Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema Robert De Niro’nun en iyi 10 performansı
        • 1

          MEAN STREETS (1973)

          Hem Martin Scorsese’nin hem Robert De Niro’nun kariyerindeki dönüm noktalarından biri… Filmin ana karakteri, Harvey Keitel’ın canlandırdığı Charlie’dir. Küçük İtalya’nın sokaklarında mafya patronu amcasının yanında çalışır. Başka dertleri vardır ama film ilerledikçe yakın arkadaşı Johnny Boy’un (Robert De Niro) hayatının en büyük sorunu haline geldiğini görürüz. Johnny, kimsenin sözünü dinlemeyen, borçlarını ödemeyen, sürekli sorun çıkaran, gözü yükseklerde biridir. Johnny’nin yakında ‘biletinin kesileceği’ni anlayan Charlie onu korumak için elinden geleni yapar. Ama Johnny, Charlie’nin uyarılarına kulak asmaz. De Niro, Johnny’yi, Metot Oyunculuğu tekniğiyle öyle bir yorumlar ki aktörü tümüyle unutur, karaktere yoğunlaşırız. Katlanmakta zorluk çektiğimiz bir karakterdir belki ama olanca gerçekçiliğiyle orada karşımızdadır. O yıllarda filmi seyredenler, De Niro’nun oyunculuğundan söz etmeden geçemezler. Kaldı ki, bu filmin ardından kariyerinin en önemli teklifleri peş peşe gelmeye başlar.

        • 2

          BABA II (1974)
          (The Godfather Part II)

          Yönetmen Francis Ford Coppola, ‘Baba’nın (1972) kazandığı büyük başarının ardından sadece bir devam filmi çekmek istemiyor, baba ile oğulun farklı dönemlerdeki ve aynı yaşlardaki hikâyelerini paralel olarak anlatmak istiyordu. Michael Corleone’yi elbette Al Pacino oynayacaktı. Don Corleone’nin gençliğini ise ‘Mean Streets’ ile çıkış yapan Robert De Niro’ya teslim etti. De Niro’nun kariyeri için çok önemli bir adımdı. İlk filmde Marlon Brando gibi efsane bir oyuncunun canlandırdığı karakterin gençliğini oynayacaktı. Vito Corleone’nin, ‘Mean Streets’de canlandırdığı Johnny Boy karakteriyle İtalyan kökenli olmak dışında uzak yakın hiçbir ilgisi yoktu. De Niro, ailesini korumak, oğullarını geçindirmek isteyen yoksul bir göçmenin yükseliş öyküsünü ilk filmdeki karakterle olan bağını hiç koparmadan, gösterişsiz ama çok sağlam bir yorumla getirdi karşımıza. Aslında Al Pacino ile birlikte başrol oynadıkları bir filmdi. Ama yardımcı kategoride aday gösterildi ve Akademi de ona ilk adaylığında Oscar’ı verdi.

        • 3

          TAKSİ ŞOFÖRÜ (1976)
          (Taxi Driver)

          Vietnam gazisi New Yorklu taksi şoförü Travis Bickle, bugün sinema tarihinin en unutulmaz anti kahramanlarından biri olarak anılıyorsa bunda hiç kuşkusuz Robert De Niro’nun çok büyük bir payı var. 33 yaşındaki aktör, kariyerinin ilk yıllarında tam bir Metot Oyuncusu gibi uzun bir hazırlık dönemi geçirirdi. Travis karakteri için yönetmen Martin Scorsese ile uzun bir ön çalışma yapmışlar, karakterin filmde söz edilmeyen geçmiş öyküsünü birlikte oluşturmuşlardı. Ayrıca filmdeki rolü için New York’ta bir süre farklı vardiyalarda taksi şoförü olarak çalışıp, yolcu taşımıştı. Travis Bickle, daha önce oynadığı hiçbir karaktere benzemiyordu. Aslına bakarsanız. Travis’in sinema tarihinde de çok fazla bir benzeri yoktu. İyi ya da kötü adam değildi. Bundan çok daha fazlasıydı. Bir sosyopat olmasına karşılık kendini hep iyilerin yanında gören ve silahla kahraman olunabileceğine inanan biriydi. ‘Taksi Şoförü’ bugün bir modern klasik olarak kabul ediliyor. De Niro’nun Travis Bickle yorumu ise sinema tarihinin en iyi oyunculuk performansları arasında yer alıyor.

