ABD'nin darbeler tarihi
New York Times yazarı Stephen Kinzer, ABD’nin yaklaşık bir yüzyıl boyunca 14 yabancı hükümeti başarılı şekilde devirdiğini belirtiyor
Copyright © 2020 - Tüm hakları saklıdır. Habertürk Gazetecilik A.Ş.
Bu dizinin amacı ne birtakım komplo teorilerini beslemek ne de herhangi bir ithamda bulunmak. Evet, ABD yönetimlerinin yüzyılın başından bu yana yabancı devletlerde kendine tehdit olarak gördüğü hükümetleri düşürme alışkanlığı var. En baştan söylenmeli ki darbecilik Amerikan devletinin her kademesinde benimsenmemiş; genelde yönetimde söz sahibi belli çıkar gruplarınca destek görmüş, sayısız diplomat ve devlet adamı bu girişimlere karşı çıkmış, istifa etmiş ve protestoda bulunmuşlardır.
Darbe girişimlerinin çoğunun son derece büyük bir gizlilik içinde, devlet kademesinin büyük çoğunluğu, halkın ise tamamının bilgisinden uzak yürütüldüğü de malum. Ancak ABD tarihi boyunca belli yönetimlerin etkili isimleri çeşitli sebeplerle darbe yapılmasına yeşil ışık yakmışlardır. Dünyada ABD’nin darbeler tarihini en iyi şekilde belgelemiş isimlerden New York Times yazarı Stephen Kinzer, ABD’nin yaklaşık bir yüzyıl boyunca 14 yabancı hükümeti başarılı şekilde devirdiğini belirtiyor.
1893’te Hawaii Kraliçesi’nin devrilmesiyle başlayan darbeler tarihi, 2003’te Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle ‘şimdilik’ son bulmuş durumda. Biz bu dizide emri bizzat ABD Başkanları tarafından verilmiş ancak açıkça bir savaş veya işgal şeklinde değil, büyük bir gizlilik içinde yürütülen, darbenin ABD’den değil lokal unsurlar tarafından yapıldığı izlenimi verilmeye çalışılan 3 CIA darbesini inceleyeceğiz. Kinzer’ın kitaplarından, üzerindeki gizlilik kararları kalkmış CIA iç yazışmalarından ve çeşitli diğer kaynaklardan derlediğim bilgiler ışığında İran, Şili ve Guatemala’da hükümetleri deviren, kısa vadede ABD çıkarlarına hizmet etmiş gibi görünse de ülkeleri yıllar sürecek felaketlere sürükleyen darbelerin hikâyelerinde yolculuğa çıkacağız.
ABD kökenli çokuluslu şirketlerin avukatlığını yaparak ünlenen John Foster Dulles, 2. Dünya Savaşı’nın efsane generali Eisenhower’ın ABD’de seçimleri kazanarak başkan olmasıyla 1952 yılında dışişleri bakanlığı koltuğuna oturur. ABD ile Sovyetler Birliği arasında Soğuk Savaş başlamıştır, Washington komünizmi ulusal çıkarlarına karşı en büyük tehdit olarak görmektedir.
Dulles en büyük hedefini Sovyet etkisine girmiş ülkeleri ‘özgürleştirmek’ olarak belirler. Bu ‘özgürleştirme kampanyasına’ nereden başlayacağını düşünürken, kendisini ziyarete gelen bir İngiliz diplomat cevabı getirmektedir. 1950’li yılların İngiliz sanayii, İran petrolüyle ayakta durmaktadır. İngiliz devletinin sahibi olduğu Anglo-Iranian Petrol Şirketi, yüzyılın başından beri İran petrolünü çıkarma, rafine etme ve satma konusunda tekel konumundadır.
Bu müthiş imtiyazın karşılığında kârının sadece yüzde 16’sını İran devletine taahhüt etmiştir ancak bunu da tam olarak ödememektedir. Örneğin 1948 yılında 62 milyon sterlin kâr eden şirket, İngiliz hükümetine 28 milyon sterlin vergi öderken, İran sadece 1.4 milyon sterlin alabilmiştir. Dünyadaki milliyetçi rüzgârlar birçok idealist siyasetçiyi ülkelerinin tepesine taşırken, İran da istisna olmamıştı.
1951 yılında Muhammed Musaddık başbakan seçilmişti. En büyük hedefi bu şirketi kapatmak ve İran’ın petrol gelirini İran için harcamaktı. İkinci hedefi ise daha fazla demokrasiydi, yani meclisin yetkilerini artırıp İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’ninkileri azaltmak.
İNGİLTERE’DEN DARBE ‘RİCA’SI
1951 yılının ilkbahar aylarında yapılan oylamada, İran parlamentosu oybirliğiyle ülkenin petrol sektörünü millileştirme kararı aldı. Musaddık, İngilizlerin kendi çelik ve kömür sektörlerini de kısa süre önce millileştirdiklerini söylüyor, aynı onlar gibi kendi ülkesinin kaynaklarını kendi halkı için kullanmak istediğini anlatıyordu. Ancak İngiltere kendi standartlarını yabancı ülkelerde de görmek konusunda pek istekli sayılmazdı. Musaddık’ı devirmeye karar verdiler.
