Cumhuriyet’in ilanı sonrası hangi anlamda bir devamlılıktan ya da kesintiden söz etmek mümkün?
Gururla yaşadığımız her yılında sık sık karşımıza çıkan sorudur: Cumhuriyet'in ilanı ile Türkiye siyasi tarihinde hangi anlamda bir devamlılıktan, hangi anlamda bir kesintiden söz etmek mümkün? Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Atatürk Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Rıdvan Akın'la Türkiye'yi Cumhuriyet'e taşıyan eşikleri konuştuk
Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamaları sırasında Uşak’ta çekilmiş bu meşhur fotoğrafta, bir kağnının çevresine toplanmış köylü, eşraf ve memurlardan müteşekkil olduğu anlaşılan ahalinin elinde bir döviz vardır: “Cumhuriyeti Biz Böyle Kazandık”... Bu ikonik kare, bağımsızlık mücadelesine atıfta bulunarak Cumhuriyet’i nasıl kazandığımıza dair simgesel bir vurgu yapsa da 29 Ekim 1923’ü anlatmaya yetmiyor elbet. Cumhuriyet’in ilanını, tarihçiler ve sosyal bilimciler uzunca bir süredir daha geniş tarihsel çerçevede çalışıyor. Bu coğrafyada 1923’ten önce beliren birtakım siyasi ve toplumsal deneyimleri de hesaba katınca Cumhuriyet, bir yandan tarihi bir devamlılığın ürünü. Ama öte yandan da modern Türkiye tarihinin en önemli eşiği olması itibarıyla büyük bir devrim... Peki, Cumhuriyet’in ilanı ile Türkiye siyasi tarihinde hangi anlamda bir devamlılıktan, hangi anlamda bir kesintiden söz etmek mümkün? İşte bu sorudan hareketle, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Atatürk Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Rıdvan Akın’la Türkiye’yi Cumhuriyet’e taşıyan gelişmeleri konuştuk. HT Pazar'dan Alihan Mestçi'nin haberi...
Cumhuriyet’in ilanı siyasi tarihimizde bir devamlılık mıdır, yoksa sert bir kesinti mi?
Cumhuriyet devrimini, Milli Kurtuluş Savaşı’nın veriliş biçiminin sonuçlarından biri olarak değerlendirmek gerekir. Savaş devam ederken, 1921 başında, 85 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla Büyük Millet Meclisi, “Anadolu Devleti’nin” temel organlarını tanımladı. Bu kanun, önemli bir siyasal kırılmaya işaret ediyordu; hâkimiyetin artık millette olduğuna... 1876 Anayasası’nda böyle bir kavrama yer verilemezdi, çünkü monarşik bir rejimdi. II. Meşrutiyet’te, 1909’dan 1914’e kadar yapılan tadillerde de bu anlama gelen bir değişiklik olmadı. Zaten Cumhuriyet’in temelinde Ankara Meclisi’nin Kanun-i Esasi’ye, yani 1876 Anayasası’na aykırı, ihtilalci bir şekilde toplanması var. Böyle bir meclis toplanmamış olsaydı Türkiye’de kanımca Cumhuriyet olmazdı.
Cumhuriyet’in ilanı devamlılıktan ziyade bir kesinti midir yani?
Cumhuriyet’in ilanı, devrimci bir kırılma noktası ve eski rejimin tasfiyesi manasına gelmekle birlikte, 1921 Anayasası’nda yapılan bir değişiklikle gerçekleşti. Kuşkusuz bu değişiklik, TBMM’nin kuruluşundan itibaren devam eden siyasal bir evrimin neticesi olarak da yorumlanabilir. Zaten 1921 Anayasası’nın ilk 9 maddesi ger- çekte örtülü cumhuriyet anlamına geliyordu. 1923’ün 29 Ekim’inde rejimin adını koyan yasanın baş- lığı anlamlı: “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu Tavzihan Tadil Eden Kanun”... Eş deyişle, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu aydınlatarak değiştiren kanun... Yani, bu yasa ilk kez yürürlüğe girdiğinde siyasal anlamı anlaşılamayan bazı noktalar vardı; bunları vuzuha kavuşturalım, aydınlatalım... “Hâkimiyet bila kaydu şart milletindir. Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti Cumhuriyet’tir” ibareleri aslında başlangıçtan itibaren gelişmeleri özetler niteliktedir.
Daha geçmişe gidersek?
