Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema 2023’ün en iyi 20 filmi
        • 1


          (Eo)

          Polonyalı yönetmen Jerzy Skolimowski’nin, Robert Bresson’un 1966 yapımı klasiği ‘Rastgele Balthazar’dan esinlendiği filmde Eo, filmde sirkte doğup büyümüş bir eşek olarak çıkıyor karşımıza. Şov partneri Kasandra ile aralarındaki güçlü sevgi bağını görmemek mümkün değil; ama sirkin iflas etmesiyle yolları ayrılıyor. Film boyunca Eo’nun aslında hep Kasandra’ya ulaşmaya çalıştığını, ondan gördüğü şefkati özlediğini hissediyoruz. Ayrıca, kötü muamele gördüğü her yerden kaçmasına tanık oluyor, özgürlüğüne düşkünlüğünü seziyoruz. Film en basit ifadeyle sevgi ve özgürlük arayan bir eşeğin hikâyesini anlatıyor. ‘Karşısındaki engel ne?’ derseniz; sadece kötü ve zalim insanlardan söz edemem. Evet, onlar film boyunca sürekli karşımıza çıkıyorlar ve Eo’ya gösterdikleri şiddeti nerdeyse içimizde hissediyoruz. Hiç şüphesiz, Eo’ya iyi davranan insanlar da var. Ama Skolimowski’nin altını çizmek istediği asıl nokta, insan olarak hayvanlara bakış açımız… ‘Aİ’, yönetmenliği, görüntüleri, ses tasarımı ve müziğiyle 88 dakikalık özel ve etkili bir sinema deneyimi... Vizyon tarihi: 13 Ocak

        • 2

          Air

          Olaylar 1984 yılında geçiyor. Genç oyuncu Michael Jordan, NBA’in yeni yıldızları arasında… Basketbol ayakkabısı üreten şirketlerin radarına giren ilk starlardan biri. Pazarın lideri Converse ve yükselen marka Adidas onun peşinde… Biz her şeyi Nike adına çalışan Sonny Vaccaro’nun (Matt Damon) gözünden takip ediyoruz. Şirketi kuran ve halka açtıktan sonra CEO’luğunu üstlenen Phil Knight (Ben Affleck), Sonny’nin basketbol bilgisine ve sezgilerine çok güveniyor. ‘Air’, sonunu çok iyi bildiğiniz halde baştan sona ilgiyle takip ettiğiniz filmlerden. Sürpriz olmayan ‘o sonuca’ nasıl gelindiğini merak ediyor; hiç bilmediğiniz detayların keyfini çıkarıyorsunuz. Michael Jordan’ı ‘filmin hem içinde hem dışında’ tutmasını bilen Alex Convery imzalı senaryosu başta olmak üzere ‘Air’ yılın öne çıkan filmlerinden biri. Ben Affleck’in yönetmenliği, oyuncuları, bizi 1980’lere götüren nostaljik şarkıları ve herkes için önemli dersler içeren hikâyesiyle yılın en iyileri arasında. (Prime Video)

        • 3

          Arjantin 1985
          (Argentina, 1985)

          Yönetmen Santiago Mitre, demokrasiye geçen Arjantin’in ‘Bir daha asla’ sloganıyla işkencelerin, adaletsizliklerin, kayıpların ve yargısız infazların hesabını sorma sürecini anlatıyor. Film, darbecileri yargılamadığınız sürece o ülkedeki darbeci ruhu asla yok edemeyeceğinizin örnekleriyle dolu. Savcı Strassera’nın tanıklardan biriyle konuşurken yardımcısına ‘Bu adamlar özgürken kimseyi koruyamayız’ dediği sahneyi akılda tutmak gerek. Sorun, sadece cunta üyelerinin kendilerini yargının üstünde görmeleri değil. Cuntanın liderliğinde insanlık dışı suçları işlemiş insanların kendilerini hâlâ güvende, rahat hissetmelerinde… ‘Arjantin, 1985’, hukukun üstünlüğü ilkesi gerçek anlamda hayata geçirilmediği ve adalet duygusu tesis edilmedikçe, bir ülkenin kendini bulması ve geleceğe odaklanmasının imkânsız olduğunu bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Mitre, seyircilerin duygularını yönlendirmekten kaçınmayan, komedi, aile filmi, gerilim ve politik dramı yan yana getiren bir işe imza atıyor. 140 dakikalık süre, akıcı bir montaj ve Ricardo Darin başta olmak üzere tüm oyuncuların başarılı performansıyla su gibi akıp gidiyor. (Prime Video)