Darbe girişimine hazırlanırlarken, Musaddık’ın bunu öğrenmesiyle 1952 yılında ülkedeki İngiltere Büyükelçiliği kapatıldı ve tüm memurları ülkeden yollandı. Buna darbe sürecini yönetecek diplomat görünümlü ajanlar da dahildi. O yıllardaki ABD Başkanı Demokrat Harry Truman, İngilizlere yardım etmeye kesinlikle yanaşmıyordu. İngilizlerin elinde başka bir seçenek kalmamıştı. Ancak yeni başkan Eisenhower ve Dışişleri Bakanı Dulles denklemi değiştirebilirdi.
Dulles’i ziyarete giden bir İngiliz istihbaratçı, Musaddık’ın devrilmesinin öneminden bahsetti. Bunu yaparken İngiltere’nin petrole erişimini kaybetmesini gerekçe olarak gösteremezdi tabii. Musaddık’ın İran’ı komünizme doğru götürdüğünü, komünist bir parti olan Tudeh’le işbirliği içinde olduğunu iddia etti.
Bu iddiaların gülünçlüğü başta ABD’nin Tahran Büyükelçisi olmak üzere herkes tarafından dile getirilse de amansız bir komünizm düşmanı olan Dulles, ‘tehlikeyi’ fark etmişti. İngilizlerin yardım isteğini kabul etti. Bu, genç bir istihbarat servisi olan CIA’nın ilk ‘darbe’ deneyimi olacaktı, ancak Dulles kurumu iknada başarılı olacağından emindi. Çünkü başına kardeşi Allen gelmişti.
PLAN UYGULAMAYA KONULUYOR
Kinzer’a göre, plana sıcak bakmayan Başkan Eisenhower’ı, Musaddık komünist olmasa bile başka biri tarafından devrilmesi durumunda komunistlerin gücü ele geçireceğini, tüm Ortadoğu ülkelerinin de İran’ın ardından domino taşı gibi komünizmin ağına düşeceklerini, dünyadaki bilinen petrol rezervlerinin yüzde 60’ının komünistlerin eline geçmesi tehlikesiyle karşı karşıya olunduğunu anlatarak ikna ettiler. Kinzer, darbe planının ana fikrinin İran halkını Başbakan Musaddık’a karşı kışkırtmak olduğunu belirtiyor.
Çeşitli gazetecilere, dini kanaat önderlerine ve halka mal olmuş figürlere yüklü rüşvetler ödenerek Musaddık hükümetine karşı halkta tepki oluşturmalarını sağlayacaklardı. Maaşa bağladıkları çetelere, İran’ın önemli isimlerine karşı saldırılar düzenletecek ve bunların emrini Musaddık’ın verdiği söylentisini yayacaklardı. Darbenin lideri olarak seçtikleri emekli general Fazlullah Zahedi’ye ve ‘satın alınabilecek’ İranlı parlamenterlere verilecek rüşvetler için CIA bir fon oluşturdu.
Darbe günü parlamentonun önünde gösteri yapmaları için birkaç bin kişi kiralanacak, protestocular Musaddık’ın görevden alınmasını talep edeceklerdi. Parlamento da bu plana destek çıkacak, hukuken tartışmalı bir güvenoylamasına gidilecek, Musaddık oylama sonucuna direnirse General Zahedi’ye sadık askerler tarafından tutuklanacaktı.
Kinzer’a göre ABD yönetimindeki birçok isim plana karşı çıktı. CIA Tahran İstasyon Şefi planı protesto ederek görevinden istifa etti. Dışişleri bakanlığındaki hiçbir İran uzmanına danışılmadı. Musaddık’ın “sosyalizm veya komünizmle ilgisi olmayan bir lider” olduğuna dair raporlar tamamen göz ardı ediliyordu.
RÜŞVET, YALAN VE KARA PROPAGANDA
Eski başkanlardan Theodore Roosevelt’in torunu olan, CIA’in Harvard mezunu Ortadoğu uzmanı Kermit Roosevelt, darbe girişimini yönetmek üzere görevlendirilmişti. Yüklü miktarda para dağıtarak çok sayıda İranlı ajanı ‘satın almayı’ başardı. Yapay bir Musaddık karşıtı protesto dalgası yaratmıştı. Satın alınan parlamenterler Musaddık’a karşı suçlamalar yöneltirken, maaşa bağlanmış dini liderler ise Musaddık’ın ‘ateist’ olduğunu, bir ‘kâfir’ tarafından yönetildiklerini, kökeninde Yahudilik olduğuna dair kara propagandaya başladı.
Gazetelerde akıl almaz hakaretlerle dolu yazılar yayınlanıyordu. CIA’in İran Parlamentosu’ndan devşirdiği milletvekillerinin de planın bir parçası olduğunu gören Musaddık, hamlesini yaptı. Referanduma giderek halktan parlamentoyu feshetme ve ülkeyi yeni bir seçime götürme yetkisi aldı. CIA’in ilk planı devre dışı kalmıştı.
Roosevelt, Şah Pehlevi’den Musaddık’ı görevinden alarak yerine General Fazlullah Zahedi’yi başbakan olarak atadığına dair bir ferman istemeye karar verdi. Bu da İran hukukuna aykırıydı çünkü bu yetki sadece parlamentoya aitti. Plan, fermanı Musaddık’a ileten askerlerin, direnmesi durumunda kendisini tutuklamasıydı. Şah Pehlevi Musaddık’tan hoşlanmasa da yabancı bir darbenin parçası olmak istemiyordu. Tahtından olabileceğinden korkuyordu.
