Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema 2021’de internette gösterime giren en iyi 10 film - Güncel Kültür Sanat Haberleri
        • 1

          10. DÜNYADAN HABERLER
          (News of the World)

          1870’de Amerikan İç Savaşı sonrasında, Texas’tayız… Eski Konfederasyon askeri Yüzbaşı Jefferson Kyle Kidd (Tom Hanks) gazete haberleri okuyarak kazanmaya çalışıyor hayatını… Film ilerledikçe sadece haber okuyucusu değil, kalabalıkları etkisi altına almayı bilen gezgin bir hikâye anlatıcısı olduğunu anlıyoruz. Üstelik işini sadece para için değil, severek, inanarak yapıyor. ‘Dünyadan Haberler’, ilk bakışta iyi kalpli, yaşlı ve vicdanlı ‘kovboy’un küçük bir kız çocuğunu kurtarmasıyla ilgili görünüyor. Ama film bittiğinde kimin kimi kurtardığı belirsizleştiği gibi, derindeki asıl öykünün ABD’nin İç Savaş sonrası travmasından nasıl kurtulacağı sorusuyla ilgili olduğunu fark ediyoruz. Filmin soruya açık ya da umutlu bir yanıt verdiğini söylemek mümkün değil. Ama 1870 itibarıyla ABD’de insanların bir araya gelip hikâyeler dinlemeye, birlikte sevinip üzülmeye her şeyden daha fazla gereksinim duyduğuna dair bir ima olduğu kesin. İşte tam da bu nedenle, eski usul bir ‘kızı kurtarma’ westerni seyretmiyoruz… Paul Greengrass’ın yönettiği ‘Dünyadan Haberler’ ABD tarihinden bir sayfa açmaya ve sadece 1870 üzerine değil, bugüne dair de bir şeyler söylemeye çalışıyor. (Netflix)

        • 2

          9. AİLEM ROBOTLARA KARŞI
          (The Mitchells vs the Machines)

          Bir yanda yapay zekâların dünyayı ele geçirme çabasıyla şekillenen bir bilimkurgu hikâyesi var. Diğer yanda ise aile içi sorunlar… Film ilerledikçe aksiyon, komedi, dram iç içe geçiyor; dünyayı kurtarma ve aile meseleleri birbirinden ayrılmaz hale geliyor. Film bir yerden sonra baba ile kızın temsil ettiği iki karşıt tezin, dünyayı kurtarmak için uzlaşması gerektiğinin altını çiziyor. Bir yanda, babanın tornavidası, diğer yanda kızın dijital becerileri var. Sonuçta, insan – makine savaşından ziyade birbirinden kopuk iki kuşağın birbirlerini anlamaya çalıştığı bir film seyrettiğimiz söylenebilir. Film normalliğe karşı tuhaflığın, mükemmellik arayışına karşın kusurlu olmanın tarafını tutuyor. ‘Herkesin kusurları vardır ve makinelere karşı verdiğimiz savaşta en büyük şansımız kusurlarımızdır’ demeye getiriyor film… İyi bir aile filmi olmanın ötesinde animasyon tekniği ve görsel estetiği açısından da kayda değer bir film olduğunu düşünüyorum. Yönetmen Mike Rianda, animasyon filmlerinde görmeye çok alışık olmadığımız bir hızlı kurgu sineması hedefliyor. Belli ki amacı seyirciyi kuşatan bir ‘çağdaş aksiyon filmi kafası’ yakalarken ‘çizgi film’ konseptinden de asla kopmamak… (Netflix)

        • 3

          8. BEYAZ KAPLAN
          (The White Tiger)

          Uzunca süre hızlıca akıp giden komedi-dram karışımı duygusal bir ‘kendini iyi hisset filmi’nin içinde olduğumuzu düşünürken, yönetmen Ramin Bahrani öykünün tonunu yavaş yavaş değiştiriyor ve ‘Beyaz Kaplan’ı rahatsız edici bir filme dönüştürüyor. Burada her şey, kuşkusuz filmin ana karakteri Balram Halwai’nin (Adarsh Gouray) yaşadığı değişim süreciyle ilgili… Özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadıklarına tanık oldukça ‘kanımızın ısındığı’ bir ana karakter Balram. Sonuçta, Hint toplumunun en alt kademesinden gelen saf ve masum bir yoksul çocukla başka türlü ilişki kurmamız mümkün değil zaten… Başarmasını istiyor ve kendimizi onunla sonuna kadar gitmeye hazır hissediyoruz. Ama Rahmani, bizim iyimser mucize beklentimizle Balram’ın karanlık yükselişi arasındaki makası giderek açıyor. Filmin başarısı tam da burada yatıyor bence. Senaryonun parlak yanı, bizi rahatsız etmek ya da üzmek istemesi değil. Balram’ın seçeneksizliği üzerine düşündürebilmesi. ‘Beyaz Kaplan’ özellikle Danny Bensi ve Saunder Jurrians imzalı müzikleri, Tim Streeto’nun kurgusu ile yer yer Bollywood’u akla getirse de özü itibarıyla bir anti-Bollywood filmi… (Netflix)