        • 4

          Asteroit Şehir
          (Asteroid City)

          Film, 1950’lerden kalma bir televizyon şovu gibi başlıyor. Şovun, bir tiyatro oyununun hazırlık sürecini anlatacağı söyleniyor bize. Yazarı, oyuncularla yaptığı konuşmaları, sahne arkasını ve kuliste olup bitenleri seyrettiğimiz siyah beyaz sahnelerden oyuna geçtiğimizde renkli bir filmin içinde buluyoruz kendimizi. Ama ‘tiyatro dekoru duygusu’nu açık şekilde hissediyoruz. Belli ki yönetmen Paul Thomas Anderson, TV – tiyatro ve film gibi dramatik anlatı formatları arasındaki geçişkenlik üzerine kuruyor her şeyi. Hikâyeyi de 1950’li yılların bilimkurgu filmleri üzerinden yorumlayabiliriz. Anderson, 1950’lerin ‘paranoyak iklimi’ni, çöldeki atom bombası denemeleri, ABD ordusunun uzaylılardan duyduğu korku ve aşırıya kaçan militer önlemler üzerinden ince bir ironiyle hicvediyor. Bölgeye yıldızları gözlemleme etkinliği ve bilimsel proje yarışması için gelen gençlerin, karantina önlemlerini boşa çıkarması da aynı ironik yaklaşımın parçası. Film, Asteroid City’ye ebeveynlerinden biriyle gelen yalnız gençlerin tutkuları, aralarındaki arkadaşlık bağı ve dayanışmayla ilgili. Anderson gençleri tutkulu ve naif; yetişkinleri ise problemli, pasif ve biraz şaşkın karakterler olarak çiziyor. Vizyon tarihi: 16 Haziran

        • 5

          Başka Bir Hayatta
          (Past Lives)

          Senaryoyu yazan ve yöneten Celine Song’un hayatından izler taşıyan film, zaman içinde birbirlerinden uzak düşen iki çocukluk arkadaşı Nora ve Hae Sung’un yıllar sonra yeniden bir araya gelmelerini anlatıyor. Film iki karakterine, çocukluk, gençlik, orta yaş dönemlerindeki ruh halleri üzerinden bakarak dolaylı yoldan büyümeyi konu alıyor. Öte yandan, her şeyin merkezinde memleket özleminin olduğu hüzünlü bir film seyrediyoruz. ‘Başka Bir Hayatta’ dramatik çatışmaları, karakter değişimleri ve iç aydınlanmalarıyla öne çıkmıyor. Hiç kirlenmeyecek masum çocukluk aşkının duygusal etkileri üzerine hüzünlü bir film seyrediyoruz ve hikâye örgüsünden ziyade ayrıntılar öne çıkıyor. ‘Başka Bir Hayatta’ karakterlerin neler yaşayacağını, nasıl seçimler yapacağını, olayların nereye gideceğini merak ettiğiniz filmlerden değil. Her şey detaylar, anlar, sözler, bakışlar, hisler ve sessizlikler üzerine… Celine Song filmini anaakım karşıtı bir ‘art house’ gibi değil, eski usul duygusal ve hüzünlü bir film gibi çekiyor. Vizyon tarihi: 8 Aralık

        • 6

          Bir Düşüşün Anatomisi
          (Anatomie d’une chute)

          Fransız yönetmen Justin Triet’nin Cannes’da Altın Palmiye kazanan filmine alternatif bir mahkeme gerilimi demek mümkün. Ana karakter, Fransız Alpleri’ndeki bir kulübede eşi Samuel ve gözleri görmeyen oğluyla dış dünyadan yalıtılmış bir yaşam süren Alman yazar Sandra… Eşinin yüksekten düşerek ölmesi sonucunda Sandra, cinayet suçlamasıyla tutuklanıyor. Filmin önemli bölümü, soruşturma süreci ve mahkeme salonunda geçiyor. Samuel’in ölümü çok yönlü, detaylı olarak ele alınıyor; intihar ve cinayet olasılıkları araştırılıyor. Senaryoyu yazan Justine Triet ile Arthur Harari, filmi seyredenlere ayrıcalık yapıp o gün evde gerçekte neler yaşandığını göstermiyor veya açık ipuçları vermiyorlar. Anaakım sinemanın ve bazı seyircilerin asla kabullenemeyeceği bir yaklaşım belki ama film tümüyle bu eksiltme fikri üzerine kurulu. Çünkü film seyirciyi jüri olarak görüyor, sadece eldeki verilere göre karar vermesini istiyor. Vizyon tarihi: 3 Kasım