        • 4

          AVCI (1978)
          (The Deer Hunter)

          Robert De Niro’ya 4 yıl içinde üçüncü Oscar adaylığını getiren film, Vietnam Savaşı’na giden Pennsylvania’lı üç işçi arkadaşın hikâyesini anlatır. ABD ordusuna katılmadan hemen önce kasabada, herkesin çılgınca eğlendiği bir düğün töreninde tanıdığımız Michael (De Niro) ve Nick (Christopher Walken), savaş sırasında ağır deneyimler yaşar, esir düştüklerinde Rus ruleti oynanmaya zorlanırlar. Savaş ikisi için de masumiyetin kaybı anlamına gelir. Ancak her ikisi de süreçten farklı etkilenirler. Michael daha güçlü kalır, Nick ise yaşadığı travmadan çıkamaz… Michael, savaş sonrasında Nick’i kurtarmak üzere bir kez daha Vietnam’a dönmek zorunda kalır. De Niro, film boyunca çok farklı psikolojik aşamalardan geçen Michael karakterini derinlerden yakalayan gösterişsiz ama güçlü bir yorumla gelir karşımıza. Michael Cimino’nun yönettiği ‘Avcı’, o yıl en iyi film dahil beş kategoride Oscar alır.

        • 5

          KIZGIN BOĞA (1980)
          (Raging Bull)

          Robert De Niro, eski orta sıklet dünya boks şampiyonlarından Jake La Motta’nın otobiyografisini ‘Baba 2’ filminin setinde okur. La Motta’nın üslubunu sevmese de hayat hikâyesinden çok etkilenir. Kitabı alıp Martin Scorsese’ye götürür ama olumlu yanıt alamaz. Scorsese boks filmi çekmek istemediğini söyler. Yapımcılar ise ancak Scorsese yönetmenliği kabul ederse proje ile ilgileneceklerini söylerler. De Niro, birkaç yıl sonra Scorsese’i nihayet ikna edebildikten sonra Jake La Motta ile irtibata geçer ve onunla uzun zaman geçirir. La Motta’nın gözetiminde boks eğitimi almakla kalmaz, uzun antrenmanların ardından birkaç boks maçı dahi yapar. Scorsese ile birlikte senaryoya son halini birlikte verir ve oyuncu kadrosunu birlikte oluştururlar. Bir oyuncu olarak her aşamasına dahil olduğu filmde, kıskançlık krizleri ve çeşitli kompleksleri nedeniyle kendisine ve yakınlarına hayatı zehir eden Jake La Motta’da mükemmel bir performans çıkarır, Oscar başta olmak üzere birçok ödül kazanır. ‘Kızgın Boğa’ bugün hem Scorsese’nin hem de De Niro’nun en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyor.

        • 6

          KAHKAHALAR KRALI (1982)
          (The King of Comedy)

          Rupert Pupkin, seyirciler açısından Robert De Niro’nun canlandırdığı en kafa karıştırıcı karakterlerden biridir. Pupkin, aslında kimseye şiddet uygulayabilecek kötü biri gibi görünmez. Ama ünlü ve başarılı olma hayaline öylesine kilitlenmiştir ki bir noktadan sonra istekleri üzerindeki kontrolünü kaybettiği açıktır. De Niro karakteri hiç yargılamadan, olaylara onun cephesinden bakarak ve ona hak vererek yorumlar. ‘Kahkahalar Kralı’ anaakım filmlere alışmış seyirci açısından zor filmdir. Sahnede yaptığı tek kişilik komedi şovlarına sonuna kadar inanan Rupert Pupkin, ünlü olmak ve başarıya ulaşmak için idolü olarak gördüğü Jerry Langford’u (Jerry Lewis) kaçırır. Olaylar çok da seyircinin istediği yönde gelişmez. Robert Pupkin’in yanında durmak hiç kolay değildir ama De Niro onu anlamamızı sağlar, bizi karışık duygulara sürükler ve kariyerinin en iyi performanslarından birine imza atar.