        • 4

          7. ÇATLAK

          İlk filmi ‘Sarı Sıcak’la eleştirmenlerin dikkatini çeken Fikret Reyhan, hikâyesini yine bir aile üzerinden kuruyor. ‘Sarı Sıcak’ tarımla uğraşan ve değişen ekonomik koşullara ayak uyduramayan bir aileyi anlatıyordu. ‘Çatlak’ ise büyük şehrin mütevazı mahallesinde nerdeyse ’iktisadi işletme’ye dönüşmüş girişimci bir Türk ailesini mercek altına alıyor. Aile mensupları bakkal, kafe işletiyor; ‘servisçilik’ yapıyorlar. Erkek çocuklar eşleri ve çocuklarıyla, ‘yeni kat çıktıkları’ baba evinde yaşıyorlar… Büyük oğul Fatih’in ödeyemediği borç, aileyi birbirine bağlayan manevi bağları tümüyle ikinci plana atıyor. Bir çeşit ‘iktisadi işletme’ olduklarını düşünmedikleri için elbette bir gelir gider defterleri yok. Ama belli ki herkesin ‘kendi zihninde tuttuğu bir hesap defteri’ var ve bütün sorun, buradaki verilerin birbirleriyle uyumsuzluğu… Ailenin endişeli reisi baba bütün iktidarına ve otoritesine karşın ortaya çıkan borç konusunda ne yapacağını kestiremiyor. Diğerleri ise çıkarlarını sonuna kadar korumaya çalışıyor. Bir ikindi vakti iki erkek konuğun ziyaretiyle başlayıp akşamki büyük aile buluşmasının son saatlerine kadar süren ‘Çatlak’, ağır ağır açılan hikâyesi, açı karşı/açıdan genellikle uzak duran hareketli kamerası, uzun çekimleri, oyuncu kadrosunun toplu performansı ve en önemlisi çok yönlü okumalara açık alt metinleriyle son yılların en iyi yerli filmlerinden biri… (MUBI)

        • 5

          6. YUVA
          (The Nest)

          1980’lerden bu yana yuppie’lerin açgözlülüğü ve para hırsını eleştiren çok film seyrettik. ‘Yuva’nın onlardan farkı, para kazanma sürecindeki ahlaki değişime değil, genç yaşta başarıya ulaşıp zenginleştikten sonraki ruh hallerine odaklanması… ‘Yuva’ daha genel bir çerçeve içinde, ‘zengin görünme’ ihtirası ve sahip olunan sınıfsal imtiyazları sürdürme takıntısının bir aileye verdiği büyük zararları anlatıyor. Aslına bakarsanız, hikâye 1980’lerle, neo-liberalizmle ya da yuppie’lerle ilgili değil sadece. Her dönem ve her aileyle ilgili bir yanı var. Sınıfsal statüyü koruma ihtirasının ne denli tehlikeli olabileceğini gösteriyor. Sean Durkin’in klişelere hiç pas vermeyen yazarlığı kadar, seyirciyi alıp götürmesini bilen yönetmenliği çok iyi. Durkin, üslupçu ve biçimci olmaktan ziyade hikâye, karakter ve filmin ardındaki düşünceye odaklanan bir sinemacı. Film içinde çok farklı stillere geçiş yapabiliyor ama estetik bütünlüğü asla bozmuyor. Anlatım olarak anaakım hissi verse de dramatik yapısıyla alternatif bir işe imza atıyor. (BeinConnect)

