Alışveriş merkezindeki piyanist
Tanrı dinliyor. Tanrı bu adamın ruhunda ve ellerinde, çünkü o itibara ya da aldığı paraya aldırmaksızın elinden gelenin en iyisini veriyor herkese. Sanki Milan'daki La Scala'da ya da Paris Operası'nda gibi çalıyor. Bu onun kaderi, mutluluğu, var olma nedeni olduğu için çalıyor
ABONE OLKemancı bir arkadaşımla beraber bir alışveriş merkezinde gelişigüzel turluyorum. Macaristan’da doğmuş olan Ursula, bugün iki ayrı uluslararası filarmoni orkestrasında baş müzisyen. Yürürken birden bire kolumu yakalıyor: “Dinle!”
Dinliyorum. Sesler duyuyorum, yetişkinlerin sesleri, çocukların sesleri, elektrikli aletler satan mağazalarda açılmış olan televizyonların sesleri, karo döşeli yerlerde tıkırdayan topuklu ayakkabı sesleri ve tüm dünyadaki alışveriş merkezlerinde daima çalan o bildik müzik sesi.
“Evet, harika değil mi?”
Ben harika ya da özel bir şey duyamadığımı söylüyorum.
“Piyano!” diyor Ursula, bana hayal kırıklığıyla bir bakış atarak. “Piyanist bir harika!”
“Banttan çalınıyor olmalı.”
“Saçmalama.”
Dikkatli dinleyince, müziğin canlı çalındığı daha iyi anlaşılıyor. O sırada bir Chopin sonatı çalınıyor ve ben artık tüm dikkatimi verdiğim için sanki notalar çevremizdeki bütün o gürültünün üstünü örtüyor. İnsanlarla, dükkânlarla, indirimli fiyatlarla, herkeste olup da bir tek sizde ve bende olmadığını iddia ettikleri şeylerle tıklım tıklım doldurulmuş koridorlarda geziniyoruz. Yemek katına geliyoruz: İnsanlar yemek yiyor, sohbet ediyor, tartışıyor, gazete okuyor ve ortada tüm alışveriş merkezlerinin müşterilerine sunmaya çalıştığı gibi ilgi çekici bir eğlence yer alıyor.
Buradaki, bir piyano ve bir piyanist.
Chopin’den iki sonat daha çalıyor ve sonra da Shubert, Mozart... 30 yaşlarında olmalı; küçük sahnenin yan tarafında asılı duran afişte, eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden biri olan Gürcistan’dan ünlü bir müzisyen olduğu yazıyor. Bir süredir iş arıyor olmalı, kapılar yüzüne kapanmış, çaresiz kalmış, durumu kabullenmiş ve işte şimdi burada.
Ama gerçekten burada mı emin değilim: Gözleri çaldığı müziğin bestelendiğin büyülü dünyaya bakıyor, elleri sevgiyi, ruhu, coşkuyu, elinden gelenin en iyisini, yıllarca süren çalışmasını, konsantrasyonunu ve disiplinini bütün herkesle paylaşıyor.
Sanki anlam veremediği tek şey, hiç kimse ama kesinlikle hiç kimsenin onun piyano çalışını dinlemek için yanına gelmemesi, aksine yemek yemesi, eğlenmesi, dükkânların vitrinlerine bakması ve arkadaşlarıyla buluşması. Yanımızda bir çift duruyor, yüksek sesle bir şeyler konuşuyor ve yürüyüp gidiyorlar. Piyanist onları görmüyor, o hâlâ Mozart’ın melekleriyle sohbet ediyor. İki kişilik bir seyirci kitlesi olduğunu, birinin yetenekli bir kemancı olduğunu ve onu gözünde yaşlarla dinlediğini de görmüyor.
Bir keresinde tesadüfen girdiğim küçük bir kilisede, Tanrı için çalan bir kız görmüştüm. Ama o kız bir kilisedeydi, o yüzden yaptığının bir anlamı vardı; buradaysa hiç kimse dinlemiyor, belki Tanrı bile.
Yalan. Tanrı dinliyor. Tanrı bu adamın ruhunda ve ellerinde, çünkü o itibara ya da aldığı paraya aldırmaksızın elinden gelenin en iyisini veriyor herkese. Sanki Milan’daki La Scala’da ya da Paris Operası’ndaymış gibi çalıyor. Bu onun kaderi, mutluluğu, var olma nedeni olduğu için çalıyor.
İçimi derin bir hürmet duygusu kaplıyor. Tam o anda aslında çok önemli bir hayat dersini hatırlamakta olan bu adama saygı duyuyorum: Herkes kendi destanını yazmalıdır, nokta. Başkalarının sizi desteklemesinin ya da eleştirmesinin, yok saymasının ya da hoşgörmesinin hiçbir önemi yok çünkü bunu, bu sizin dünyadaki kaderiniz ve en büyük mutluluk kaynağınız olduğu için yaparsınız.
Piyanist Mozart’tan bir başka parça daha çalmayı bitiriyor ve ilk defa bizim varlığımızı fark ediyor. Başıyla hafifçe ve kibarca bizi selamlıyor, biz de aynı şekilde karşılık veriyoruz. Ama sonra bir anda tekrar kendi cennetine geri dönüyor; en iyisi onu orada, bu dünyadaki hiçbir şeyin, hatta mahçup bir alkışın bile rahatsız etmeyeceği şekilde, hiç dokunmadan bırakmak. O hepimiz için bir örnek oluşturuyor. Yaptıklarımızla kimsenin ilgilenmediğini hissettiğimizde, gelin bu piyanisti düşünelim: O yaptığı iş aracılığıyla Tanrı’yla konuşuyordu ve bundan başka hiçbir şeyin en ufak bir önemi yoktu.
(Çeviren: Mine Akverdi Denktaş)