İki şehrin efendisi makamında
Hayali bile cihana değer: Venedik için bir proje çiziyorum. Henüz genç bir mimarım: Taze diplomalı... Ve bu konu çok cazip. Baştan çıkarıcı! Sadece Venedik her hayale kaşık tutuyor değil. Zaten kafalar hayaller katında. Aşağı inemiyorlar ki...
Önümüzdeki bir bienal projesi. Ve sıkı durun... İşin başında “Aldo Rossi” oturuyor! Rossi kim mi ? O bir efsane... İtalyan mimarlığına makas değiştirtmiş. Demiryolcu tabiri ile... “Yeni menzil beyanı!” Yolcular bambaşka bir istasyonda inecekler... Ana Kanal, Canale Grande üzerinde bir müze: Peggy Guggenheim Müzesi.
Ali Esad Göksel'in HT Cumartesi'de yer alan yazısına göre, burası rüya şehrin en güzel noktalarından birisi... Amerikalı “zengin ve uçuk hanımın eski evi”. Peggy Hanımefendi söylemesi ayıptır: Solomon Guggenheim’ın yeğeni... Ve bu aile çok meşhur, sadece servetleri ile değil. Philantrophy’nin ilk aktörlerinden olmuşlar.
O ne demek? Başkaları için kafa yormak... Bitmedi; para harcamak demek... Bugün küresel ölçekte itibarın maymuncuğu. Kaç paranız var? Sizi ekonomi sayfası konusu yapıyor. Aklınızdan geçen günümüzün aristokratı mı olmak? Artık mavi kan fuzuli, bahsi diğer... Şunu soracaklar: Toplum için ne yaptın? Kalıcı bir söz söyledin mi? Şayet yoksa, geleceği geçiniz, an itibari ile de yoksunuz. Amca Guggenheim’ın New York’taki müzesi 80 yıllık! “Wright’ın projesi” halen ilham verici.
Ama gelelim yeğeni Peggy Hanım’a. Çapkın kızımız eski kıta aşk hayatının vakanüvisi adeta. Mesela Samuel Beckett, bilinenlerden “kısa süreli” birisi... Artık “sevgililer kataloğunun hacmini” anlayasınız. Ama dedik ya, para idi, aşk idi, şöhret idi... Bunların hepsi geliyor, yaşanıyor ve geçiveriyor... Peggy neden hâlâ dilimizde? Koleksiyonu ve müzesi ile... Aldo Rossi bienale katılanlara şunu soruyor: “Bu koleksiyon nasıl sergilenir? Şu projenizi dinleyelim...” Tasarladığım müze için neler okuduğum hatırımda... Bir de Semavi Eyice’yi arayışım. Hoca’nın “gel” deyişi... Eyice önde gelen bir Bizans uzmanı idi.
İstanbul ve Venedik ilişkilerinin de efendisi...
VEZNECİLER BİZANS’IN NERESİ OLA!
Bugün gibi hatırımda, Semavi Bey’e sordum: “Hoca, burası neresi idi?” Cingöz bir bakışla sektirmediği: “Efendim, burası Forum Tauri ve ondan sonra...” Vakit kaybetmeye tahammülsüzlerin dünyası! Tarihi Yarımada’ya zaafım vardır. Her yerine, her bir köşesine...
“Vezneciler” de çok hoş bir noktadır. Açıkcası semt diyemedim, neden? Çünkü benim bildiğim Vezneciler... Okuduğumuz, “anlatılan o semt” değildi. Karmaşık, oluru ve olmazı ile süregelen, o eski semtlere mahsus “komşuluk ilişkileri...” Çoktan yok olmuş, elimizden kayıp gitmişti. Bu yeni yer var ya. Bizim mektebin arka bahçesiydi. İstanbul Erkek Lisesi’nin yanıbaşı Nuruosmaniye... Arkası ise Beyazıt Meydanı ve Vezneciler’e uzanırdı... Benim gördüğüm ise çoktan başkalaşmıştı: “Yeni Vezneciler” diye umuma ayak uyduralım. Bizim şehirciliğimiz de böyledir, bize benzer. Durmadan kabuk değiştirir, isimler bile sürmez...
