Barış Pirhasan babası Vedat Türkali'yi Habertürk'e anlattı
Geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden Vedat Türkali'yi Habertürk'e anlatan Barış Pirhasan, babası ile cezaevinde tanıştığını söyledi
Türk edebiyatının usta ismi Vedat Türkali, geçtiğimiz hafta hayatını kaybetti. Yazar, senarist ve yönetmen olan oğlu Barış Pirhasan ile Vedat Türkali’nin ömrünün son dönemini geçirdiği Cihangir’de buluştum ve 1970’li, 80’li yılların kültürel ve politik ortamını, Türkiye’deki komünist harekete damgasını vuran babasının hayat hikâyesi üzerinden anlatmasını istedim...
Vedat Türkali’nin cenazesini her görüşten büyük bir kalabalık uğurladı. Bunu nasıl açıklamalı?
Yoksul bir aileden geliyordu. Hem geldiği yerin hem de çok erken yaşta benimsediği ideolojinin mayasına hep sadık kaldı. Marksist ve Leninist olarak yaşadı, öyle öldü. İnsanlar bunu romantik buluyor olabilir ama bence bu çok değerli. Bunu kör bir inanç haline getirerek değil; her seferinde büyük bunalımlar yaşayarak; düşüncelerini yıkıp yeniden kurarak yaptı. Hayat zor; insanlar yıkılıyor, yoruluyor. Ama o devrimci mücadele içinde yorulmadan, yıkılmadan gitti...
Nasıl bir babaydı? Yazarlık ve aktivistlik işleri arasında sizinle ilgilenebiliyor muydu?
Fazlasıyla ilgileniyordu. Aslında ben onu 7 yaşında tanıdım. 1951’de ben doğduktan 40 gün kadar sonra hapse girmiş.
Babanızın cezaevinde olduğu çocukluk yılları nasıldı?
Sıkıcıydı. Büyükbabamın Osmanbey’deki evine taşınmıştık. Annem bankada çalışıyordu, çok yoğundu. Beni anneannem ve büyükbabam büyüttü.
Cezaevinde onu ziyarete gittiğinizde ne düşünürdünüz?
Anlamaya çalışıyordum, çok sert bir ortamdı... Sultanahmet Cezaevi’ne gidişimizi hiç unutamıyorum. Bana 10 saat gibi gelmişti ama sanırım 1 saatti. İlk kapıdan geçme, üst araması, diğer 2 kapı derken baya uzun bir süreçti. “Baban” diye birini gösterdiler ve tanıştık. Garip bir ortam oluştu. Yıllar sonra Sultanahmet Cezaevi boşaltıldı ve film seti olarak kullanıldı. Tunç Başaran, Uçurtmayı Vurmasınlar filmini orada çekiyordu. Ziyarete gittim. Tek başıma çıkarken birden yıllar önce gittiğimiz yerde buldum kendimi. Çok tuhaftı. Sonra orası Four Seasons Otel olunca babam ve Lütfi Akad ile birlikte yemeğe gittik oraya. Oda oda eski halini anlattı babam. O da ilginçti...
‘DİSİPLİNLİ AMA EĞLENCELİYDİ’
Tahliye edildikten sonra Rıfat Ilgaz ile birlikte kurdukları Gar Yayınları’nda yolları Yılmaz Güney ile kesişmiş. Siz de tanır mıydınız Güney’i?
Tanıştım ama çocuktum...
Abdülkadir Pirhasan olan adını Vedat Türkali diye değiştirdiği günleri hatırlıyor musunuz? Anneniz Abdülkadir mi diyordu, Vedat mı?
Biraz hatırlıyorum. Annem babama Kadir diyordu. Sevim Belli, mezarı başında konuşma yaparken “Ben bu Vedat Türkali ismine alışamadım. Kadir diyeceğim” dedi. Doktor Hikmet Kıvılcımlı da “Yüzbaşı Abdülkadir” derdi! (Gülüyor)
Evde nasıl bir ortam vardı? Kimler gelip giderdi?
Disiplinli bir ortam vardı ama aynı zamanda eğlenceliydi. Haftada bir türkü günü yapardık. Babam hapishaneden çıktığında, bir türkü defteri vardı. Ruhi Su gelip giderdi. Sinema ortamına girdikçe ortalık renklendi. Masada oturulur, haftada 1-2 gün sohbet edilirdi.
Kimler olurdu o masada?
Değişiyordu. Nusret İkbal ve eşi Berna Hanım vardı. Atıf Yılmaz, Lütfi Akad... Türk sinemasında adı geçen birçok insan...
‘MİHRİ BELLİ VE BEHİCE BORAN İLE ÇOK DERİN TARTIŞMALARI OLURDU’
Vedat Türkali’nin hayatındaki en önemli isimler kimlerdi?