        • 7

          Bir Skandalın Peşinde
          (May December)

          Samy Burch ve Alex Mechanic’in Mary Kay Letourneau’nun yaşam öyküsünden esinlenerek yazdıkları senaryo, daha çok televizyona yaptığı işlerle tanınan popüler oyuncu Elizabeth’in (Natalie Portman), yeni filminde canlandıracağı gerçek bir karakter olan Gracie (Julianne Moore) üzerine yaptığı araştırmayı konu alıyor. Elizabeth, Hollywood’dan kalkıp Gracie ile birlikte zaman geçirmek Savannah’a geliyor. Yıllar önce ülke çapında büyük bir skandala neden olan Gracie ve genç eşinin ilişkisinin dengeleri, Elizabeth’in gelişiyle bozulmaya başlıyor. Yönetmen Todd Haynes, karakterleri ele alışı, aralarındaki etkileşimi diyalogların ötesine taşıması ve oyuncu yönetimiyle dikkat çekiyor. Gracie ve Elizabeth’i birlikte gösterdiği aynalı kadrajlarda sadece Ingmar Bergman filmlerine açık göndermeler yok. Bu kadrajlarda Elizabeth’in Gracie’ye dönüşme arzusu ile Gracie’nin bu arzudan aldığı haz, ikisi arasındaki ruhsal akrabalık yan yana geliyor. Vizyon tarihi: 29 Aralık

        • 8

          Çocuk ve Balıkçıl
          (Kimitachi wa dô ikiru ka)

          Film, Miyazaki’nin en iyi filmi olarak kabul edilen ‘Ruhların Kaçışı’nda olduğu gibi ‘gizli geçitten başka aleme geçen çocuğun’ serüvenlerini konu alıyor. Annesini kaybetmesinin şokunu atlatamayan ve savaşın gerçekliğiyle baş edemeyen Mahito, girdiği fantastik alemde karşısına çıkan sorunları çözmeye çalışırken önemli kararlar vermek ve sorumluluklar almak zorunda kalıyor. Karşısına çıkan engelleri aşarak hedefine ulaşmaya çalışıyor. Miyazaki’ye özgü masalsı, gizemli bir alem bekliyor bizi. Miyazaki ile Mahito arasındaki benzerlikleri, yani hikâyedeki özyaşamsal etkileri hesaba kattığımızda, her şey daha anlamlı hale geliyor. Annesini savaş sırasında kaybetmiyor Miyazaki ama bombardımanlar nedeniyle ailesiyle taşraya yerleşiyor. Babası filmde olduğu gibi aileye ait savaş uçağı fabrikasında çalışıyor. Babasıyla arası hiçbir zaman çok iyi olmuyor. Güçlü bir bağ kurduğu annesi ise tüm hayatını olumlu yönde etkiliyor. Mahito’nun kuleye girmeden önce yaşadıklarının bazılarını kendi çocukluğundan aldığı belli... Kuledeki serüvenler ise hayal gücünü veya bilinç dışını temsil ediyor. Vizyon tarihi: 27 Ekim

        • 9

          Dolunay Katilleri
          (Killers of the Flower Moon)

          Martin Scorsese’nin, David Grann’ın 2017’de yayımlanan aynı adlı kitabından Eric Roth ile birlikte sinemaya uyarladığı film, 1920’li yıllarda Oklahoma’da yaşanan ve Kuzey Amerika kıtasının yerli halklarından Osage’ları hedef alan seri cinayetleri konu alıyor. Film dışardan bakıldığında, görsel olarak epik bir western izlenimi veriyor. Temelinde ise politik alt metinlerin ağır bastığı sağlam ve realist bir dönem filmi duruyor. Scorsese, bazı sahneleri biçimsel anlamda köpürtmekten uzak duruyor, western ikonografisini öne çıkarmıyor. Stilize anlatıma başvurmuyor, gerçekçi bir hikâye anlatma sineması tercih ediyor. ‘Dolunay Katilleri’, yaklaşık 100 yıl önce ABD’de yaşanan olayları öyle bir ele alıyor ki Avrupa’nın sömürgeci zihniyetinin anatomisini çıkarıyor. 21. Yüzyıl’da beyaz sömürgecilerin Yeryüzü’nün birçok bölgesinde gerçekleştirdiği servet transferi ve soykırımın arkasındaki mantığı görebiliyorsunuz. Politik alt metinleri bir yana, karakterleri, anlatımı ve oyuncularının performanslarıyla yılın en iyilerinden biri. Vizyon tarihi: 20 Ekim