Cumhuriyet, Osmanlı entelektüelleri arasında tartışılmayan bir şey değil. Tanzimat’tan (1839) sonra Batı’yla temas artıyor. Fransız Devrimi’nin sonuçlarını gördükten ve bazı müesseseler kodifikasyon yoluyla alındıktan sonra, siyasal şartların da buna uygun zemin hazırlamasıyla birlikte, Cumhuriyet’e ulaşılması mukadderdi diye düşünüyorum. Tabii Milli Kurtuluş Savaşı süresince İstanbul Hükümeti ve halife sultanın tutumu da Cumhuriyetçi fikrin güçlenmesine olanak sağlamıştır. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılıyor; 307 ve 308 sayılı Büyük Millet Meclisi kararları var. O kararlarla eski rejimin tasfiyesini sağlayan en önemli hamle yapılıyor. Egemenlik monarşik otoriteden alınınca devleti kim temsil edecek? Büyük Millet Meclisi... Ama Büyük Millet Meclisi rejimi dediğinizde bir konvansiyon rejiminden bahsetmeniz gerekiyor. Adı konmamış olsa da...
‘İKTİDAR MECLİSE’
“Cumhuriyet ilan edilmeden önce Türkiye’de bir meclis rejimi vardı” diyorsunuz.
Konvansiyon... Meclis üstünlüğü ve kuvvetler birliği var. Ankara’daki Meclis’in kendini her konuda yetkili gördüğünü ve bütün siyasal gücü uhdesinde topladığını görüyoruz. Hani Bolşevik Devrimi sürecinde “bütün iktidar Sovyetlere” var ya; bizde de iktidar Büyük Millet Meclisi’ne... Bu dönemde Devlet Başkanlığı yetkilerini Meclis Başkanı kullanıyor. Mustafa Kemal Paşa hem Meclis Başkanı hem Sakarya Savaşı’ndan önce TBMM kararı ile Başkomutan. Hem de fiilen icra vekilleri heyetinin doğal başkanı. Yani hükümetin başkanı...
Kuvvetler birliği ve meclis üstünlüğü sistemi İttihat ve Terakki deneyiminde mevcut değil mi?
1920 Meclisi’nin kuvvetler birliği prensibini, meşrutiyetin siyasal şemasıyla karşılaştırmak mümkün değil. II. Meşrutiyet’te otoriter bir rejim vardı 1913 Babıali Baskını’ndan sonra. Bu, İttihat ve Terakki önderliğinin otoriter yönetimi idi, meclisin üstünlüğü değil. Düzen Anayasal monarşiydi. İktidar, halife sultanla millet temsilcileri arasında Meclis-i Mebusan aracılığıyla paylaşılıyordu.
‘TÜRKİYE’DE DEVAMLILIK PARLAMENTARİZMDİR’
Tarık Zafer Tunaya, “II. Meşrutiyet, Cumhuriyeti’mizin siyaset laboratuvarı olmuştur” diyor. Bu ne anlama geliyor peki?
Tabii bir laboratuvar. Bir kere Ankara’daki mecliste toplanan milletvekillerinin pek çoğu II. Meşrutiyet’in milletvekili... “Türkiye’de devamlılık neydi” dersek, cevap “parlamentarizm”dir: Parlamentonun varlığı ve parlamenter pratikler... Hatta başlangıçta, Meclis-i Mebusan içtüzüğü Ankara’da da kullanılıyor. Kırılma Cumhuriyet; ama öncesine baktığımızda, 23 Nisan 1920’de Meclis toplandığında pek çok milletvekili bunun aslında 5. dönem Meclis-i Mebusan oldu- ğunu, İstanbul’da münfesih olan meclisin çalışmalarına Ankara’da devam ettiğini düşünmüş olabilir. Kendilerini belki de üçüncü meş- rutiyetin ilk dönem milletvekili farz etmiş olabilirlerdi. Ama yaptıkları şeyin bir devrim olduğunu sonra anladılar.
Ne zaman fark ediyorlar?