Uzun süren ikna çalışmaları sonucunda ABD ve İngiltere’nin tüm güçleriyle darbenin arkasında oldukları ve fermanı imzalamaktan başka çaresinin olmadığını düşünerek imzalamaya karar verdi. Ancak bir şartı vardı, imzaları atar atmaz Hazar Denizi kıyısındaki yazlık evine gidecek, darbe planında herhangi bir sorun çıkarsa yurtdışına kaçacaktı.
‘YAŞASIN MUSADDIK, YAŞASIN KOMÜNİZM!’
14 Ağustos 1953 akşamı Şah’ın imzaladığı fermanı alan kraliyet koruma ekibi komutanı, bir grup askerle birlikte Musaddık’ın konutuna giderek kendisini acilen görmesi gerektiğini söyledi. Ancak Musaddık planı tam zamanında öğrenmişti. Komutan, başbakanın korumalarınca tutuklandı. Bunu duyan Şah, eşiyle beraber Roma’ya kaçtı. Ancak dönüşü pek uzun sürmeyecekti.
Roosevelt’in İranlı ajanlarla kurduğu bağlantılar meyvelerini vermekte gecikmedi. Sokaklara çıkarılan çeteler Tahran’da terör estirmeye başladı. Dükkânlar yağmalandı, sokaktaki vatandaşlar linç edildi, camilere bile ateş açıldı. Tabii başkenti terörize eden çeteler, şu sahte sloganı da ağızlarından düşürmüyordu: “Yaşasın Musaddık, yaşasın komünizm!” Karşılarına Şah’a bağlılık yemini eden çeteler çıkınca, olaylar bir iç savaş görüntüsüne bürünmeye başladı.
19 Ağustos 1953 günü, kaos zirveye ulaştı. Roosevelt’in maaşa bağladığı asker ve polis birlikleri, dışişleri bakanlığı, emniyet müdürlüğü ve genelkurmay başkanlığını bastı. Sokaklarda Musaddık istifaya çağrılırken, Roosevelt, General Zahedi’yi saklandığı yerden almaya gitti. Zahedi artık başbakan olmaya hazırdı! Taraftarlarıyla beraber Tahran Radyosu’na giderek “Şah’ın emriyle artık yeni başbakanın kendisi olduğunu” ilan etti.
DARBE SONRASI
1953 yılında tekrar ülkenin başına gelen Şah, İran’ı 1979 yılındaki İslami devrime kadar demir yumrukla yönetti, dini özgürlükleri kısıtladı ve her türlü muhalefeti bastırdı. Binlerce muhalif öldürüldü. Güvenlik güçlerinin keyfi ve acımasız müdahaleleri sebebiyle halkın ciddi bir kısmı kendisine karşı bilendi.
Şah’ın gelişi ilk başlarda ABD çıkarlarına uygun görünse de 1979’daki İran İslami devriminin tohumlarının atılmasına ve ABD’ye karşı çok daha tepkili bir Ortadoğu’nun doğmasına sebep oldu. 11 Eylül de dahil olmak üzere birçok terör saldırısının, radikal İslam’ın yayılmasının önemli nedenlerden birinin, Musaddık’ın devrilmesiyle ortaya çıkan ABD karşıtlığı ve Şah’ın geri gelişiyle bastırılan ve yeraltına itilen muhalefetin gittikçe radikalleşmesi olduğu söylenebilir.
Muhammed Musaddık, 1952 yılında Time Dergisi tarafından ‘yılın insanı’ seçildi. Dergide, İran petrolünün kullanım hakkının İranlılara dönmesi konusunda “İran halkının Musaddık’ın intihar gibi politikasını benimsemeleri, Batı’dan ne kadar nefret ettiklerinin göstergesidir” ifadesi kullanılıyor.
YAZI DİZİSİ 2
Dizimizin ikinci gününde, 1950’li yıllarda ABD kökenli bir çokuluslumeyve şirketinin, huzurlu bir Orta Amerika ülkesinde nasıl darbe yaptırdığını inceleyeceğiz, Guatemala'nın hazin hikayesine bakacağız
Washinton'daki meşhur ‘dönen kapılar’ (revolving doors) geleneği, kendini ABD’nin birçok büyük şirketinde gösterir. Devlette önemli kademelerde görev yapmış olanlar emekli olunca çokuluslu dev şirketlerde önemli mevkilere gelirler, aynı şekilde bu şirketlerin üst düzey yöneticileri de ABD yönetiminde kendilerine yer bulurlar. Ancak bu geleneğin, Latin Amerika’da tropik meyveler üretip dünyanın dört bir yanına satan United Fruit şirketindeki kadar vücut bulduğu başka bir yer bulmak zordur.
ABD’DEKİ PARALEL DEVLET: UNITED FRUIT VE DOSTLARI
1952 yılında seçilen Başkan Eisenhower’ın dışişleri bakanı John Foster Dulles, şirketin eski avukatı, kardeşi CIA Direktörü Allen Dulles ve dışişlerinin Amerika kıtasındaki ilişkilerden sorumlu başkan yardımcısı John Moors Cabot şirkette büyük hissedarlardı. Cabot’un kardeşi Thomas Dudley Cabot, United Fruit’un CEO’luğunu yapmıştı.
Ulusal Güvenlik Konseyi başkanı General Robert Cutler ise şirketin eski yönetim kurulu başkanıydı. Dolayısıyla ABD yönetiminin en tepesindeki isimlerin, United Fruit’a herhangi bir şirket gözüyle bakmadığını söylemek abartılı olmaz. Dünyada en çok muz yetiştiren ülkelerden biri olan Latin Amerika ülkesi Guatemala, United Fruit’un ticari faaliyetlerinin merkezi konumundaydı.