Ailesi çok önemliydi tabii; çocukları, torunları... Aile dışında, yoldaşlarına karşı eleştireldi ama canını verecek kadar da bağlıydı. Mihri Belli’yle gırtlak gırtlağa gelirler, küserlerdi ancak ona bir şey olsa canını verebilirdi. Behice Boran ve tabii Doktor Hikmet (Kıvılcımlı). Doktor Hikmet çok önemliydi babam için. Birçok şeyi ondan öğrendiğini biliyordum. Yusuf Atılgan’ın da çok özel bir yeri vardı. Daha gençlerden Ülkü Tamer’i de insan olarak, şair olarak çok severdi. Ertem Göreç’e değer verirdi. Atıf Ağabey’e de... (Atıf Yılmaz) Deniz’le evlendikleri sırada bir kriz yaşanmıştı ama sinemacı olarak çok değer verirdi. Lütfi Akad’la çok yakın ahbaplıkları vardı. Rahmetli Süreyya Duru ile birkaç film yaptılar. Birlikte çalıştığı insanlara çok değer verirdi ama çok da kavga ederdi. Gerçi Süreyya Ağabey ile kavga edilmezdi, lafın yarısında uyurdu!
Mihri Belli ve Behice Boran eve gidip gelir miydi? TKP’lilerin ortamı nasıldı?
Mihri Belli ile çok derin tartışmaları olurdu. Behice Boran benim için “Behice Teyze”ydi. Oğlu Dursun ile aynı yaştayız, çok yakın arkadaştık. Behice Teyze’yle babam konuşurken, çok derin argümanlarla tartışan bu iki insanın sohbetini ağzı açık ayran budalası gibi dinlerdim.
‘O DÖNEMİN AYDINLARININ BÜYÜK ÖNYARGILARI, KORKULARI VARDI’
Vedat Türkali’nin yazdığı senaryolar bol bol sansüre takılmış. O 70’li yıllar nasıldı?
Ben o ortamdaki tartışmalardan aslında tam bir sinema dersi aldım. Belki babama bir hayranlığım olduğu için miydi bilmiyorum ama o yaşta “Ya bu adam ne diyor, bunlar ne diyor?” diye şaşıyordum. Babam hep farklı insanlarla çalışmak zorunda kaldı. Bugün o dönemin aydın insanları olarak bildiğimiz insanların büyük önyargıları, büyük korkuları vardı.
Neydi o korkular?
Siyasetle ilgili... Babam hep onları yumuşak bir şekilde ikna etmeye çalışırdı. Karanlıkta Uyananlar filmini o şekilde kotarabilmek çok büyük bir ustalık çünkü babamla aynı kafada değillerdi. O dönem Demokrat Parti diktatörlüğünün etkisinde ana akımda yetişmiş insanlardı. Korkuyorlardı.
Meşhur Karanlıkta Uyananlar filmi sizin delikanlılık döneminize denk geliyor. Onu nasıl hatırlıyorsunuz?
Çok net hatırlıyorum. O filmin yapım aşamasında büyük bir heyecan vardı. Çok tartışılıyordu. Tek sinir olduğum nokta, sohbetin en tatlı yerinde sofrada saat 21.00 olurdu ve bana “Haydi yatağa” derlerdi. Babam o konuda çok netti.
‘ORDU LAİSİZMİNE KARŞIYDI’
Sağlığına çok dikkat ediyormuş...
Çok! İşin kötüsü bizim de sağlığımıza çok dikkat ediyordu! (Gülüyor) Sigara içmemize kızıyordu. İçkiyle de hiç arası yoktu. Yaşamı o anlamda bir Müslüman’ınkinden farksızdı! Sonuçta kendisi İslami eğitim alarak büyümüş. Halalarım çok dindardı. Hatta uyduruk ordu laisizmini, Türkiye’nin önemli bir meselesi olarak görüyordu.
Kemalistlere de çok kızıyordu galiba...
Evet, yalan söylemez, camiye gitmez, namaz kılmaz, oruç tutmaz ama muhafazakârlara karşı yapılanlara hep tavır koymuştu.
‘KANLI PAZAR’DA BİRLİKTEYDİK’
Parti toplantılarına ya da eylemlerine sizi de götürür müydü?
Beni pek götürmezdi ama 1965’teki Kanlı Pazar’da birlikteydik. Gümüşsuyu’ndan yukarı doğru çıkarken saldırı başladı. Patlamalar oldu, her tarafta eli sopalı adamlar... Park Otel’e sığındık. O, zihnimde çok canlı bir anı... Onun dışında birlikte gittiğimiz bir eylem hatırlamıyorum.
"TKP’NİN DÖNÜŞÜMÜNE KIZIYORDU"
Büyük hayal kırıklığı yaşadığı dönemler oldu mu?
Oldu elbette... Sosyalizmin çöküşünü çok ağır yaşadı. Kim hafif yaşadı ki? Hafif yaşıyorsa zaten o sisteme inanmamıştır
Türk solunun yaşadığı dönüşüme ne diyordu?