Farkındayım, yaşlı insanlar gibi eskiyi kutsamadayım. Ne yapabilirim: Mimarlık eğitimi ile böyle biçimlendirildik. Eskinin yerine yeni yapılanların ruhsuzluğunu okuyabiliyoruz. Elbette şu da var: Her geçen gün yaşımıza eklenmede...
Ezcümle sonuç şu: Bu benzersiz şehir elimizden kayıyor.
Öte yandan ne çare elimizdekilerle yaşamak da bir keyfiyet. Vezneciler olarak Fen ve Edebiyat Fakültesi’ni bildik...Tamam binanın ölçeği kaçmış: Ne var ki o yıllar öyle zamanlar. “İkinci Savaş” bitmiş. Etkiler daha devrede, berdevam. Acaba Almanya’dan gelen mülteci hocalar, fakültenin mimarisi için ne düşündüler idi ? Meraktayım...
Kitap almaya gider bakınırdım, fakülte “mimari dersi” gibi idi. Detaylar inanılmaz mükemmellikte idiler. Sedad Hakkı Eldem ve Emin Onat’ın ortak projesi idi. Sedad Hakkı Bey’i yakın tanıdım, şans işte, hocam da oldu... Projeleri malum... Emin Onat ise çok az inşaat yaptı. Ankara’daki Cenap And Evi ve Anıtkabir meşhur olanlar. Hâlâ meraktayım, “Vezneciler Anıtsallığı’nın Sözlüğü” kime aittir? Emin Onat’tan daha çok şüphedeyim. Neden mi? Paul Bonatz’a yakındı da ondan. Bakınız Stuttgart Tren Garı! Bizim Semavi Hoca da malum “fakültenin efendisi” idi. Makamı avluya bakan irice bir oda, kitaplar, kitaplar, kitaplar... Ve bir de rahmetliden kulağımda kalan iki ses: Bir noktalı virgül niyetine “ondan sonra” ve bir huysuzluk alameti “umpf- umpf”...
TAVUKGÖĞSÜ
Ne zaman ki müze projemiz uluslararası yarışmada seçildi... Ve Venedik Bienal sahasında da sergilendi. Mutlu idik, teşekküre “fakülteye” yola düştük. Semavi Hoca’ya hınzırlık planladım: Bir paket “tavukgöğsü”. Rahmetli “Ne bu” dedi, olmazlandı. “Çok mu şekerli, (umpf umpf)...” Ve sonra gol zamanı, hem de duran toptan. Belli ki çalışılmış: Hagi’vari bir frikik! “Neyse, açalım da beraber yiyelim: Philadelphion’da Bizans tatlısı vaciptir.”
Kahkahalar arasında açılan muhabbet... Tavukgöğsünün tadını solladı idi. Tarihçilerin çoğunun hemfikir olduğu bir fasıl da bu: Tavuk göğsünün bir Roma tatlısı oluşu... Latincesi “albus cibus”. Fransızlar “blanc manger” demedeler. Şimdi sıkı durun! İşin eğlenceli kısmı ise şu olsa gerek... Tavuk göğsüne biz Türklerden başka itibar eden yok. Bu hal ile övünebiliriz. Hiç olmadık mutfakta, kültürel mirasa sahip çıkışımız her türlü takdiri hak etse gerek... Üstelik bu nadide reçeteyi kendimize de saklamadık. Gözü batıya dönük bir imparatorluk idi Osmanlılar. Payitaht’ın en iyi sütlü tatlılarını kimler yapardı? Balkanlılar... Elbette Bulgarlar. Hem de yakın zamana kadar...
Semavi Eyice ile gevezelik seanslarım... Neden anlayabilmiş değilim, bana tahammül etti?
Galiba saf ve ısrarlı merakımı masum buluyordu. Çok şanslıyım. Çok şey öğrendim: “Bilgi, hal, tavır...”
Allah Hoca’ya rahmet eylesin. Fatih Haziresi’ne defnolundu. Yakışanı da bu idi: İstanbul ve Constantinople’u bu denli bilen birisine... Bu coğrafyanın fatihi’nin yanı başında olması yakışır.