ABD’li gazeteci Stephen Kinzer, şirketin, ülkeyi 1931-1944 yılları arasında yöneten diktatör Jorge Ubico’nun sağladığı imtiyazlar sayesinde muazzam kârlar elde ettiğini anlatıyor. Ancak Ubico’nun otoriterliğinden bunalan halk sokaklara dökülünce, ordudaki genç bir grup subay diktatörü devirdi. Birkaç ay içinde ülke tarihinin ilk demokratik seçimlerine gidildi.
Juan Jose Arevalo isimli genç ve idealist bir öğretmen, rekor bir oyla ülkenin yeni başkanı seçildi. Ülkeye ilk defa bir sosyal güvenlik sistemi getiren Arevalo, işçi hakları ve sendikacılık konusunda ilk çalışmaları yaptı. Haftalık çalışma süresini ilk defa regüle ederek 48 saatle sınırladı. Büyük toprak sahiplerini ilk defa vergilendirmeye başladı. Tüm bunlar, United Fruit’un çıkarlarını olumsuz etkileyen gelişmelerdi.
(United Fruit şirketinin ‘Muz Adam’ lakaplı patronu Sam Zemurray)
MUZ ÇİFTLİKLERİ TEHLİKEDE
1950 seçimlerinde Arevalo’nun yerine gelen Jacobo Arbenz de ülkesi için hayalini, “Ekonomik bağımsızlığını sağlamış, mevcut yarı sömürgeci sistem yerine modern bir kapitalist sistem kurmak” olarak tanımlıyordu. Dikkat ederseniz komünizm değil, ABD’nin tüm dünyada promote ettiği gibi bir kapitalist sistem istiyordu. İlk planı kamuya ait bir elektrik dağıtım sistemi kurmaktı. Bu da Electric Bond&Share adlı ABD’li şirketin elinde tuttuğu elektrik tekelinin sona ermesi demekti.
Yeni bir liman ve onu başkente bağlayacak bir demiryolu kurma planı, ülkedeki tüm demiryollarını ve ana ticari limanı kontrol eden Railways of Central America şirketinin çıkarlarını tehdit ediyordu. Son olarak toprak sahipliği sisteminde bir reforma giderek Guatemala’daki yoksulluğu ortadan kaldırmak istiyordu. Bu da muzun anavatanındaki en güçlü ABD’li şirket olan, dünyanın en büyük muz üreticisi United Fruit’un çıkarlarına aykırıydı.
İşlenmemiş tarım alanlarının ciddi bir kısmının devletleştirilmesi ve çiftçilere verilmesi söz konusuydu, bu da yarının muz tarlalarının tehlikeye girmesi demekti. United Fruit kısa süre sonra bu reformun faturasını aldı. En önemli plantasyonundaki ekilmemiş alanın neredeyse beşte dördü devletleştirilmişti.
Tüm bu olanlar Washington’daki çok güçlü bir grup insanın da dikkatini çekiyordu. Devletleştirmeleri hem yasadışı hem de komünist bir tehdit olarak görüyorlardı. Ve bu da tahmin edebileceğiniz gibi tek bir şekilde önlenebilirdi. Arbenz’i devirerek.
‘KRİPTOLAR KOMÜNİZM GETİRECEK’
Ancak ilk adımı United Fruit’un patronu ‘Muz Adam’ Sam Zemurray atmıştı. 1951 yılında İran’ın yeni seçilen Cumhurbaşkanı Muhammed Musaddık’ın ülkesindeki petrol kaynaklarını kontrol eden İngiliz şirketi devletleştirmesi, Zemurray’in paranoyaklaşmasına ve ABD’de Arbenz’e karşı dezenformasyon kampanyası başlatmasına yol açtı. ABD’nin başlıca gazetelerinde neredeyse her gün Guatemala’da Marksist bir diktatörlük kurulduğuna dair yazılar çıkıyordu.
United Fruit şirketine yakın senatörler, meclis kürsüsünden Guatemala’yı ‘kripto-komünistlerin’ yönettiğini ilan ediyor, ülkeyi bir ‘Sovyet maşası’na çevirdiklerine dair korku senaryoları yazıyorlardı. Karalama kampanyası toprak reformu yasasıyla daha da yoğunlaştı. Sovyetler Birliği ile diplomatik bir ilişkisi bile olmayan Guatemala, bu ülkenin kontrolünde olmakla suçlanıyordu. (Ne darbeden önce ne de sonra buna dair hiçbir delile ulaşılamadığını söylüyor Kinzer.)
Eisenhower yönetimi dünya üzerindeki her türlü gelişmede Sovyetlerin parmağını aradığı için, Guatemala’da olanları da bir demokratikleşme çabası olarak algılamaları mümkün değildi. Düğmeye basma kararı verdiler. Bir isyancılar ordusu yaratacaklar, ordu başkent Guatemala City’ye saldırarak kaos yaratacak; Guatemalalı generallere kaosun sona ermesinin tek yolununun Arbenz’in gitmesi olduğunu iletecekler, ordu desteği arkasından çekilen Arbenz’i düşüreceklerdi.