        • 6

          5. TANRI'NIN ELİ
          (È stata la mano di Dio)

          İtalyan sinemacı Paolo Sorrentino’nun yazıp yönettiği, özyaşamsal nitelikler taşıyan film, 1980’li yıllarda Napoli’de geçen bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Öykü, Arjantinli futbolcu Diego Maradona’nın Napoli futbol kulübüne transfer olacağı haberinin konuşulduğu günlerde başlıyor. Film boyunca, 16 yaşındaki Fabietto’nun hayatından kesitler izlerken; televizyondaki haberler, maçlar; karakterler arasındaki konuşmalar ve sokaklardaki sevinç gösterileri üzerinden Maradona’nın Napoli serüvenindeki kritik anlara uzaktan tanık oluyoruz. Maradona hem olayların geçtiği tarihsel çerçeveyi çiziyor hem gönüllerin kahramanı olarak filme damgasını vuruyor. Film, Fabietto’nun bölük pörçük hayat tecrübeleri üzerinden ilerliyor. Olup bitenler, bizi finale yönlendiren alışageldiğimiz bir ‘senaryo matematiği’nden ziyade gerçek hayatta olduğu gibi birbirinden kopuk anlar olarak geliyor karşımıza. Ama tüm bu kopuk anlar, yavaş yavaş Fabietto’nun hayatını şekillendiriyor. Teyzesi güzel, çekici Patrizia, onu sadece kadın olarak değil, aykırı bir ruh olarak da etkiliyor. Patrizia’nın cesaretinde, dürüstlüğünde, başkalarını umursamazlığında ve içe dönük hallerinde adını tam olarak koyamadığı bir şeyler keşfediyor. (Netflix)

        • 7

          4. TICK, TICK... BOOM!

          Film, Jonathan Larson’ın (Andrew Garfield) 1990 yılında, 30 yaşına girmesine günler kala, yıllardır üstünde çalıştığı distopik rock müzikali ‘Superbia’ için ‘olmak ya da olmamak’ anlamına gelen özel bir atölye sunumuna hazırlandığı kritik günlerden söz etmesiyle açılıyor. Bir yandan başına gelenleri müzikle anlattığı ‘tick, tick… Boom!’ adlı sahne performansını seyrediyor, bir yandan da flash-back’ler eşliğinde New York ve Broadway’de verdiği var olma savaşına tanık oluyoruz. Bu arada, flash-back sahnelerin iki ayrı katmandan oluştuğunu belirtmem gerekiyor. Normal diyaloglarla ilerleyen dramatik sahneler, müzikal bölümlerle kesintiye uğruyor. Bütün bunlara ‘Superbia’ müzikalinin atölye performansı ve provalarını da eklediğimizde dört anlatı katmanı çıkıyor ortaya; ama ‘tick, tick… Boom!’, en ufak bir kafa karışıklığına yol açmadan, seyirciyi hiç yormadan şahane bir kurguyla akıp gidiyor. Filmin kalbindeki mesele, bir insanın gençlik hayallerini ve tutkularını sonuna kadar kovalamasıyla ilgili… Film, çok tutkulu ve özenli bir yönetmenlikle geliyor karşımıza. Anlatım tekniğine hakimiyet açısından Lin-Manuel Miranda’nın ilk filmi olduğuna inanmak zor. Öte yandan, anlatımdaki heyecana, sahneleri birbirlerinden farklı tarzlarla çekme konusundaki ısrara ve filmin bütününe damga vuran biçimci yaklaşıma baktığımızda, bir ilk film olduğunu hissetmek mümkün. (Netflix)

        • 8

          3. PIECES OF WOMAN

          Doğumu evlerinde gerçekleştirmeye karar veren ama doğum sırasında bebeklerini kaybeden Bostonlu bir çiftin hikâyesini anlatan ‘Pieces of a Woman’, bir mahkeme salonu gerilimi ya da ‘evde doğum yapma kararı’nın artılarını eksilerini tartışan bir dram olabilirdi. Ama film, tüm bunlar üzerine düşünmeyi, tartışmayı seyirciye bırakıp bebeğini kaybeden Martha’nın (Vanessa Kirby) acıyla baş etme ya da baş edememe sürecine odaklanıyor. Sadece travma ve acıyla baş etme süreci üzerine değil, aynı zamanda annelik duygusu üzerine bir film ‘Pieces of a Woman’… Hatta o yönünün daha güçlü olduğu söylenebilir. Senaryo yazarı Kata Wéber’in hamilelik döneminde bir bebek kaybettiğini, acısını Martha gibi içine kapanarak yaşadığını, hayat arkadaşı olan yönetmen Kornél Mundruczó’nun da bu süreci yakından gözlemlediğini belirtelim. Yaşanmışlıklardan gelen sahici ve samimi bir yan var filmde. İşte bu yüzden sadece acılar üzerine kurulu bir melodram seyretmiyor, acıyı adeta içimizde hissediyoruz. ‘Pieces of Woman’ 22 dakikalık kesintisizi doğum sahnesiyle de dikkat çeken bir film. (Netflix)