        • 10

          Fabelmanlar
          (The Fabelmans)

          Steven Spielberg’in senaryosunu Tony Kushner ile yazdığı film, otobiyografik nitelikler taşıyor ve usta yönetmen hakkında bildiklerimizi derinleştiriyor. Spielberg’in yıllardır birkaç standart cümleyle andığımız çocukluğunu, gençliğini ‘üç boyutlu’ hale getiriyor. Çocukluğunda 8mm kamera ile yaptığı ilk denemeler; lisede arkadaşlarıyla çektiği konulu kısa filmler ve babasının işi nedeniyle taşındıkları Kuzey California’daki maruz kaldığı ırkçılık ve diğerleri… Öte yandan, başta açılış ve final olmak üzere sürprizler içeren bir film bekliyor bizi. Her şeyin ötesinde, öncelikle annesi Mitzi Fabelman (Michelle Williams), babası Burt Fabelman (Paul Dano) ve kardeşleriyle olan ilişkilerine tanık oluyoruz. Anne ve babasının evliliğine belirli bir mesafe ve nesnellikle bakması ise filmin en çarpıcı ve dürüst yanlarından biri… Bu arada, senaryonun bire bir gerçekler üzerine kurulmadığını; Spielberg’in, anne ve babasının evliliğindeki sorunların asıl nedenini filmdeki gibi genç yaşta değil, ancak yıllar sonra öğrendiğini baştan belirtelim. Hiç şüphesiz Spielberg’in en kişisel filmi olan ‘Fabelmanlar’ gerçeklerin kurgusal bir versiyonunu sunuyor seyirciye. Vizyon tarihi: 6 Ocak

        • 11

          Güzel Bir Sabah
          (Un Beau Matin)

          Eşinin ölümünden sonra çocuğunu yalnız büyüten Sandra Kienzler (Léa Seydoux), hasta babasıyla zorlu, acı bir deneyim yaşarken; Clément ile çok başka bir duygusal serüvenin içinde buluyor kendini. Bu arada, çalışmak ve her koşulda iyi bir anne olmak zorunda. Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve’ın yazıp yönettiği ‘Güzel Bir Sabah’ hayatın içinden çıkıp gelmiş gibi duran sade ve sahici bir film… Öyle sakin, doğal bir akışı var ki kimilerine ‘hikâyesiz’, hatta çok düz gelebilir. Buna karşılık, dramatik çatışma açısından hayli zengin bir malzeme var karşımızda. Karakterler ikilemlere düşüyor, inişler-çıkışlar yaşıyor ve önemli kararlar almak zorunda kalıyorlar. Aşk, yaşlılık, ölüm, ebeveynlik, aile ilişkileri, sorumluluk, bağlılık ve sevgi üzerine bir film seyrediyoruz. Bana sorarsanız, ele aldığı temalar açısından çok yoğun bir yanı var. Ama zihninizi yormayan, duygularınızı manipüle etmeyen bir anlatıma sahip. (MUBI)

        • 12

          Hayat

          Rıza ile Hicran taşrada gelenek, görenek, itaat döngüsü içinde yolunu bulmaya çalışan iki genç… Modernleşmenin henüz yaşanmadığı, insanlara birey değil sürünün parçası olarak bakılan bir sosyal ortamın içinde yaşıyorlar. Buna karşılık, her ikisi de kendilerine yapılan dayatmaların döngüsünü kırmak ve birey olmak adına önemli adımlar atıyorlar. Gerçi ‘dayatmalar döngüsü’nün dışına çıkmak istediklerinin tam olarak farkında değiller. Sevgiyi arıyorlar ama tekrar o döngünün parçası olmaya çok yakınlar. Bazen kendilerini ve eylemlerini anlamadıklarını hissediyorsunuz. Ama acı çekmekten korkmayan, gerektiğinde kendileriyle yüzleşmekten çekinmiyorlar. İkisi de aşka kolay yoldan değil en zor yoldan ulaşmak istiyor. Çünkü hepimiz gibi onlar da gerçekten sevilmek ve gerçekten sevildiklerini hissetmek istiyorlar. Aralarında dini bayramlarda kadının eşinin elini öpüp öpmemesi gerektiğini konuşuyorlar belki; ama maddi değerleri ve hayata tutunmayı bir yana bırakıp sadece sevgi aramaları, onları gözümüzde ayrı bir yere koyuyor. Vizyon tarihi: 15 Aralık