Yaratılacak ordunun başına, 1950 yılında ordunun içinden bir kalkışmaya liderlik yapmış, daha sonra ise yurtdışına kaçmış Carlos Castillo Armas isimli eski bir askeri seçtiler.
KİLİSE DESTEKLİ DARBE
Darbenin önemli bir parçası da Katolik Kilisesi’nin Guatemala halkını Arbenz’e karşı kışkırtmasını sağlamaktı. Kinzer’a göre Latin Amerika’daki Katolik din adamları, Arbenz gibi reformistleri tehdit olarak görüyorlardı. Kiliseyi ikna etmek zor olmadı. CIA’in yazdığı propaganda ‘vaazları’ ülkenin dört bir yanında okunuyor hatta radyolarda yayınlanıyor, inananlar ‘ülkeyi sarmakta olan komünizm şeytanlığına karşı ayağa kalkmaya’ çağırılıyordu. Dışişleri bakanlığında darbe planına büyük tepki oluşmuş, bakanlık çalışanlarının çoğundan sır gibi saklansa da bir şekilde haberi olanlar şiddetli şekilde itiraz etmeye başlamıştı.
“Bütün krizin United Fruit’tan kaynaklandığı ve ihtiyacı olan sosyal reformları gerçekleştirmekte olan bu ülkeye komünist damgası vurmanın yanlış olduğu” şeklinde bildiriler bakanlık içinde dolaşmaya başladı. Ancak Dulles kardeşler Arbenz’i devirmeye çoktan karar vermiş, daha da önemlisi Başkan Eisenhower’ı da ikna etmişlerdi.
CIA UÇAKLARI BOMBALIYOR
Sürgündeki Guatemalalı askerler, ABD’li ve paralı Latin Amerikalı askerlerden oluşan 500 kişilik bir ekip Florida’daki kamplarda eğitim görmüşlerdi. 18 Haziran 1954 akşamı Castillo Armas ve ordusu Guatemala sınırından 10 kilometre içeri girdi. Arbenz orduyu göndermek yerine BM’yi toplantıya çağırarak bu ‘yabancı kökenli işgal girişimini’ kınamalarını istedi.
Bu sırada CIA’in kaldırdığı uçaklar Guatemala City’deki ordu karargâhını, havaalanını ve çeşitli askeri noktaları bombalamaya başladı. Ancak büyük bir hasara yol açılmadı. Kinzer saldırıların amacının farklı olduğunu not ediyor. Kara propaganda yayını yapan Özgürlüğün Sesi Radyosu, Armas’ın ordusunun hızla ilerlediğine dair yalan haberler yayıyor, patlamaları duyan Guatemalalılar da buna inanıyordu.
Dulles’ın başında olduğu ABD Dışişleri Bakanlığı da yaptığı açıklamada ‘bunun Guatemalalıların bir iç kalkışması olduğunu’ ilan ediyordu. Arbenz karşılık verdi. Halka sesleniş konuşmasında, ‘hain Castillo Armas ve United Fruit şirketine ait ordunun kendisine karşı kalkışma başlattığını’ söyledi. Başına gelenlerin fazlasıyla farkındaydı: “Suçumuz toprak reformu yaparak United Fruit şirketinin çıkarlarına zarar vermek. Suçumuz kendimize ait elektrik şebekesi, liman ve yollar olmasını istemek. Suçumuz vatanseverce hareket ederek ülkemizi ileri taşımak, ekonomik bağımsızlığımızı kazanmak.
Komünizmin ülkemizde yayılmakta olduğu tamamen gerçekdışıdır. Biz kimseyi terörize etmedik. Tam tersi, halkımızı terörize etmeye çalışan, ABD Dışişleri Bakanı Bay Dulles’ın Guatemalalı arkadaşlarıdır.”
YALANLAR ZİNCİRİ
Guatemala halkı ve ordusu Arbenz’in arkasında durdu. Armas’ın ordusu ilerleyemiyor, CIA’in uçaklarından biri vurulduğu diğeri de kaza yaptığı için bombalama yapılamıyordu. Arbenz dışişleri bakanını New York’a göndererek BM’den ülkeye bir araştırma ekibi yollanmasını istedi. Ancak ABD’nin BM’deki yeni daimi temsilcisi, United Fruit’un zengin ettiği ABD’li Cabot Ailesi’nden, daha önce de senatoda Arbenz’e “Kripto-komünist” diyen Henry Cabot Lodge’dan başkası değildi. Cabot’ın çabalarıyla araştırma ekibi teklifi reddedildi.
Bu arada Başkan Eisenhower Guatemala’ya iki savaş uçağı daha yollanmasına izin vermişti. Yeni uçaklar daha agresif bir bombalama kampanyasına girişti. Bu da CIA tarafından fonlanan Özgürlüğün Sesi Radyosu’nun ‘Guatemala ordusundan birçok askerin General Armas’a katıldığını ve durdurulamayacak şekilde başkente yürüdükleri’ yalanını destekliyordu.
ABD işgalinden ve daha fazla kaostan çekinen generaller, ABD Büyükelçisi’yle pazarlık ederek, hiçbir koşulda Armas’a izin vermeyeceklerini söylediler. Daha sonra da Arbenz’i istifaya davet ederek ona Armas’ın asla ülkenin başına geçemeyeceğini garanti ettiler.