        • 7

          BİR ZAMANLAR AMERİKA (1984)
          (Once Upon a Time in America)

          Harry Grey'in romanından Sergio Leone'nin de dahil olduğu kalabalık bir kadro tarafından sinemaya uyarlanan film, yaklaşık 35 yıllık bir dönemde yaşananları lineer olmayan bir hikâye kurgusuyla anlatır... İki arkadaşın çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık çağını kapsayan hayat hikâyesi, 20. yüzyıl ABD tarihinin kritik sayfaları arasında şekillenir... Usta yönetmen Sergio Leone, aşk, ihanet ve arkadaşlığa odaklanır; insanın her şeyin sonunda ne elde edebildiğini sorgular. De Niro, filmin ana karakteri David ‘Noodles’ Aaronson’un farklı yaşlarındaki ruh hallerini, tutkularını, günahlarını incelikle yorumlar. Gerçek süresi 3 saat 49 dakikadır ama ABD’li dağıtımcılar Leone’nin versiyonunu katlederek filmi 2 saat 19 dakikaya indirirler. Eleştirmenlerin öfkesiyle karşılaşan bu kısa versiyon, ABD’de hiç beğenilmez. İşte bu yüzden, De Niro’nun başarılı performansının değeri, Avrupa’ya göre çok daha geç anlaşılır kendi ülkesinde.

        • 8

          UYANIŞLAR (1990)
          (Awakenings)

          Oliver Sacks’ın otobiyografik nitelikler taşıyan kitabından uyarlanan filmde Robin Williams, meslektaşlarının muhalefetine rağmen alternatif bir ilaç tedavisiyle yıllardır uyuyan hastaları ayağa kaldırmayı başaran bir doktoru canlandırır. Özellikle, çocukluğundan beri uyuyan Leonard’ı (Robert De Niro) yeniden hayata döndürmek için yoğun çaba sarf eder. Leonard iyileşip hayata döndüğünde önce uyum sorunlarıyla karşılaşır ama hepsini aşmaya hazır olduğunu hissederiz. Tedavinin beklenmedik yan etkilerini aşmak ise o kadar kolay değildir. De Niro, en iyi erkek oyuncu dalında Oscar adaylığı kazandığı filmin ikinci yarısında nörologların çok gerçekçi bulduğu müthiş bir performans gösterir. Özellikle bazı sahnelerde De Niro’yu seyretmek çok üzücü bir deneyimdir.

        • 9

          KORKU BURNU (1991)
          (Cape Fear)

          Eleştirmenler, Martin Scorsese’nin imzası taşıyan, 1962 yapımı aynı adlı filmin yeniden çevrimi konusunda ikiye ayrılırlar. Kimisi beğenir kimisi vasat bulur. Ama üstünde anlaştıkları tek bir nokta vardır. O da Robert De Niro’nun Oscar’a da aday gösterilen mükemmel performansı. De Niro, Robert Mitchum’ın orijinal filmdeki yorumunu tümüyle bir yana bırakır. 14 yıl cezaevinde avukatından intikam alma hayalleriyle yaşayan tecavüz suçlusu Max Cady’yi çok daha tehlikeli ve rahatsız edici bir karakter olarak yorumlar. Sorunu sapkınlık değil, tümüyle hedefine kilitlenmiş olmasıdır. Kesinlikle aptal değildir. Zekâsını kullanmayı bilir ve kendi ahlaki kodlarına göre hareket eder. Filmin akışı içinde seyirciyi yıpratan bir karakterdir. Öte yandan, De Niro’nun oyunculuğunu seyretmek büyük keyif verir.

        • 10

          BÜYÜK HESAPLAŞMA (1995)
          (Heat)

          Michael Mann'in yazıp yönettiği “L.A. Takedown”, ABD televizyonlarında 27 Ağustos 1989'da yayınlandı. Mann, 6 yıl sonra aynı senaryoyu yeniden ele aldı ve onu 97 dakikalık bir TV filminden 2 saat 50 dakikalık gösterişli bir sinema filmine dönüştürdü. Hikâye aynıydı. Ama ikinci film her şeyiyle o kadar iyiydi ki, ilki onun yanında neredeyse müsvedde gibi kalıyordu. En etkileyici yanı, sadece biçimsel olarak değil duygusal olarak da ilk filmden daha güçlü olmasıydı. Çünkü Mann, bu kez karakterlere büyük özen göstermiş, Al Pacino ve Robert De Niro gibi iki büyük oyuncuyla çıkmıştı yola. De Niro, filmde “büyük balık” peşinde koşan usta soyguncu Neil McCauley’yi canlandırıyordu. Onu yakalamak isteyen tutkulu poliste Pacino, duygularını sürekli dışa vuran ve çok konuşan bir polisti. De Niro ise buzdağı kadar serinkanlı, çok sakin, özgüvenli ama aynı zamanda melankolik bir karakterdi. Zıtlıkları filme çok şey katıyordu. İkisini bir araya getiren kafe sahnesi ise filmin zirve anlarından biriydi.

        Yazı Boyutu

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ

        Habertürk Anasayfa