        • 13

          Karanlık Gece

          Hikâye müzisyen İshak’ın (Berkay Ateş), annesinin ağır hastalığı nedeniyle, doğup büyüdüğü dağ kasabasına dönmesiyle başlıyor. İshak’ın 7 yıl önce yaşanan bir olay nedeniyle aile evinden uzakta kaldığını; her şeyi geride bırakmak istediğini anlamak zor değil. Geçmişte olup biten her şey, bölgeye yeni atanan genç ve idealist orman mühendisi Ali’yle (Cem Yiğit Üzümoğlu) ilgili… Nerdeyse adımını attığı anda, kasabadaki erkekler grubunun profiline uymadığı için dışlanıyor. Şehirli, eğitimli, kültürlü biri olması rahatsızlık yaratıyor. Aydın düşmanlığının giderek yaygınlaştığı bir ülke için kuşkusuz şaşırtıcı değil. Doğayı sevmesi ve ormandaki hayvanları korumaya çalışmasıyla da dalga geçiliyor. Ali’yi homofobi üzerinden mahalle baskısı altına alıp, yalnızlaştırıp güçsüzleştirmeye çalışıyorlar önce. Taşra, filmde eril iktidarın menfaat ağları üzerinden faşizme doğru evrildiği karanlık, zehirli bir yer olarak tasvir ediliyor. Özcan Alper’in yönettiği ‘Karanlık Gece’, senaryosu, anlatımı, gerilimiyle yılın en iyilerinden biri. Vizyon tarihi: 28 Nisan

        • 14

          Kızıl Gökyüzü
          (Roter Himmel)

          İki genç arkadaş Felix (Langston Uibel) ve Leon (Thomas Schubert), çalışmak için Felix’in ailesinin Baltık Denizi kıyısındaki yazlık evlerine gelirler. Felix, sanat okulu için portfolyosunu hazırlamayı; Leon ise Berlin’den gelecek yayıncısını beklerken ilk roman üzerinde çalışmayı planlar. Ama onlardan habersiz şekilde yazlıkta kalan ve geceleri sevgilisini eve alan Nadja (Paula Beer), Leon’un keyfini kaçırır. Öte yandan, ona duyduğu ilgiyi hissetmemek mümkün değildir. Alman yönetmen Christian Petzold, olayları huzursuz, tedirgin ve mızmız Leon’un gözünden anlatır. Leon mutsuzluğunu başkalarına bulaştırmak isteyen insanlardandır. Çevresindeki mutluluğa, eğlenceye engel olamadığında keyfi kaçar. Sadece kendi dertlerine, hedeflerine odaklanmasına kimse itiraz etmez ama huysuzluğu bazen katlanılmaz hale gelir. İlk bakışta katlanılması güç görünse de yaşadığı tüm duyguları, çelişkileri ve iç çatışmalarıyla Leon’u gözlemlemek giderek daha ilginç hale getirir. Vizyon tarihi: 24 Kasım