        • 9

          2. ASLA NADİREN BAZEN HER ZAMAN
          (Never Rarely Sometimes Always)

          Amerikalı yönetmen Eliza Hittman, senaryosunu da yazdığı filmde 3-4 günlük bir sürece odaklanıyor; kamerasıyla 17 yaşındaki lise öğrencisi Autumn’un (Sidney Flanigan) peşine takılıyor. Pennsylvania sınırları içinde ebeveyn onayı olmadan kendi rızasıyla kürtaj yaptıramayacağını anlayan Autumn, kuzeni Skylar’la (Talia Ryder) birlikte otobüsle New York’un yolunu tutuyor. Eliza Hittman, film boyunca bebeğin babasının kim olduğuna dair kesin bilgi vermiyor ve ana karakteri Autumn’un geçmişte yaşadıklarının ayrıntılarına girmiyor. Ama bazı sahnelerde öyle şeyler hissettiriyor ki, ‘Asla Nadiren Bazen Her Zaman’, Autumn’un üstüne kâbus gibi çöken erkek iktidarına dair sarsıcı bir filme dönüşüyor. Eliza Hittman ve görüntü yönetmen Hélène Louvart, Autumn’un hayatındaki hiçbir şeyi olduğundan daha güzel göstermek için çaba göstermiyorlar. Son dönemlerde hiçbir Amerikan filminde bu kadar süssüz, sade ve gerçekçi bir görüntü yönetimiyle karşılaştığımı hatırlamıyorum. Filmde aydınlatma olabildiğince gerçekçi, sade; renkler cansız. Ayrıca tüm mekân seçimleri filmin ruhuna uygun, gerçekçi bir yaklaşımdan izler taşıyor; ‘şıklık’tan uzak duruyor ve ana karakterin iç dünyasındaki sıkıntıyı yansıtıyor. (BeinConnect)

        • 10

          1. THE POWER OF THE DOG

          Yönetmen Jane Campion, ABD’li yazar Thomas Savage’ın 1967’de yayımlanan aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı filmde 1920’lerin ortasında Montana’da geçen bir hikâye anlatıyor. İlk bölümde, büyük çiftlik sahibi iki erkek kardeşle tanışıyoruz. sadece bir kovboy olarak kalmaya niyeti olmayan George Burbank (Jesse Plemons), az konuşan, sessiz, sakin biri olarak çıkıyor karşımıza. Baskın kişiliğe sahip, ağzı çok laf yapan abisi Phil (Benedict Cumberbatch) ise onun aksine ‘kovboyluğa, erkekliğe sevdalı’ biri. Jane Campion’un film boyunca Phil karakteri üzerinden bir erkeğin ‘erkekliğe âşık olma halleri’ni incelediğini ve kadın düşmanlığının anatomisini çıkarmak istediği söylenebilir. ‘The Power of Dog’a bir anti-western demek mümkün. İlk bakışta Montana’da bir sığır çiftliğinde geçmesi, kovboyları, yani sığır çobanlarını anlatması dışında westernle bir akrabalığı yok gibi görünebilir. Ama özellikle alt metinlerde westernin gözde temalarından biri olan ‘uygarlık – vahşi hayat’ çatışmasını görmek mümkün. Evlenerek farklı bir hayat kurmaya çalışan George ile evliliğe karşı Phil’in çatışmasında bunu hemen görüyoruz. Birisi evini ve tüm hayatını western müzesine çevirmeye çalışırken diğeri otomobil kullanıyor ve burjuva kültürünün gereklerini yerine getirmeye çalışıyor. Belli ki Jane Campion ‘kadın düşmanlığı’ ile ‘erkeklik kültürüne sevdalı kovboylar’ arasındaki ilişkiler üzerine yeniden düşünmemizi istiyor. (Netflix)

        Yazı Boyutu

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ

        Habertürk Anasayfa