Habertürk
Yerel Haber Hattı 0536 266 79 69
KONUŞMAYI BAŞLAT
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Muhsin KIZILKAYA/YAZI DİZİSİ 1/GAZETE HABERTÜRK

TEK işi yazıydı. Ne yaptıysa yazıyla yaptı.

Başına ne geldiyse yazı yüzünden geldi.

Yazı yattı, yazı kalktı.

Yazının bir “büyü” olduğuna, o büyüye kapılanların bir daha iflah olamayacağına inandı.

Yazı yüzünden hapis yattı.

Yazı yüzünden bütün hayatı boyunca her insana nasip olmayacak kadar “onurlu”, “başı dik” yaşadı.

An geldi yazı ayağındaki pranga oldu, an geldi yazı başını göğe erdirdi.

Yazı yazdı, ekmek yedi, çocuk büyüttü, kira ödedi; yazı yazdı, başkalarına umut oldu. Yazı yazdı, devleti kızdırdı; yazı yazdı, sessizlerin sesi oldu.

Çetin Altan uzun bir hayatı, uzun, upuzun bir yazı gibi yaşadı; şaşırtıcı, zikzaklı, inişli çıkışlı, sürprizli, mutedil, coşkulu, hovarda, militan, haysiyetli, şiirsel, büyülü, olağanüstü, mütevazı, zengin, fakir, öğretici, sessiz, gürültülü, şatafatlı, munis, zeki, yaratıcı, kırılgan, yiğit, sefil, berduş, mahkûm, özgür, zalim karşısında fişek, mazlum karşısında hizmetçi gibi...

Hiç kimseye muhtaç olmadan yaşadıysa yazı sayesinde yaşadı. Zalime kafa tuttuysa yine yazı sayesinde tuttu.

Yazıyla “hayatını kazanan” ilk yazar oldu. Yazının para kazandırdı- ğını anladığı andan itibaren de, yazı- nın üstüne gül koklamadı, üstüne kuma getirmedi, yanına bir iş daha eklemedi; yaptığı işin bir “meslek” olduğunu bildi... Yazı işçiliğini mesleği bildi.

O yüzden “mesleksizlik” temel derdi oldu. Hemen hemen her yazı- sında “mesleksizler toplumunun” dertlerinden bahsetti.

O yüzden “mesleğine” hiç ihanet etmedi.

O yüzden hep Babıâli’de, yazı kar- şılığında patronlardan hangi parayı istediyse o parayı aldı. Hiç kimseye minnet etmedi, o gazete olmazsa öbür gazetenin kapısının kendisine açık olduğunu bildi.

Babıâli’de kimseye eyvallah demeden çok uzun yıllar boyunca yazan tek yazar oldu.

Gazete köşe yazarlığına yeni bir “format attı”.

Çığır açtı.

Onun gibi yazmak isteyenlere yol verdi.

O yüzden çok taklitçisi çıktı. Ama hiçbir taklitçisi onun ulaş- tığı “ustalık mertebesine” ulaşamadı.

Nevi şahsına münhasır bir yazar olarak yaşadı ve öyle öldü.

Evet Çetin Altan öldü.

Eğer bütün kalemleri birer bayrak direği kabul edersek, o direklere çekilen bütün bayraklar dünden itibaren yarıya indi.

Bir “ekol” daha kapandı.

Ölen sadece bir köşe yazarı değildi. Bir piyes yazarı öldü, bir romancı öldü, bir deneme ustası öldü, bir popü- ler tarihçi öldü, bir politik analist, bir gezi yazarı, bir hatırat ustası, bir mizah yazarı, bir parça da bir şair aramızdan ayrıldı.

En kudretli şairlerin en kudretli mısraları ezberindeydi, onları da alıp götürdü.

Hayatı yazıyla geçti, yazı sayesinde uzun bir hayat yaşadı.

Yazdıkları sayesinde tutuklandı-ğında sadece 26 yaşındaydı, yazdıklarından dolayı kendisi hakkında son dava açıldığında ise 70... Demek ki son 15 yılı rahat geçmiş.

50’ye yakın kitap yazdı, 40 bini aşkın köşe yazısı... 300 küsur kez mahkemeye çağrıldı; hakkında bir o kadar dava açıldı; hapis yattı, işsiz kaldı, aşağılandı.

Devlet her dönemde kendisini “manevi varlığını aşağılamakla” görevli bir adam sandı.

O yüzden ona hiç rahat vermedi. Ama en sonunda, 1979 yılından beri verilmekte olan bir önemli ödülü, “2008 Yılı Kültür Sanat Büyük Ödülü”nü de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden aldı.