        • 15

          Kuru Otlar Üstüne

          Filmde iki ana öykünün yanı sıra bir de yan öykü var. Üçünü birbirine bağlayan, Doğu’daki bir köy orta okulunda resim öğretmenliği yapan Samet (Deniz Celiloğlu) değil sadece. Memleketin yakın tarihi ve bölgedeki ruh hali de derinden derine her şeyi birbirine bağlıyor. Bölgede geçici ve kalıcı olan bireylerin farklı ruh hallerine sahip olması, hikâyeyi alttan alta şekillendiren bir başka unsur… Samet ‘geçici’ olan biri. Köyde son yılını yaşıyor. Hiçbir şekilde aidiyet bağı kurmadığı, kurmak istemediği bir yer olduğunu saklamıyor; kendisini yabancı olarak görüyor. Paralel anlatılan üç öykünün ilki, Samet’in okul hayatı ve orada yaşadığı güler yüzlü, delişmen kız öğrencisi Sevim’le (Ece Bağcı) yaşadığı taciz krizi çevresinde dönüyor. İkinci öykü, ilçede İngilizce öğretmenliği yapan Nuray (Merve Dizdar) ve aynı lojmanı paylaştığı arkadaşı Kenan’ın (Musab Ekici) dahil olduğu ‘bir çeşit aşk üçgeni’ üzerinden ilerliyor. Yan öykü ise Samet’in, Veteriner Vahit (Yüksel Aksu) ve iş bulup köyden gitmeye çalışan genç Feyyaz’la (Münir Can Cindoruk) olan ilişkisi üzerine kurulu. Nuri Bilge Ceylan sineması, bir kez daha tekrara düşmeden şaşırtıcı, kafa karıştırıcı ve heyecan verici olmayı başarıyor. Vizyon tarihi: 29 Eylül

        • 16

          Oppenheimer

          Yönetmen Christopher Nolan, Oppenheimer’ın karakter analizini filmde iki bölümlü olarak ele alıyor. İlk bölüm, Oppenheimer’ın Los Alamos’taki tesiste hazırladığı atom bombalarının askerlere teslim edilmesiyle sona eriyor ve ‘devre dışı’ kalmasıyla ikinci bölüm başlıyor. Hiroşima ile Nagazaki’ye atılan bombalar, Oppenheimer için kırılma noktası haline geliyor ve olaylara bakış açısı değişiyor. Film Oppenheimer’ı bir Amerikan kahramanı olarak sunmuyor; olumlu - olumsuz yanlarıyla, çelişkileri, ikilemleri, hataları ve erdemleriyle ele alıyor. Japonya’nın teslim olmadan sonuna kadar savaşma kararlılığı, bombanın kullanılmasını onun gözünde de rasyonalize ediyor. Ama bombaların atılmasını izleyen dönemde Oppenheimer, siyasilerin ve askerlerin eline nasıl bir güç geçtiğini gördükten sonra barışı desteklemeye, nükleer silahlara karşı çıkmaya ve ulusal güvenlik politikalarını sorgulamaya başlıyor. İşte tam da bu aşamada, devletin gözünde ulusal kahramandan hain komüniste dönüşüyor. Nolan tüm bu süreçte ana karakterine sempati ve anlayışla bakıyor. Asıl hedefi ise Soğuk Savaş döneminde ABD’de anti komünizm üzerinden yükselen militarizm ve aşırı sağ zihniyeti eleştirmek. Vizyon tarihi: 21 Temmuz

        • 17

          Sessiz Kız
          (An Cailín Ciúin)

          Taşrada kalabalık ailede yaşayan ama hem evde hem okulda yalnızlık çeken kız çocuğu Cáit, yaz tatilinde annesinin kuzeni ile eşinin yanına gönderiliyor. Colm Bairéad’ın düşük bütçeyle gerçek mekânlarda çektiği ‘Sessiz Kız’, anlatımındaki sadeliğiyle öne çıkıyor. Bairéad, her şeyi Cáit’ın algı dünyası etrafında kuruyor. Fazlalıkları dışarda bırakan, dar çerçeve, yani 1.37:1 formatı doğru bir tercih. Diyaloglardan ziyade yüz ifadeleri, bakışlar, anlar ve nesneler; dış çekimlerde ise doğa öne çıkıyor. ‘Sessiz Kız’, dönem filmi olarak 1981’in İrlanda taşrasını betimlerken. Colm Bairéad, tarihsel olaylara açıktan girmiyor. Ama tarihi açıkça vurguladığı için filmden sonra biraz araştırdığınızda, o dönemde İrlanda’da yaşanan sıkıntılı siyasal süreç ve IRA mahkumlarının trajik sonuçlara yol açan açlık grevleri hakkında bilgi alabiliyorsunuz. Özetle, ülkenin karanlık dönemlerinden birinde geçen ve bir çocuğun sevgi ihtiyacını bütün yakıcılığıyla anlatan bir film seyrediyoruz. Claire Keegan’ın kısa öyküsünden yola çıkarak, İrlanda dilinde çekilen ‘Sessiz Kız’, sevginin gücüne dair hikâyesi; yalın anlatımı, oyuncuları ve görüntü yönetimiyle öne çıkan bir film. Vizyon tarihi: 10 Mart

        • 18

          Sekiz Dağ
          (Le otto montagne)

