünüp Yenilmezler ekibine katılmayı her şeyden çok ister ve boyundan büyük işlere girişir. Iron Man’den beklediği çağrı gelmeyince işgüzar bir kahraman haline gelir. Öyle ki süper kahramancılık oynayan bir çocuktan farkı kalmaz ve çevreye yarardan ziyade zararı dokunur. Bu ilk bölüm filmin en eğlenceli sahnelerini içeriyor. Özellikle yakın arkadaşı Ned’le (Jacob Batalon) muhabbetleri...
          Jon Watts’ın yönettiği “Örümcek- Adam: Eve Dönüş”ün en başından itibaren derin ve karanlık bir film olmaya niyeti olmadığı da kesin. Lise filmi tadında hafif ve eğlenceli bir film. Aksiyon sahneleri genelde Örümcek-Adam’ın dövüş becerileri konusundaki marifetlerine odaklanırken çarpışma sahneleri diyaloglu sahnelere göre zayıf kalıyor. Filmin en iyi sahnesi, Örümcek-Adam’ın kulenin tepesine çıkıp asansörde kalan arkadaşlarını kurtarmaya çalıştığı bölüm. Öyle iyi çekilmiş ki yükseklik korkusu olanların seyretmesi zor...

        • 25

          KONG: KAFATASI ADASI (2017)
          (Kong: Skull Island)

          Her şey iki düşman pilotun, 2. Dünya Savaşı sırasında, Pasifik’te ıssız adaya düşmesiyle başlıyor. 1945’ten sonra dünyada olup bitenleri “haber filmi” görüntüleriyle hızla anlatan film, 1973’te duruyor ve Vietnam Savaşı’ndan dönen askerler, bürokratlar ve bilim insanlarını devletin çıkarlarını ilgilendiren bir keşif görevinde buluşturuyor.
          Film açık bir militarizm eleştirisini eksen alıyor. ABD’nin Kong’un adasını asker, sismik bomba ve silahla “keşfetmeye” gelmesi bu tavrın bir yansıması. Film boyunca militarizmin “düşman ve savaş yaratma” stratejisi de kurcalanıyor. Kong’u yok etmek isterken, adanın ekolojik dengesinin bozulması ve daha kötü düşmanların uyandırılması, çevreci içeriğin yansıması. İlk başta şuursuz dev bir canavar hissiyatı veren Kong, daha sonra ABD militarizmine karşı adadaki doğal yaşamı koruyan bir süper kahramana dönüşüyor. Canlı çekimlerle bilgisayar animasyonlarının birleşimi, “yüksek çözünürlüklü” bir gerçekçilik vaat ediyor. Teknik açıdan çok özenli ve sağlam bir iş… Çekimlerin yönetmen Jordan Vogt Roberts tarafından kâğıt üzerinde de yaratıcı bir şekilde planlandığı kesin.

        • 26

          WONDER WOMAN (2017)

          Gal Gadot’un canlandırdığı Amazon prensesi Diana, I. Dünya Savaşı’nı bitirmek amacıyla yaşadığı cennet adayı terk ederek Almanların geliştirdiği kimyasal silahın peşine düşüyor… Filme, Diana ya da Wonder Woman’ın hayat hikâyesi olarak bakılabilir. Wonder Woman resimli romanlardaki gibi bir Amazon prensesi ve kökenleri Yunan mitolojisine kadar giden bir yarı tanrıça.... Diana’nın büyüdüğü ada, uygarlık dışı bir mekân. Bir gizli cennet... İngilizler adına çalışan Amerikan casusu Steve Trevor’un (Chris Pine) uçağının ada açıklarında düştüğü sahne, öyküyü yakın tarihe bağlasa da mitolojiden hiç kopmuyoruz. Almanlar, Osmanlılar, İngilizler ve kimyasal silahlar bir yana her şey, Savaş Tanrısı Ares’le Diana arasındaki çatışmayla ilgili...
          Erkek yönetmenlerin egemen olduğu bir türde Patty Jenkins, teknik ve estetik anlamda gayet iyi iş çıkarıyor. Çektiği en güzel aksiyon sahnesi, Amazonlu kadınlarla Alman ordusunun plajdaki savaşı... Üniformalı erkeklerin ateşli silahlarına karşı kadınlar ok, mızrak ve kılıçların yanı sıra fiziksel güçleri ve akrobatik yetenekleriyle savaşıyorlar. Görsel anlamda keskin kontrastlara dayalı bir tür medeniyetler ve cinsiyetler savaşı bu.... Son yılların en çok seyredilen aksiyon filmlerinden biri.

