Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Ortaokul öğretmeninin resimlerin altına yazı yazmaması için uyardığı Orhan, önce dünyaca ünlü bir yazar olan Orhan Pamuk’a, sonra da bir “İstanbul ressamına” dönüştü. Üstelik üzeri yazılı olan resimleriyle…Pamuk, içine sığamadığı kalıpları kendi hikayesinde nasıl aştığını Habertürk’e açıkladı.

Read more!

Orhan Pamuk ünlü bir yazardan çok daha fazlası, bir fotoğrafçı, illüstratör, küratör, müze kurucusu ve ayrıca bir ressam. Üstelik o, yazarlığının gölgesinde kalan ressam kimliği gibi herkesin içinde birden fazla sanatçı yaşadığını düşünüyor. Sanatçının bir yazar olarak portresi, herkes gibi çevresinden, sokakta tanıştığı insanlardan, okuduğu gazetelerden, baktığı manzaradan etkilenmiş. Ama onun hikâyesinde öyle bir kırılma noktası var ki, resimlerini sergilemeyi senelerce sırf bu yüzden ertelemiş gibi görünüyor. Yaptığı ağaç resminin altına “ağaç” yazdığı için öğretmeni tarafından arkadaşlarının önünde utandırılan Pamuk, 60 yıl “inatla” resimlerinin üzerine yazdığını ama bunları kimseye göstermediğini itiraf ediyor.

Orhan Pamuk bugünlerde Almanya’nın Münih kentinde, Leihhaus Müzesi’nde açtığı “Şeylerin Tesellisi” sergisinde “çocukken içinde ukde kalan ressamlığını” ilk kez “gizli bir gururla” gözler önüne seriyor. Sergide daldan dala sanatın her kulvarında gezinen Pamuk’un resimlerinin yanı sıra vitrin üslubuyla ürettiği yeni eserleri de var. Bu eserler, hikâyelerini nesneler üzerinden anlatan sanatçının iç dünyasına ve çalışma biçimine ışık tutuyor. Ama en az bunun kadar İstanbul’un ve Türkiye’nin kültürel, sınıfsal, siyasi ve toplumsal tarihini de aydınlatıyor. Pamuk, sergisindeki eserler aracılığıyla kültürel değişim, oryantalizm, oksidentalizm gibi ezeli meselelerimizi hafıza ve kurgu üzerinden yeniden ele alıyor. Onun bir sır verirmiş gibi söylediğine bakmayın; çünkü Orhan Pamuk gerçek bir “ressam” ve çok daha fazlası…

- Yazmak dışında pek çok sanatsal alanda etkinliklerinizi izliyoruz. Nesneler, imgeler ve metinlerden kolajlar şeklinde yapılan eserlerle Masumiyet Müzesi’ni ve şimdi de resimlerinizi paylaştığınız “Şeylerin Tesellisi” sergisini açtınız. Müze kurmak, sergi açmak sizin için romanlarınızdaki kavramsal ve görsel dünyayı yansıtmanın bir yolu mu?

Ben 24 yaşıma kadar bir mühendis ailesinde büyüdüm ve mühendis ailesindeki kara koyundum. Sonra İstanbul adlı kitabımda anlattığım gibi kafamda bir vida gevşedi ve yazar oldum, romancı oldum. Ama 40 yaşında içimdeki ressam dirildi ve bir şeyler yapmak istedim. Bunun bir formülü de bir romanla bir sanat eserini birleştirmekti. Bana kalırsa Masumiyet Müzesi, yani Çukurcuma’daki gerçek müze bir çeşit kavramsal yerleştirme, enstalasyon diyorlar ya aynı zamanda bir roman. Ama müze romanı resimlemiyor, anlatmıyor ya da roman müzeyi açıklamıyor. İkisi arasındaki ilişki zaten romanın son, beş-altı bölümünde aşık Kemal, sevgilisi Füsun’un eşyalarını ararken anlatıyor. Müzelerle romanlar arasında çok benzerlikler vardır. Ama müzeler romanların resimlenmiş şekilleri değildirler. Masumiyet Müzesi bir roman ve bir müze olarak aynı hikâyeyi ele alıyor ama bambaşka şekilde yaklaşıyorlar birbirlerine. Müzelere yalnızca bildiğimiz konuları resim olarak görmek için gitmeyiz, tıpkı romanlar gibi şimdiden kaçmak bu zamanın içinden başka bir zamana sıçramak için de gideriz.

- Masumiyet Müzesi’nin roman ve müze olmak üzere birlikte düşünülmüş bir proje olduğunu biliyoruz. “Şeylerin Tesellisi” sergisini nasıl bir çerçevede düşünüldü?

“Şeylerin Tesellisi” sergisi daha önce daha küçük bir şekilde Dresden Müzesi’nde açılmıştı. Sonra aynı sergi 90 metrekareden 270 metrekareye çıkınca benim eski sanat defterlerim, yıllar boyunca gizli gizli defterlere yaptığım şeyler, guajlarım, suluboyalarım, sanat defterlerim, karalama defterlerimi eskiz defterlerimi onlara gösterdim. Onlar da bu malzemenin içinden bir yerleştirme yaptılar. Mesela, ben Veba Geceleri romanımı yazarken resimlerini yapardım. Bunlar, roman sahnelerini resimleyen resimler değildi, kafama takıldığı gibi yapardım. Ama bunlar Abdülhamit’in sağ olduğu bir dünyadan çıkma resimlerdi ve o resimleri yaparken de Abdülhamit’in fotoğraf albümlerinden de çok yararlandım.