Bu ödül, aslında bir anlamda devletin kendisinden nazikçe “özür dilemesi”ydi.

O yüzden dönemin Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan, ödül töreninde yaptığı konuşmada, bu ödülle devlet adına bir “özeleştiri” yapma imkânına kavuştuğunu söyledi. O yüzden o ödülü aldığını ilk duyduğunda çok şaşırdı. O yüzden ödül töreninde yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“O kadar çok şaşırdım ki bu büyük ödül lafını duydu- ğum zaman, bir muazzam sürpriz düştü üstüme. Herkes biraz kuşkuyla bakar yazı adamlarına, şaşırdım kaldım. Gönül ister ki, elli yıl sonra bu ödüle benim adım için ‘Büyük yanılgı olmuş’ denmesin. Zaman gösterir bunu da.”

'ENSEYİ KARARTMAYIN'

Türkiye, Çetin Altan’ı, sıkça kullandığı “Enseyi karartmayın” ifadesiyle hatırlayacak. Altan, en çetrefil toplumsal sorunlar karşısında, Türkiye’nin geleceğine ilişkin taşıdığı umudu, aynı zamanda bir kitabının adını oluşturan “Enseyi karartmayın” sözüyle dile getiriyordu.

Doğum yeri: İstanbul

Doğum tarihi: 22 Haziran 1927

Eğitimi: Galatasaray Lisesi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Eserleri: “Büyük Gözaltı” (1973), “Bir Avuç Gökyüzü” (1974), “Viski” (1975) ve “Küçük Bahçe” (1978) gibi romanlarının yanı sıra “Üçüncü Mevki” (1946) ile şiir; “Kalem Bahçelerinden Yedi Hayat” (2009) ile eleştiri; “Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri” (1985) ile öykü dalında eserler verdi. Çoğu sahnelenen on tiyatro oyunu yazdı; sayısız deneme, inceleme kitabına imza attı.

Köşe yazarlığına başladığı yıl: 1959 yılında, Abdi İpekçi’nin ısrarı üzerine Peyami Safa’nın yerine Milliyet Gazetesi’nde yazmaya başladı.

YAZI DİZİSİ 2

'BUGÜN CANIM YAZI YAZMAK İSTEMİYOR'

Çetin Altan’la dost olmuş, muhabbetine ortak olmuş, onunla anısı olan hemen herkese verdiği bir ‘ilham’, ‘ders’ vardır mutlaka. Benim de var. Çetin Altan’la tanıştığımda ben 24, o ise 61 yaşındaydı... Yazı hayatının en parlak yıllarını yaşıyordu. Yıl 1987’ydi. O Güneş Gazetesi’nin en muteber yazarı, ben mesleğe yeni başlamış yeni yetme bir redaktör...

Yazdığı romanları okumuş, hakkında binlerce anekdot duymuş, yazdığı her fıkrayı sindire sindire adeta hatmetmiştim. En az yazdıkları kadar kendisini merak ediyordum bir de. Şansa bakın ki şimdi aynı gazetede çalışıyorduk.

Gazetenin yazı işlerinin üstündeki katta bir odası vardı. Gazete binasının mimarisi bir tuhaftı. Beyazıt semtinde deniz gören bir muhitteydi bina. Ama gelin görün ki binanın pencereleri deniz gören tarafa değil, eciş bücüş beton binalara bakıyordu. Çetin Altan’ın odası da öyle... Ama o öyle oda istemez. Kör duvarın karşısına masasını yerleştirmiş ve gazete idaresine emir vermiş, masanın tam karşısındaki duvara kocaman bir pencere açtırmıştı. Binadaki tek “kaçak” pencere onunkiydi. Dolayısıyla deniz gören tek oda da onunki... İşim biter bitmez odasında alıyordum soluğu.

Manzarasını bozmayayım diye beni yan tarafına oturtur, anlatmaya başlardı. Önünde küçücük bir dizüstü bilgisayarı vardı. O makine o tarihlerde Türkiye’de hak getire, yazılarını bilgisayarda yazan ilk gazeteci, ilk yazar o oldu sanırım, ben de ilk bilgisayarı onun masasında gördüm. İlk yazı dersimi de ondan aldım.

"CAMI YAZIYLA ANLATABİLİR MİSİN?"