        • 27

          THE NIGHT COMES FOR US (2018)

          Dövüş filmlerinde son yıllarda bir Endonezya ekolünden söz etmek mümkün. Türün hayranlarının Endonezya’dan gelen filmlere duyduğu ilginin kökeninde hiç kuşkusuz gerçekçi dövüş sahneleri var. Hollywood’daki güvenlik önlemlerinin Endonezya’da uygulanmaması, bu sahneleri çok daha sert, vahşi ve sahici kılabiliyor… Kendi adıma Endonezya usulü dövüş filmlerini çok sevdiğimi söyleyemem ama ‘The Night Comes For Us’ın Netflix’te yayınlanır yayınlanmaz, küresel ölçekte ilgi gördüğünü belirtmem gerek. ‘Killers’ ve ‘Headshot’ gibi filmleriyle tanınan Time Tjahanto’nun yazıp yönettiği film, dövüş filmi türünün son birkaç yıldaki en iyi örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Başrollerinde ‘Baskın’ serisinden tanıdığımız Iko Uwais ve Joe Taslim’i izlediğimiz film, Jakarta’da suç çeteleri arasında geçen bir hikâye anlatıyor. Sadece türün meraklılarına hitap ettiğini bir kez daha belirtelim.

        • 28

          TRIPLE FRONTIER (2019)

          ‘Oyunun Sonu’ (Margin Call), ‘Sona Doğru’ (All is Lost), ‘A Most Violent Year’ gibi senaryosunu kendi yazdığı filmlerle tanınan yönetmen J.C. Chandor, bu kez Mark Boal’un neredeyse 10 yıldır Hollywood’un gündeminde olan senaryosuyla geliyor karşımıza… Film, Güney Amerikalı uyuşturucu baronunu soymaya çalışan bir grup eski özel kuvvet askerinin öyküsünü anlatıyor. Oscar Isaac, Ben Affleck, Charlie Hunnam, Garrett Hedlund ve Pedro Pascal gibi oyuncuları bir araya getiren ‘Triple Frontier’, özellikle aksiyon ve gerilim açısından tatmin edici bir film… Chandor’un önceki işlerine göre karakterlerin yeterince iyi ele alınamadığı film, Türkiye dahil birçok ülkede salonlarda gösterime girmeden, Netflix üzerinden seyircilerle buluşmuştu. Netflix’in orijnal içerikleri arasındaki en iyi aksiyonlardan biri…

        • 29

          GÖREVİMİZ TEHLİKE-YANSIMALAR (2018)
          (Mission: Impossible-Fallout)

          Ethan Hunt (Tom Cruise), bu filmde sadece kötülerle değil masum insanların hayatını önemsemeyen istihbarat örgütlerinin zihniyetiyle de savaşıyor. “Yansımalar” serinin ilk filmden beri sürüp giden temel fikrine yeniden dönüyor: Dünyayı gizli servisler, derin devlet operasyonları ya da karanlık güç stratejileri değil, Ethan Hunt gibi otoriteye karşı çıkmasını ve gerektiğinde bağımsız hareket etmesini bilen insanlar kurtarır... İşte bu yüzden, devlet otoritesine karşı bireyi savunan, politik bir alt metni var filmin.
          İşin aksiyon kısmı ise mükemmel. Helikopter takibi çekimleri mesela... Dört sahneden oluşan ve filmin son bölümüne damgasını vuran çok uzun bir sekans bu… Özellikle iki helikopterin dağa düşmesiyle başlayan sahne, sıkı bir gerilim vaat ediyor. Ama Paris’te geçen ve peş peşe gelen o nefes kesici takip sahneleri öylesine iyi ki filmdeki diğer her şey biraz gölgede kalıyor. Paris’in meydanları, caddeleri ve sokaklarıyla göz alıcı bir arka fon oluşturduğu, yönetmen Christopher McQuarrie’nin çok iyi iş çıkardığı sıkı bir aksiyon sekansı bu... Tom Cruise’un çekimler sırasında sağ bacağını sakatladığı Londra’daki atlamalı, koşmalı takip sahnesi de serinin en iyi çekimlerinden...

        • 30

          DA FIVE BLOODS (2020)

          Yıllar sonra Vietnam’a dönen 4 eski Amerikan askeri, sadece savaşta kaybettikleri arkadaşlarının cenazesini değil toprağın altına gömdükleri altın dolu sandığı da ararlar. Geçip giden yıllar her birini farklı şekilde etkilese de savaş hiçbirinin zihninde tam olarak bitmemiştir… Altına kavuşma arzusu onları beklemedikleri başka bir savaşa doğru sürükler… Savaş ve aksiyon filmi olarak seyircilerin beklentilerine yanıt vermeyi bilen filmin, politik altmetinleri itibarıyla Vietnam Savaşı ve ABD’deki ırk ayrımcılığı üzerine bir metaforlar dizisi olduğu söylenebilir. Usta yönetmen Spike Lee’nin film boyunca araya girdiği belgesel çekimler ve fotoğraflar, Vietnam Savaşı’nın somut gerçekliğini sürekli aklımızda tutmamızı sağlıyor. Lee, Vietnam Savaşı’nda geçen geçmişe dönüş sahnelerinde ise 1970’lerden kalma bir film izlediğimiz duygusunu vermek için özel bir teknik kullanıyor. Flash-back sahnelerde gerçeklik hissini kıran en yadırgatıcı uygulama ise filmin dört ana karakterinin yaşlılık halleriyle karşımıza gelmesi… Spike Lee, günümüzde geçen savaş sahnelerinde ise gerçekçi bir tarzdan ziyade video oyunlarındaki grafik estetikten esinleniyor.

        Yazı Boyutu

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ

        Habertürk Anasayfa