Arbenz, 27 Haziran 1954 akşamı halka yaptığı veda konuşmasında ‘ülkeyi Armas’ın kanlı cuntasının eline bırakmamak için yönetim değişikliğini kabul ettiğini’ söyledi, istifa ederek Meksika’dan sığınma talebinde bulundu. Ancak realite farklı olacaktı. Arbenz’in istifasından sonra yerine gelen General Diaz’ı da ‘ABD dış politikasının çıkarlarına uygun bulmayan’ CIA ajanları, yeni bir bombalama kampanyasına girişerek Diaz’ı köşeye sıkıştırıp istedikleri generali cuntanın başına getirdiler.
Daha sonra 3 kişilik cuntayı dolgun maaşlarla emekliye ayırdılar ve Armas 8 Temmuz 1957 günü kendini Guatemala Devlet Başkanı ilan etti.
DARBE SONRASI
İran’da olduğu gibi, Guatemala’daki darbenin sonuçları da uzun vadede çok daha büyük felaketleri getirecekti. Bir dizi diktatör tarafından 30 yıl boyunca sürecek, 200 bin kişinin hayatına mal olacak bir iç savaşın temelleri atılmıştı. Jacobo Arbenz’in cenazesi ölümünden 24 yıl sonra, 20 Ekim 1995 günü yapılabildi.
Yüz binlerce kişinin katıldığı tören, ülke tarihindeki en büyük anma oldu. Kinzer’a göre cenazeye katılanlardan 77 yaşındaki bir adam, şu sözleri sarf edecekti: “Tek bildiğim, onun döneminde kimse zulüm görmedi. O gitti ve insanlar ölmeye başladı.” Ülkeyi yönettiği döneme ‘demokrasi baharı’ adı verilen Arbenz devrilip ülkesinden kovulduktan sonra on yıllar boyunca hakkında iyi herhangi bir söz sarf etmek hatta adını anmak bile başlı başına tehlike arz etti.
YAZI DİZİSİ 3
Dizimizin son gününde, her hafta bir ‘devrim’in yapıldığı 1970’li yılların Latin Amerika’sında sakinliği ve demokrasisiyle gıpta edilen Şili’nin, sosyalizmle flört eden bir başkan seçince başına neler geldiğini, modern tarihin en baskıcı rejimlerinden birinin pençesine nasıl düştüğünü göreceğiz. Dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’ın emriyle Şili’nin nasıl bir cehenneme dönüştüğüne tanıklık edeceğiz...
Günümüzde, bitmek bilmez öğrenci protestoları ve Hollywood yıldızlarının sahillerine yaptıkları kaçamaklar dışında pek bilinmeyen küçük bir Latin Amerika ülkesi olan Şili, en stratejik madenlerden biri olan bakır rezervlerinde dünyada birinci konumdadır. Ünlü şair Pablo Neruda’yı da dünyaya kazandıran ve uzun yıllar her hafta bir ‘devrim’in yaşandığı Latin Amerika standartlarına göre sağlıklı sayılabilecek bir demokrasiye sahip, okyanus kıyısındaki bu ince uzun ülke, 1970’lerden itibaren bölgenin gördüğü en ağır insanlık dramlarından birini yaşamaya başlayacaktı.
BAKIRIN LANETİ
Salvador Allende Gossens, 4 Eylül 1970 tarihinde ülkesi Şili’deki seçimleri kazandı. Kendini emperyalizm karşıtı olarak tanımlayan ve Fidel Castro hayranı olduğunu söyleyen Allende, ülkede ekonomik faaliyetlerin ciddi bir kısmını kontrol eden Amerikan şirketlerini millileştireceğini, ülkenin ekonomik bağımsızlığını kazanacağını ilan ediyordu. Gazeteci Stephen Kinzer’ın verdiği rakamlara göre o tarihlerde Şili’nin ihracatının yarısından fazlasını iki Amerikan bakır şirketi yapıyor, tüm vergilerin üçte birini bunlar ödüyordu. Kennecott ve Anaconda şirketleri Şili sayesinde dünyanın en büyük iki bakır devi haline gelmişti. Bunun yanında başta Şili’nin haberleşme ağını işleten International Telephone and Telegraph (ITT) olmak üzere birçok Amerikalı şirket buradaki operasyonlarından büyük paralar kazanıyorlardı.
Devletleştirmeden bahseden bir sosyalist, ABD için bu kadar önemli bir ülkede kabul edilebilir bir lider değildi. ABD’de Allende kazanırsa Şili’nin ikinci bir Küba olabileceği, bir Sovyet uydusuna dönüşebileceği endişesi vardı. 1970 seçimleri yaklaşırken Allende sol partilerin ortak adaylığıyla ciddi bir iktidar alternatifi haline gelince, ABD’deki cumhuriyetçi başkan Richard Nixon’ın yönetimi harekete geçti. Oyun planı alışılmışın dışında sayılmazdı: Kontrol edilebilen medya grupları yoluyla dezenformasyon, anti-komünist sokak grupları, Allende karşıtı propaganda... Bunun yanında ülkedeki ABD’li şirketler, Allende’nin sağcı rakibi Jorge Alessandri’nin kampanyasına yüklü miktarda bağışlarda bulundular. Ancak sonuç değişmedi. 4 Eylül 1970 tarihine gelindiğinde, Allende açık ara farkla seçilmişti. Şili Kongresi seçimlerde birinci gelen adayı başkan seçme yetkisine sahipti. Nixon, CIA’ya bunun engellenmesi için emir verdi.