“İp Cambazları”yla ilgili bir yazı dizisi hazırlıyordum. Ona gittim, cambazlar nerede, ne yapıyorlar en iyi o bilirdi nasılsa... Cambazların yerini göstereceğine, bana muhteşem bir yazı yazma dersi verdi:

“Çok zor bir konu seçmişsin” dedi. “Bak, dünya edebiyatında ip cambazlarını anlatan çok az roman var. Sadece Fransız edebiyatında bir iki örnek, o kadar... Neden biliyor musun, çünkü ip üstünde yürümenin duygusunu yazıyla anlatmak zordur da ondan.” Başını çevirdi, ardından denizin göründüğü camı işaret etti kafasıyla ve devam etti:

“Meselâ camı yazıyla anlatabilir misin?” diye sordu.

Sahi cam nasıl anlatılır? Cam işte, şeffaf falan filan aklıma ilk gelen kelimeler oldu o telaşla....

Büyük usta yazılı yapıyordu, ben telaşlanmayayım da kim telaşlansındı!

Cevabımı beklemedi. Önündeki küçük makineye döndü. Parmaklarını tuşların üzerinde birkaç dakika gezdirdi. Sonra bir düğmeye bastı, bütün bu olup bitenler birkaç dakika içinde yaşandı ve ben hayretle ona bakıyordum. Sonra makineden birtakım mekanik sesler çıktı. Bu sesleri de ilk defa duyuyordum. Sonra makineden çıkan kâğıdı eline aldı, okumaya başladı. Camı anlatan soyut bir kelam diyebilirim size. Tek kelimesi bile aklımda değil şimdi, o sırada cama dair yazdıklarından çok bana verdiği dersle meşguldüm ben.

“Hayır, zinhar ben bu işi yapamam” dedim kendi kendime. Böyle düşündüğümü anlamış olacak ki içime su serpti: “Hemen umutsuzluğa kapılma. Ben de 40 yıl önce senin gibiydim. 40 yıl sonra sen de benim gibi olabilirsin. Bak ben maaşımı pound’la alıyorum, maaşını pound’la alan tek yazar benim Babıâli’de. Neden bana pound’la maaş veriyorlar biliyor musun? Çünkü ben iyi dans ederim, iyi yüzerim ve iyi ata binerim...”

Eyvah! Umutsuzluğa kapılmak için işte birkaç neden daha! Bunların üçü de bende yok! Ben zinhar yazar falan olamam...

O gün, ‘yazar olmak’ dersinde ilk yazılımdan sıfır almış bir öğrenci edasıyla odasından çıkmadan bir şey daha söyledi bana: “Cambazlar iyi bir konu ama eğer İstanbul’daki Hıristiyan evliyaların mezarlarını bulursan Politzer Ödülü’nü alırsın, hadi iyi bir gazeteci olmak istiyorsan araştır bakalım.”

Bu kadarı da bana çok, en iyisi gidip dersimi baştan çalışmak...

Çetin Altan gibi iyi bir yazar olmak için ne yapmam lazım o halde? Aslında ikimizin ortak bir noktası vardı. O babası tarafından, ben annesi tarafından alınıp yatılı okula bırakılmıştık. Onun yatılı okulu Galatasaray, benimki Hakkâri Yatılı Bölge Okulu’ydu. Ha Galatasaray, ha Hakkâri, iş yatılı okul olunca fark etmez.

"ANNELERİ TARAFINDAN SEVİLMEMİŞ ÇOCUKLAR YAZIYLA UĞRAŞIRLAR"

Yıllar sonra, “Bir anne için dünyanın en zor şeyi, oğlunu bir yatılı okula bırakmak olmalı” diye yazdım bir yerde. O ise, Çetin Altan olduğu için bu duyguyu, “Sevilmeyen insanlar beğenilmek isterler, hele de anneleri tarafından sevilmemiş çocuklar yazıyla falan uğraşırlar” diye ifade etti. Yazar olmasında belli ki, bu yatılı okul yılları çok etkili olmuş. Orada yaşadığı yalnızlık duygusu, anneden uzak olmak, anne sevgisinden mahrum kalmak bu yaşlarda çocukların ruhlarını o kadar üşütür ki, anneye kavuşacağı günde meselâ deprem olabilir korkusuna kapılır her an. Şimdi anlıyorum ki o bu duygudan hiç kurtulmamış.

O yüzden Atatürk öldüğü 10 Kasım 1938 günü, yapayalnız o yatılı okulda akşama kadar ağlayarak geçirmiş. Herkesin ağladığı bir günün acısını, kendi çocuk yalnızlığının acısıyla birleştirmiş, ağlamış ağlamış:

“Demek o da dedem gibi ölmüştü. Beni hafta sonlarında Göztepe’deki köşkte tek başına bekleyen babaannem de ölecek ve beni almaya artık ne bahçıvan gelecekti, ne kimse. Okulda tümden tek başıma kalacaktım. Kendimi kapıp koyvermiş, doya doya ağlıyordum.”