TKP’nin dönüşümüne çok kızıyordu, bugünkü TKP’lilere karşı çok sert yazılar yazdı. “Devlet komünizmi” diyordu onlarınkine. Ama cenazesine onlar da geldi...
‘EN SEVDİĞİM ROMANI BİR GÜN TEK BAŞINA’
Bir Gün Tek Başına romanını film yapmayı düşünüyordunuz, ne oldu o proje?
Hâlâ düşünüyoruz; kıyısına geldik, olmadı. Senaryosunu da babam yazmıştı. O biraz içime dert.
Sinemayla ilişkiniz hakkında ne düşünüyordu?
Aşağı yukarı öbür yoldaşlarıyla ilişkisi nasılsa benimle de öyleydi. Hiçbir zaman tam anlaşamadık. Çocukluğum boyunca mücadelesini gördükçe, sinemaya asla bulaşmamaya karar vermiş, fen lisesine gitmiştim. Bilim ile uğraşmak istiyordum. Sonra tıbba girdim, olmadı. Dönüp dolaşıp yine sinemaya girdim. Beğendiklerini ve beğenmediklerini açık açık söyleyen bir adamdı. Bana da söylerdi. Şiirlerimi sevmiyordu. Malum şiirini sevmeyince sanki seni sevmiyormuş gibi olur ama bu durumu da kendi içimde hallediyordum...
Siz onu tenkit ediyor muydunuz?
Tabi. Başka türlü ilişki kurulmaz ki onunla. Kimi zaman çok eleştirdim mi güler, alay eder, “Anlamıyorsun bir şey” derdi ama hepsi şakada kalırdı. Güven’i yazdıktan sonra okumamı istedi. Didik didik bir okuma yapıp uzun uzun eleştirdim. Bazı şeyleri kabul etti, bazısını etmedi. Sonra kitabın girişinde bana teşekkür yazdı. Babamın yazıp da benim okumadığım bir şey var mı, merak ediyorum.
En sevdiğiniz Vedat Türkali romanı hangisi?
Bir Gün Tek Başına ile Kayıp Romanlar atbaşı gidiyor benim için. Hatta Kayıp Romanlar bazı özellikleriyle daha da önde. Yalancı Tanıklar Kahvesi’nin içinde sevmediğim şeyler vardı. Dünyaya bakışımız bire bir örtüşmüyordu, kadınlara aynı perspektiften bakmıyorduk ama olağanüstü güzel romanlar yazdı. Güven, Yeşilçam Dedikleri Türkiye...
İdeolojik anlamda anlaşabiliyor muydunuz babanızla?
Bomonti’de Özel Aydın Okulu diye bir okulda yatılı kalıyordum. Orada dindarlaşmıştım. Onun için bu tip tartışmalara çok erken başladım. Babamla tartışmalarımız hiç bitmedi!
Kız kardeşiniz Deniz Türkali ile size farklı davranır mıydı?
Tabii Deniz ile ilişkileri daha problematikti. Hapisten çıktıktan sonra gitgide fenalaşan siyasi atmosfer ve baskıcı ortamın bir telaşı vardı. “Aman çocuklara bir zarar gelmesin, yanlış şeylere sapmasınlar” diye düşünürlerdi. O yaşlarda benimle bir problemi olmadı ama Deniz genç kızdı, arkadaşlarıyla geziyordu, ne yapacağını bilemiyordu. Bugünkü serbestlik ortamı yoktu. Daha sonra Deniz, Atıf Yılmaz ile evlendiği sırada da bir kriz yaşanmıştı aralarında.
Anneniz Merih Hanım nasıl bir kadındı?
Çok dirençli bir kadındı. Eğer ailemiz varlığını sürdürdüyse onun sayesinde. O da siyasi anlamda son derece inançlı bir insandı.
Bataklıkta Dağ Güneşi adlı yeni bir roman yazıyormuş, yarım kalmış. Siz tamamlamayı düşünür müsünüz?
Yarım kalanı tamamlamak biraz zor bir şey. Tam ne halde bilmiyorum. Asistanı Sabahat Altıparmak ile çalıştılar. Eğer redaksiyona kalmışsa yapılabilir.
Ailenizde herkes şarkıcı, şair, sinemacı, oyuncu. O mu yönlendirmişti sizi?
Kendiliğinden... Deniz zaten çocukluğundan beri şarkı söylerdi, oyuncu olmak isterdi. Zeyno (Zeynep Casalini) aynı şekilde. Ben çocuklardan uzun zaman ayrı kaldım, yurtdışına gidemiyordum. Yusuf kendi kendine sinemacı, Emine kendi kendine şarkıcı oldu.
KÜBRA PAR / GAZETE HABERTÜRK
FOTOĞRAFLAR: TAYFUN ÇETİNKAYA