‘ABD DEVLETİ ASKERİ ÇÖZÜM İSTİYOR’
İlk plan, Şili medyasında Allende’nin cumhurbaşkanı olmasını ‘felaket’ olarak nitelendirecek başlıklar attırmak ve görev süresi sona ermek üzere olan Başkan Frei’nin, kongreye yıllardır uygulanan geleneğin dışına çıkarak birinci gelen adayı başkan seçmemeleri konusunda baskı yapmasını sağlamaktı. Ancak Frei kabul etmedi. Bu da geriye tek bir seçenek bırakıyordu, askeri darbe. ABD ordusu Şilili meslektaşlarıyla yakın ilişkiler kurmuş, 1950 ile 1969 yılları arasında 4 bin subay ABD’nin Panama’daki kamplarında komünist tehditlere karşı mücadele eğitimi görmüştü. Kinzer, Langley’deki CIA komuta merkezinden Şili’nin başkenti Santiago’daki ajanlara giden telgrafların içeriğini açıklıyor: “Orduyla irtibata geçin ve ABD devletinin askeri bir çözüm istediğini söyleyin. Politik ve ekonomik belirsizlik ortamı yaratarak bir darbeye sponsor olmanızı istiyoruz.” Telgraflarda açıkça bir eylem planı sunuluyordu: “Ekonomik savaş, politik savaş ve psikolojik savaş tekniklerini kullanarak bir darbe zemini hazırlamaya çalışın.”
CIA ve savunma bakanlığındaki birçok yetkili böyle bir operasyona karşı çıkıyor, Allende’nin ABD’ye bir tehdit oluşturmadığını, Rusya’dan emir almasının olası görünmediğini, anayasal sürece böyle müdahale edilmesinin yanlış ve ahlak dışı olacağını savunuyorlardı. Ancak ABD tarihinde çokça olduğu gibi, makul sesler hesaba alınmadı.
SİYASETE KARIŞMAYAN ASKERE SUİKAST
Darbe yapma ihtimali uzak görünüyordu. Şili ordusunun başkomutanı General Schneider, ordunun siyasete karışmasına kesinlikle karşıydı. 22 Ekim 1970 günü sabah trafiğinde ofisine gitmekte olan General Schneider, aracının etrafını saran 5 kişi tarafından kaçırılmak istenirken direnince vurularak öldürülür. Suikast sonrası Langley’den Santiago’daki CIA ajanlarına ‘tebrik’ telgrafı geldiğini belirtiyor Kinzer: “Askeri ‘çözüm’ü olası hale getirdiniz. Bu görevi olağanüstü zor şartlarda gerçekleştiren istasyon şefi ve çalışanlarını takdir ederiz.” Ancak plan ters tepti. Suikasta büyük tepki gösteren Şili halkı, Allende’ye daha da çok sarıldı. Şili Kongresi 3 gün sonra toplanarak Allende’yi ezici çoğunlukla ülkenin yeni cumhurbaşkanı olarak seçti. 1 yıldan kısa bir süre içerisinde kongrede ülkedeki 3 büyük Amerikan maden şirketini devletleştirme kararı alındı. Ardından ITT’nin sahibi olduğu Şili telefon şirketinin yönetimi de Şili devletine geçti. Ancak devletleştirilen varlıklar ABD’lilerinkilerle sınırlı kalmadı. Şilili işadamlarına ait şirketleri, çiftlik sahiplerinin arazileri de devletleştirilmeye başlanmıştı. Bankaların da devletleştirileceği ve hesaplara el konulacağı korkusuyla insanlar para çekmek için büyük kuyruklar oluşturmaya başladılar.
Allende, Fidel Kastro’nun komünist Küba’sına özeniyor, bunu da saklamıyordu. Kastro’ya akıl hocası gözüyle bakıyordu. Bu yakınlık ve uyguladığı radikal politikalar, ülkenin komünizme sürüklendiği görüntüsü veriyordu. Başkan Nixon, Allende’yi devirmeye kararlıydı. Kinzer’a göre, bu sefer yeni bir silahı denemeye karar verdi: Ekonomi. Bu sefer plan daha uzun solukluydu. Dünya Bankası da dahil olmak üzere ABD’nin elinin güçlü olduğu uluslararası kuruluşların Şili’ye yardımlarının ve kredilerinin önü tamamen kesildi. Şili’deki en büyük Amerikan şirketleri devreye girdi. Ofis kapatmadan maaş geciktirmeye, siparişlerin gecikmesinden kredi reddine her türlü enstrümanı kullandılar. Aşırı solcu gençlik gruplarının sokağa çıkmaya, polisle çatışmaya, çiftlik ve işyerlerini işgale başlamalarıyla ülkedeki yangının üzerine benzin döküldü. Allende sokağa çıkanların ‘köhnemiş devrim anlayışları’nı açıkça kınamak ve onları sakin olmaya davet etmekle birlikte, oy tabanını oluşturdukları için üzerlerine sertlikle gidemiyordu. Bu sebeple de aşırı solu yüreklendirmekle suçlanmaya başladı. Sokak çatışmaları, protestolar, bozulan ekonomik durum Şili’yi kaosa sürüklemişti.