O gün hayatında ne kadar kötü bir gün olarak yer etmişse, ilk şiirinin yayınlandığı 1942 senesinin bir gününde de o kadar sevinmiş. Şiiri Foto Magazin Dergisi’nde çıkmış, hem de Ankara’daki platonik aşkı Şükran’a ithafla:

“Dünyalar, gezegenler, güneşler, yıldızlar, galaksiler ve onların ne kadar takım taklavatı varsa hepsi benim oldu.

Dergiyi önümde açık tutuyor, hafta sonlarında benim gibi okulda kaldıkları için, her cumartesi-pazar akşamı aynı sınıfta toplandığımız arkadaşlara: ‘Yahu yine bizim şiirlerden birisini basmışlar’, diye laf açıyordum. Kimse iplemiyordu. Kimi kürsünün yanında topla çalım atıyor, kimi amiral battı oynuyor, kimi problem çözüyordu. Ve ben ilk tattığım en büyük mutluluğu, italikle dizilmiş küçük bir ithafla paylaşıyordum, Şükran’la... O bunu hiçbir zaman bilmeyecek olsa bile...”

"TABUTUNU 4 KİŞİ DEĞİL BİNLER TAŞIDI"

Galatasaray’dan sonra Ankara Mülkiye yerine Hukuk Fakültesi, öğrenciyken ellerine bulaşan mürekkep kokusu, derken kanına girmiş olan yazma tutkusu onu her şeyi bir yana bırakıp ‘yazı işçiliğinin’ içine atar. DP-CHP kavgası ayyuka çıkmış, iktidardaki DP sertleştikçe muhalefet ‘askerlere’ bel bağlamış artık. Bu kavganın tam ortasında o da var ve artık “Yeni Ulus”ta fıkra yazıyor. Bir gün Ecevit’in kayınpederi Namık Zeki ona şöyle der:

“Diyorum ki Çetin, hiç olmazsa 4 kişi bırak...”

“Affedersiniz beyefendi anlayamadım.”

“Tabutunu taşırlar oğlum.”

Memleket hızla askeri darbeye gidiyordu. O da darbeyi destekleyenler arasındaydı. Turan Emeksiz’in öldürüldüğü 28 Nisan 1960 günü gazetedeki köşesinde tek satırlık bir yazı yazdı: “Bugün canım yazı yazmak istemiyor.” Bu tek satırlık yazı, o gün bugün Türk basın tarihinin en meşhur köşe yazısı oldu. Aslında tek satırlık bir yazısı daha var, ama o yazı hiç yayınlanmadı. Güneş Gazetesi’nin arşivinde kaldı. Onun hikâyesini de yarın anlatalım artık.

Bu arada Namık Zeki’nin kaygısı boşa çıktı. Dün Teşvikiye Camii’nde tabutunu değil 4 kişi, binler taşıdı.

YAZI DİZİSİ 3

SOLCULAR 'DÖNEK', SAĞCILAR 'VİSKİ İÇİYOR' DİYE SUÇLADI 

Ben bir “döneğim”. Bu sıfatı başkaları uygun gördü bana. Olsun, onların dediği gibi olsun. Bir insanı daha mutlu edeceksem, kabul ediyorum; ben bir “döneğim”.

Çetin Altan biz “döneklerin” piriydi. Bu yüzden az çekmedi kifayetsiz muhterislerden... Dolayısıyla “döneklik” bahsinde de ustam sayılır kendisi. Çünkü tarihin en meşhur “döneği” oydu. Oysa geçmişte ona, bugün de bize “dönek” diyenler, insan bilincindeki kaymanın sağdan sola veya soldan sağa biçiminde hareket etmediğini bilmiyorlar.

İnsan bilincindeki kayma soldan sağa veya sağdan sola hareket etmez, aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya hareket eder. Hatta bazıları uçar bile! Çetin Altan “onlardan ayrıldığında” hafif yükseldiği için kendisine “dönek” dediler. Zaten ancak savunduğun fikri evrensel bir potaya sokarsan, değişimin yukarıdan aşağıya veya aşağıdan yukarıya doğru bir seyir olduğunu kavrarsan, ancak o zaman yaptığın devrimcilik eşittir ilericilik olur! Sağa ya da sola gidersen ileri gitmiş olmazsın çünkü! Bunun böyle olduğunu kavramadığın zaman da aynı yerde otlayıp durursun, sonra da neden böyle otladığına şaşırırsın. Şaşırdığın için de öfkeyle sağa sola saldırır, herkesten nefret eder, o nefretle koca bir ömrü tüketirsin. O gün Çetin Altan’a, bugün bizim gibi düşünenlere saldıranların dramı budur.