          Film, yaklaşık 30 yıla yayılan süre içinde, çocukluktan yetişkinliğe uzanan bir arkadaşlığın hikâyesini anlatıyor. Pietro ve Bruno, İtalyan Alplerindeki dağ köyünde tanışıyorlar. Pietro, dağlarda keşif amaçlı gezileri çok seven doğa âşığı kimyager Giovanni’nin oğlu. Babası Torino’daki fabrikada çalışıyor ve Pietro’nun annesiyle yazı geçirdiği dağ köyüne ancak izin günlerinde gelebiliyor. Köyde dört mevsim yaşayan tek çocuk olan ve annesiz büyüyen Bruno ise bir duvar ustasının oğlu. Babası sürekli uzaklarda olduğu için amcasıyla yengesinin yanında kalıyor ve onların her işine koşturuyor. İki çocuk çabuk kaynaşıyor ve vakitlerini birlikte geçiriyorlar. Ayrı geçirdikleri yıllardan sonra iki yetişkin olarak bir araya geldiklerinde ise ikisi de henüz hayatlarına yön verememiş durumdalar. Felix van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch’in yönettiği film büyümek, baba-oğul bağları, arkadaşlık ve doğa – insan temaları üzerine kurulan bir film. Vizyon tarihi: 24 Mart

        • 19

          Seul’a Dönüş
          (Retour à Séoul)

          Film, Güney Kore’de yabancıların evlat edinme oranının zirveye çıktığı dönemde, Fransız bir çift tarafından 1980’lerin sonunda evlat edinilen Freddie’nin hikâyesini anlatıyor. Biyolojik ebeveynlerini arayan birçok Koreli yetişkinin Freddie gibi davranmayacağı, farklı tepkiler vereceğini kestirmek zor değil. Ama yazar – yönetmen Davy Chou’nun, evlatlıkların Kore kültürüyle yaşadığı kültürel çatışmayı ortalama bir karakter üzerinden anlatmak istemediği belli. Tam aksine, psikolojik olarak uç noktalarda dolaşan bir karakter üzerinden bakmak istiyor yaşanan sürece. Freddie kendi derinlerinde kırgın ve üzgün olsa da dışarıya bunu yansıtmıyor, hiçbir şeyi umursamazmış gibi görünüyor. Sorulduğunda, Seul’a tesadüfen geldiğini, biyolojik ebeveynlerini bulmayı önemsemediğini söylüyor. Ama davranışlarına, eylemlerine baktığınızda, tam tersi bir eğilim görüyorsunuz. Koreli anne babasını bulmak için ne gerekiyorsa onu yapıyor. (MUBI)

        • 20

          The Banshees of Inisherin

          Pádraic (Colin Farrell), yıllardır her öğlen köyün pub’ında birlikte bira içtiği arkadaşı Colm’u (Brendan Gleeson) almak için evine uğruyor. Colm ona kapıyı açmadığı gibi pub’a da gelmiyor. Karşılaştıklarında ise onunla artık görüşmek istemediğini söylüyor. Gerekçe de göstermiyor. Pádraic durumu kabullenemiyor ve Colm’un peşini bırakmıyor. Her şey bir arkadaşlığın aniden bitirilmesi ve bunun köy hayatındaki etkileri üzerine; ama anakarada süren İç Savaş’ı unutmamak gerek. Sömürgeci İngilizlere karşı değil, kendi içlerinde savaşıyorlar. Savaşın sesleri uzaktan, denizin karşı kıyısından geliyor ama adadaki etkisini hissediyoruz. İrlanda halkını birbirine düşüren İç Savaş, kasvetli bir ruh hali olarak küçük adanın üzerine çökmüş gibi… Karakterler film boyunca siyaset konuşmuyor ama İç Savaş’ın tüm toplumu ve Inisherin köyünü zehirlediğini seziyoruz. Buna karşılık, Pádraic - Colm arasındaki ‘kardeş kavgası’nı ve tüm filmi, İç Savaş üzerinden okuyup defteri kapatmak doğru değil. McDonagh’ın önceki işlerinde olduğu gibi karakterler ve onların ilk başta anlaşılmaz, tuhaf gibi görünen davranışları üzerinde düşünmeye başladığımızda film psikolojik derinlik kazanıyor. Vizyon tarihi: 3 Şubat

        Yazı Boyutu

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ

        Habertürk Anasayfa