İLK DARBE GİRİŞİMİ BAŞARISIZ OLUYOR
29 Haziran 1973 günü az sayıda subay tanklarla darbe girişiminde bulundu. Allende, halka demokrasiyi desteklemeleri çağrısında bulundu. Komuta kademesince desteklenmeyen girişim, yeni başkomutan General Prats tarafından kolaylıkla bastırıldı. General Prats’in de siyasete karışmak istemediğini gören CIA’in, ‘kaçırılmasının veya suikasta uğramasının ondan kurtulmak için tek yol olduğunu’ Santiago’dan Langley’e giden telgraflarda yazdığını belirtiyor Kinzer. Ancak buna gerek kalmadı. CIA’in düzenli para gönderdiği, ülkenin en etkili gazetesi El Mercurio, General Prats’i hedef tahtasına koyarak ‘komünist dostu bir hain’ olarak göstermeye başladı. İstifa etmek zorunda kalan Prats, Allende’den yerine yardımcısını getirmesini istedi. Allende atamayı hemen yaptı. Yeni başkomutanın adı Augusto Pinochet idi. Şili halkı bu ismi gelecek 17 yıl boyunca telaffuz ederken bile gözaltındayken kaybolmayı, işkenceden geçmeyi ve komünist suçlamasıyla hapse atılmayı zihinlerinden geçirerek titreyecekti. Ağır bir ekonomik buhranın altındaki Şili’de temel besin öğeleri karneye bağlanmış, elektrik kesintileri yaygınlaşmış, protestolar ve çatışmalar tüm ülkeye yayılmıştı. Ordunun yönetime el koymasını isteyenlerin sayısı her geçen gün artıyordu. 9 Eylül günü Santiago’daki bir CIA ajanı müjdeli haberi telgrafla verecekti: “2 gün sonra ordunun tüm birimlerinin katılımıyla Allende yönetimi devrilecek.”
DARBELER SABAHA KARŞI DÖRTTE YAPILIR
10 Eylül gecesi, Pinochet’nin de doğup büyüdüğü sahil kenti Valparaiso sakinleri, donanmada bir ‘hareketlilik’ sezdiler. Allende’ye, aynı ‘hareketliliğin’ Santiago’nun kuzeyindeki birliklerde de görüldüğü haberleri gelmeye başladı. Ülke genelindeki tüm askerler sabaha karşı 4’te göreve çağrılmışlar ve radyo istasyonları, belediye meclisleri, polis karakolları gibi stratejik öneme sahip yerlerin kontrolünü almaya başlamışlardı. Ülkenin ikinci en büyük şehri Valparaiso ve üçüncüsü Concepcion, sabahın erken saatlerinde tamamen askerlerin kontrolüne geçti. Tek bir kurşun bile atılmamıştı.
Gelişmeleri konutunda takip etmekte olan Allende, başkanlık sarayına geçmek istedi, son direnişi burada olacaktı. 11 Eylül 1973 sabahı saat 07.30’da makineli tüfek ve bazuka taşıyan 23 korumasıyla birlikte saraya giriş yaptı. Radyolardan darbe bildirisi okunuyordu: “Ekonomik, sosyal ve ahlaki çöküntünün yanında paramiliter grupların saldırılarıyla karşı karşıya olan ülkemizdeki kaos hükümet tarafından durdurulamamaktadır. Anavatanı komünizm boyunduruğundan kurtarmayı tarihi bir görev biliyoruz...” Şili halkına ‘ne olursa olsun görevini bırakmayacağını, hayatını feda etse de bunun boşuna olmayacağını’ açıklayan Allende’nin sarayı, 2 savaş uçağı tarafından 18 defa vuruldu. Saat 13.30’da saraya giren askerlerin komutanı, saat 14.45’te üst rütbelilere ‘müjdeli’ haberi geçiyordu: “Görev tamamlandı. Saray alındı. Başkan öldü.”
DARBE SONRASI
AUGUSTO Pinochet devletin başına geçtikten ve meclisi, siyasi partileri, sendikaları lağvettikten sonra ‘komünizm’e karşı amansız bir mücadele başlattı. Tabii kendisini eleştiren herkes ‘komünist’ti ve onlardan kurtulunmalıydı. Keyfi tutuklamalar, işkenceler, yağmalamalar ülkede kol gezmeye başladı. Rejim yargısız infazlarla anılmaya başlandı. Ülkede 15 yıl boyunca seçim yapılamadı. 16 yıllık yönetimi boyunca Şili cehennemi yaşadı. En az 3 bin kişi öldürüldü veya gözaltında ‘kayboldu’, 30 bin kişi hapse atıldı ve büyük çoğunluğu ağır işkencelere maruz kaldı. 200 bin kişi ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Sadece yurtiçinde değil, yurtdışındaki muhaliflerine de suikastlar düzenletti. 1988 yılında uluslararası kamuoyunun baskısıyla referanduma giden Şili’de, Pinochet’nin başkanlıkta kalıp kalmaması oylandı ve “Hayır” oyu çıktı. 1990 yılına kadar diktatörlükle yönetilen ülke, seçimlerden sonra da demokrasiye anında kavuşamadı. 1998 yılına kadar ordunun başkomutanı sıfatını taşıyan Pinochet, ancak 2000 yılında Ricardo Lagos’un iktidara gelmesiyle yaptıklarından sorumlu tutulmaya başlandı. Ancak davalar uzun sürdü. ‘Ömür boyu senatör’ unvanına sahip Pinochet, 1 gün bile hapis yatmadan, 10 Aralık 2006 günü 91 yaşında öldü. Oldukça uzun sürmüş olsa da Şili şu anda demokrasiye kavuşmuş durumda.
ANIL EMRE/GAZETE HABERTÜRK
aemre@haberturk.com