PİSBOĞAZ İMPARATOR SOKAKTA
Doğu Roma İmparatorluğu’nun, yani Bizans’ın kültürünü, sanatını bilmez isek aynı “topraklar”, aynı “iklim” üzerinde yerleşen, yeşeren Osmanlı’nın mimarisini, müziğini, mutfağını doğru okuyabilir miyiz? İstisnalar hariç, Bizans Tarihi’nin ünlü uzmanlarının bizden olması icap ederken öyle olamamıştır. Neden? Olan oldu. Gözümüzü ileri dikelim. Bizans Tarihi araştırmacılarının kürsü, enstitü, hatta sivil toplum kuruluşları ölçeğinde gelişmesini dileyelim. Öyle ya “bu miras bizim, al sen incele, biz de senden öğreniriz” diye başkasına ikram edecek, ne halimiz var, ne de lüksümüz.
Madem ki tatlılardan söz açıldı: Bizans imparatorlarından birisi boğazına düşkün ve en uzun süre tahtta kalanlardan I. Manuel’i nakledelim:
“Manuel, başka bir vesileyle günü Blakhernai Sarayı’nda geçirdi. Akşam geç saatte geri dönerken, seyyar yiyecek –günlük deyişle “mezeler”- sergileyen satıcı kadının yanından geçti. Ansızın sıcak çorbadan içip lahanadan da bir lokma almayı çekti canı. Hizmetkârlarından Anzas adlı biri, beklemelerinin ve açlıklarına gem vurmalarının daha iyi olacağını söyledi. Eve vardıklarında bol, doğru dürüst yiyecek olacaktı. Ona sert bir bakış fırlatan Manuel, sinirli sinirli, canı ne çekerse onu yapacağını söyledi. Dosdoğru satıcı kadının tuttuğu, sevdiği çorbayla dolu kâseye gitti. Öne eğildi, çorbayı açgözlülükle içti ve yanısıra bol bol sebze yedi. Sonra cebinden bronz bir stater çıkardı ve adamlarından birine uzattı. “Bunu benim için bozdur” dedi. “Bayana iki oboloi’sini ver, diğer ikisini de bana iade etmeyi unutma!”
O gün Bizans’ta, şimdi artık bizde olmayan ne vardı? Ya da hâlâ kullanmaya devam ettiğimiz? Onların da dökümü yapılmış. Örneğin sakızı, sakızlı muhallebi dışında fevkalade nadiren kullanıyoruz. Hatta unuttuk. Oysa bakın, Bizans’ta durum nasıl idi:
“Konstantinopolis’te ekmek ve çörek pişirilirken sık sık kullanılan damla sakızı (mastika), dünyada yalnızca tek bir yerde, Sakız Adası’nda çıkar. Bu ada damla sakızı, iyi şarap ve her türlü meyve üretir” diye öne sürer Rus gezgin Daniel. Sakız Adası, Roma döneminde olduğu üzere, tıbbi mastika yağıyla mastika şarabı imal ve ihraç etmeyi sürdürdü hiç kuşkusuz; ama yıllık damla sakızı üretiminin büyük bir bölümü, aşçılıkta kullanılmak ve çiğnenmek üzere -mastika, Akdeniz dünyasının özgün, doğal ve sağlık verici sakızıdır çünkü- olasılıkla saf haliyle Sakız Adası’ndan ihraç ediliyordu. Sakız Adası, 14. yüzyılda Cenova’nın eline geçti ve damla sakızı Ceneviz ekonomisinin temel ürünü haline geldi. Kristof Kolomb’u keşfe çıkmaya iten güçlerden biri, yeni bir sakız kaynağı bulma umuduydu -hayal kırıklığına mahkûm edilmiş bir umuttu bu. Günümüzde, eski tıbbi ürünlerin yerine geçen mastika uzosu ve likörü, hâlâ adada üretiliyor ve Yunanistan’da zevk sahibi içkicilerin gözdesi olarak duruyor. Kimi Yunanlılar diş macunu ve çikletteki damla sakızı tadını hâlâ seviyorlar, fakat iyice tatlılaştırılmış bahçe nanesi ve kıvırcık nane onun yerini alma eğilimi gösterdi -bu da diş sağlığı açısından kötü bir şey.