Savaş ve meclis içindeki siyasal çekişme devam ettikçe saflaşma netleşiyor Müdafaa-ı Hukuk hareketi ikiye bölünüyor: Birinci ve İkinci Gruplar... İktidar ve muhalefet grupları yani... İleride Cumhuriyet’i ilan edecek kadro Birinci Grup, yani Mustafa Kemal’e bağlı hizip. Cumhuriyet’in ilanını sağlayan şey, aslında saltanatın ilgası... TBMM’yi toplayan liderlik, 5. dönem Meclis-i Mebusan görünümündeki meclisi bir ihtilal meclisine dönüştürmüş ve eski rejimle önce bağları koparmış, sonra da onu lağvetmiştir. Yapılan iş aslında cumhuriyetçilik olmakla birlikte telaffuz edilmiyor şartlar olgunlaşana kadar. 1 Kasım 1922’de saltanat ilga edildiğine göre ülkedeki rejim ne rejimi? Deniyor ki, “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur”. Tamam da Türkiye’yi idare eden o meclisin reisi aslında ne iş yapıyor? Devletin reisi, fiili reisicumhur...
Peki, niye 29 Ekim 1923’e kadar bekliyorlar?
Hilafet meselesi dolayısıyla... Aslında saltanat kaldırıldığında hilafetin sadece gölgesi kalıyor. Halife Abdülmecid Efendi, TBMM tarafından o göreve getiriliyor ve o görevin siyasi bir makam olmadığı, kendisinin Müslümanların halifesi olduğu, kaynağının ise meclis olduğu kendisine ihtar ediliyor. Bir tarafta İstanbul’da meclisin oyuyla seçmiş bulunduğu bir halife, aynı zamanda yine oyla seçerek göreve getirmiş olduğu meclis reisi var. “Biz Ankara’da toplandığımızda meclis reisini aynı zamanda halife ilan etmeliydik” diyen var. “Ee şimdi ne yaptık? Reis-i hükümet İstanbul’daki Abdülmecid Efendi mi, yoksa Gazi Paşa Hazretleri mi?” diye soruluyor. Devletin başının kim olduğunun tasrih edilmesidir Cumhuriyet’in ilanı...
TBMM’nin ilk yıllarında başkanlık kürsüsünün arkasında “Birbirinize danışınız” anlamındaki levha asılıydı. 1925 sonlarında halen mecliste asılı bulunduğu tutanaklardan da anlaşılıyor. Bu ibarenin yerini, “Hâkimiyet-i milliye” alıyor (sağda)
‘Birbirinize danışınız’dan ‘Hâkimiyet-i milliye’ye
Cumhuriyet ilan edilirken Ankara Meclisi’nde asılı levhada “Birbirinize danışınız” yazıyor. Oraya “Hâkimiyet-i milliye” asılacak daha sonra... “Birbirinize danışınız”dan “Hâkimiyet-i milliye”ye nasıl geçtik?
“Veşavirhüm fi’l emr” yazıyor. “Birbirinize danışınız”, Âli İmran Suresi 159. Ayet... Bu parlamentoyu icma-i ümmet kavramı içinde mütalaa etmek, Meclis-i Mebusan’a dini meşruiyet kazandırmak için öne sürülen bir kavramdı. 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi’nin müzakerelerinde bu kavram gündeme gelmişti. “Birbirinize danışınız”ın sonucu parlamentonun varlığı oldu. Kuran’da yazılanlardan farklı olarak temsilcilerin koyduğu yasanın geçerli olması fikri, bir kısım ulema tarafından reddedildi, “Dine aykırıdır, bid’attir” dendi. Ama karşı görüş, “Birbirinize danışınız”ı ortaya attı: “Oturup konuşup karara varacağız...” Parlamento, oturup konuşulan yer demektir. “Birbirinize danışınız”dan “Bir meclis oluşturunuz” sonucunu çıkaran fırka galip geldi 1876’da... Ankara Meclisi, 1876’da başlayan bu hareketin o günkü özgün koşullar altındaki tezahürüdür. “Burada birbirimize danışıyoruz, çünkü ümmet burada toplandı” diye açıklayabilir ulema. Anadolu’daki müftülerin meclisin toplanmasını meşrulaştıran olumlu fetvasını unutmayalım.
Fakat “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” bu meşruiyet gerekçesini değiştiriyor...
Birbirinize nerede danışınız? Mecliste... Peki o meclis neyi temsil ediyor? Ulusu... O halde bu egemen irade kimin iradesidir? Ulusal iradedir... Peki bu irade herhangi bir şekilde başka bir otorite tarafından sınırlanabilir mi? Hayır. Öyleyse hâkimiyet bila kaydu şart milletindir... Kanaatimce Türkiye’nin, siyasal evrimi bu uğrak notlarından geçerek Cumhuriyet’e ulaşılmıştır.