- Bu müzenin dünyayı gezmesinin önemi nedir sizce?

Tabi ki Dresden’de küçük bir girişim olarak sergimin başka müzeler başka şeylere genişleyerek Portekiz’den Çek Cumhuriyeti’ne başka ülkelere davetler alması, büyümesi, benim dolaplarımda gizli gizli yaptığım resimlerin de ortaya çıkması benim gururumu okşuyor. Ben de insanım. Çocukluğumda ressam olmak istemiştim, romancı oldum. İçimde bir ukde kalmış olabilir. Bunlardan zevk alıyorum. Ben romanlarımı başkaları okutacak diye kafamı kaşıyarak yapıyorum, resimlerimi kimse görmeyecek diye daha rahat yapıyorum. Ama şimdi resimler de ortaya çımaya başladı. Hayır da diyemiyorum.

- Serginizi açarken “Yazar olmak için içimdeki ressamı öldürmeye çalıştım” dediniz. Eserlerinizde ya da hayatınızda resim yapmak ve roman yazmak bu kadar iç içe var olurken bunları birbirinden nasıl ayırt ediyorsunuz?

Resim yapmak da roman yazmak da içimden geliyor. İkisinden de çok zevk alıyorum. Resim yaparken daha sorumsuzum, daha rahatım, tıpkı duş yaparken şarkı söyleyen bir erkek gibiyim. Ne yaptığımı bilmiyorum. Söylediğim şarkının da kaydedilip bir yerde dinletileceğini asla düşünmüyorum. Onun için doğru yanlış ne yaptığımı fazla kafa yormuyorum. Roman yazarken yalnızca kendimi ifade etmiyorum. Ayrıca toplumu da ifade ettiğimi, Türkiye’nin ne kadar sorunu varsa laiklikten Osmanlıya, Batılaşmadan Doğululaşmaya, içimizdeki kavgalardan gelecek tasarılarına bizim sorunlarımızı tanıdığım için bunları kitaplarımda bir entelektüel gibi düşüne düşüne yapıyorum. Resim yaparken daha az entelektüelim, daha çok bir zanaatkarım, elim yapıyor resmi, kafam değil. Zekâm ve kültürüm değil. Bu konuları aslında Benim Adım Kırmızı romanımda anlattım. Benim içimde hem bir romancı var hem bir ressam var. Ama düşünüyorum da herkesin içinde var. Ama resim ayrı sanattır, edebiyat ayrı sanattır, bunların ikisini aynı anda yapmayın diyenler var. Ortaokulda bir resim öğretmenimiz vardı, ben bir ağaç resmi yapardım, altına da “ağaç” diye yazardım. Öğretmenim de resmimi kaldırıp sınıfa göstererek “arkadaşlar bakın ne güzel yapmış ama üstüne ağaç diye yazmış, resimlerin üzerine yazı yazılmayacak” derdi. Ben de inadımdan 60 yıldır resim yapıyorum üzerine de yazı yazıyorum. Masumiyet Müzesi de aslında edebiyatla resmi bir birleştirme çabasıdır ve bunlar sanıldığı gibi birbirlerinden o kadar uzak değildir.

- Ressamlık yönünüze gelecek olursak, 35 sene sonra…

50 yıl sonra, 22 yaşındaydım, şimdi 72, utanmıyorum yaşımdan evet. (Gülüşmeler)

- Peki yarım asırdır göstermediğiniz bu yönünüzü şimdi dünyanın görmesini neden istediniz?

Güzel bir soru. Niçin 50 yıl dolaplara resim yaptım, hatta ilk başlarda hiç yapmıyordum, içimdeki ressamı öldürmüştüm, sonra 50 yıl saklamıştım, şimdi ortaya çıkarıyorum? Buna gerçekten gurur, insani zaaf da diyebiliriz. Ama unutmayın, ben Masumiyet Müzesi diye bir müze açtım, bu gerçekti ve çok sayıda ziyaretçileri var. Şu an bir toplumsal imge oluştu romancıdan ayrı, Orhan Pamuk da işte çağdaş bir sanatçı diye. Dünyadaki müze küratörleri yöneticileri tanıyorlar beni, buraya onlar davet ediyorlar. Ben gideyim de sizde sergi açayım demedim, onlar bana geldiler. Avrupa’nın önemli müzelerinden, Portekiz’den Paris’ten, Dresden’den Leihhaus’dan Picasso Müzesi’nden insanlar bana geliyorlar ve ben de onlara hayır, istemem ben romancıyım demiyorum tabii ve çocuksu bir gurur duyuyorum. Biraz da ressam sanatçı arkadaşlarımdan utanarak beni çağırıyorlar, gidiyorum. Acaba yanlış bir şey mi yapıyorum diye ağızlarını arıyorum, soruyorum. Çok dikkatliyim ama bu ilgiye hayır demek de zor.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