‘1920’ler Cumhuriyet’inin karşısına monarşiyi koymak gerek’
1923’te Cumhuriyet’in ifade ettiği mana ile bugünden bakıldığında Cumhuriyet’e atfedilen mana arasındaki fark nereden doğuyor?
1920’lerin Cumhuriyet’ini anlamak için karşısına monarşiyi koymak gerekir. Ama bugünden baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugününü tartışırken referanslarımız tek parti dönemi olmamalı. Cumhuriyet’in içeriğinin insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik devlet kriterlerine göre değerlendirilmesi gerekiyor. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamıyoruz artık; 21. yüzyıldayız. Günümüzde Türkiye Cumhuriyet’ini “açık toplum” kriterlerine göre çözümlememiz zorunlu.
“Cumhuriyeti, monarşiye karşı konumlanışıyla anlamak lazım”dan kastınız nedir?
Yani o dönem milli hâkimiyet ile kastedilen şey, çok partili hayata geçmek, Anayasa Mahkemesi kurmak, kanunların kazai murakabesi, tek dereceli serbest seçimler yapmak değil. Cumhuriyet, 1920’lerde bu anlama gelmiyor. 18. yüzyılın sonunda Fransa’da cumhuriyet ne ifade ediyorsa, 1920’ler Türkiye’sinde de onu ifade ediyor. Egemenliğin kaynağının millet olduğu ve bunun temsil edildiği yerin de meclis olduğu...
Yani 1923’te aslında çok temel prensipler üzerine anlaşıldı...
Tabii... Şunu da unutmamak lazım: Saltanatı kaldıran birinci meclistir. Ama Cumhuriyeti ilan eden 1923 yazında Lozan sonrası seçilmiş olan daha “Kemalist” ikinci meclistir. Cumhuriyet devrimi yasalarını çıkaran, rejimi cumhuriyetçi esaslara dayandıran ve yeni bir anayasa üreten, bu meclistir. Birinci meclisin siyasal profili meclisin meşruiyetini tescil etmek için saltanatı kaldırmaya yetmiştir. Maksimum performans bu olabilirdi ve bunu da gerçekleştirdi. Saltanatın kaldırılmasını kolaylaştıran parametrelerden birinin “Lozan’a kim davet edilecek” meselesi olduğunu da unutmamak gerekir.
İşgalcilerin gözünde asıl muhatap İstanbul mu?
İstanbul’un muhatap alınması aslında diplomatik bir mesele... Bunu müttefiklerin “Bu suretle Türkleri masada bölelim” stratejisi olarak anlamamız lazım. Büyük Taarruz’dan önce Anadolu’nun barış yoluyla işgal ordusundan temizlendiğini varsayalım. Bence, Başkomutan Mustafa Kemal’in önderliğinde Büyük Taarruz olmasaydı, yani Büyük Taarruz olmadan barışa geçebilecek koşullar gerçekleştirilebilmiş olsaydı Atatürk’ün eline bu kadar fazla siyasi koz geçmezdi. O vakit, mecliste “Tamam sorun çözüldü, haydi İstanbul’a gidelim. Yeniden seçim olsun” denebilirdi. Radikalliği sağlayan aslında hem Batı’nın tutumu hem de İstanbul hükümetinin hâlâ daha “Biz ölmedik” demesi... Hatta Tevfik Paşa, saltanatın ilgasından 3 gün sonra istifa etti. Kime istifa etti? Sadrazamlık mührü elinde kaldı.
Son halife Abdülmecid Efendi.
Hilafet meselesi
“1 Kasım 1922 kararlarından 29 Ekim’e kadar saltanat yok ama hilafet var. Saltanat kaldırıldı ama Osmanlı hanedanından biri, Abdülmecid Efendi Meclis’te yapılan bir oylama ile halife-i müslimin seçildi. Bu ara meclis, bu makamın siyasi bir makam olmadığını da seçilmiş halifeye ihtar etmeyi ihmal etmedi. 29 Ekim 1923’ten halifeliğin kaldırıldığı 3 Mart 1924’e kadar olan dönemde İstanbul’da saltanatsız halife, Ankara’da ise Türkiye reisicumhuru var. Bu, ister istemez bir çelişkiye sebep olacaktı. Bu siyasal çelişki, hilafetin lağvı ve Osmanlı hanedanının yurttaşlıkları kaybettirilerek sürgün edilmeleriyle çözüme ulaştırılacaktır.”