İDEOLOJİDEN ARINDI İNSANLIĞI DERT EDİNDİ

12 Mart’ta 3 ay süren bir “Büyük Gözaltı”ndan sonra serbest bırakıldı. Kısa süre sonra tutuklandı. Cezaevinde üst üste davalar geldi. İlk tutuklandığı davadan aldığı cezanın bitimine 4 gün kala, Meclis’te uğradığı linçle sakatlanan gözündeki rahatsızlık nedeniyle, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk özel yetkisini kullanarak onu affetti.

27 Aralık 1973’te hapishaneden çıktı. O günden itibaren o zamana kadar şiddetli, radikal şekilde savunduğu rijit fikirleri usul usul değişmeye başladı. Daha önce söylediklerini bu kez daha “mutedil” söylemeye başladı. Gözlerini evrensel boyuta çevirdi, bundan sonra hemen hemen her yazısına girecek “kozmos” kavramını daha sık kullanmaya başladı. İdeolojiden arındı, insanlık meselelerini dert edindi.

Eski solcu arkadaşları da yavaş yavaş ona “kulp” takmaya başladı. 1980’li yıllarda Turgut Özal’ın değişim programını desteklemesiyle bu kulp “döneklik” yaftasına dönüşüp boynuna asıldı. Solcular onu “Dönek”, sağcılar da “Viski içiyor” diye suçladı. Bir zamanlar 27 Mayıs’ı desteklemiş olan Çetin Altan’ı Turgut Özal’a “müttefik” yapan şey neydi?

Kendine göre basit bir nedeni vardı bunun. Çünkü memleketin en “muhafazakârları” solculardı. Her şeyin aynı kalmasını savunuyorlardı. Oysa Özal bulduklarımızla yetinmememizi istiyordu. Memlekete döviz de gelsin, turist de gelsin, dindarlar da, solcular da özgürce kendini ifade etsin, 141-142 kalkacaksa 163 de kalksın istiyordu. Solculuğu bir tür “muhafazakârlık” olarak yaşamayı bırakmıştı. O yüzden Özal’la yolları kesişti.

LİNÇ GİRİŞİMİNDE BULUNULDU DOKUNULMAZLIĞI KALDIRILDI

1987 yılının eylül ayında Demirel ve Ecevit’in siyasi yasağını kaldıran Anayasa değişikliği referandumu geldi gündeme. Özal, özellikle Demirel’i siyasette istemiyordu. Çetin Altan da istemiyordu. Deniz Gezmiş’in hayatına ve gözünün kör olmasına sebep olmuştu Demirel...

1968 yılında Çetin Altan TİP listesinden “bağımsız” milletvekili olarak Meclis’teydi. O tarihlerde “komünizm” en büyük düşmanımızdı. Nâzım Hikmet de bir “vatan haini”ydi. AP’li İçişleri Bakanı Faruk Sükan 19 Şubat gecesinin oturumunda TİP’in Moskova’dan emir aldığını, Nâzım Hikmet’in de “vatan haini” olduğunu söyleyince, Çetin Altan oturduğu yerden, “Nâzım Hikmet en büyük şairdi” diye bağırdı. Ve ne olduysa o sırada oldu. O anı ne kadar anlatırsam anlatayım, onun anlatım ustalığına eremem; iyisi mi sözü ona bırakmalı:

“Aslında bu tam bir linç olayıydı. İçişleri Bakanlığı bütçesi görüşülmekte olduğu için bütün emniyet örgütünün yüksek kademeleri, jandarma yüksek rütbeli kumandanları Meclis’teydiler.

Ve onların gözleri önünde yüz elli kişi üzerime geliyordu. Emniyet Genel Müdür Muavini kalp krizi geçirdi. Gözlerinin önünde linç edilmemi seyretmeye dayanamamıştı. Balkonlarda dinleyenler ayağa fırlamışlardı. Şimdi kim olduğunu hatırlamıyorum. Biri kulağıma eğilip: ‘Sakın dışarı çıkma, dayan’ demiş ve kaybolmuştu. Oysa, kapı üç beş adım ötemdeydi.

Ve AP’liler sıraların üstünden atlaya, kenarından fırlaya, çığlık çığlık, küme küme geliyorlardı üstüme. Ayaktaydım. İlk geleni ittim. İkinci geleni de... Biri arkadan çekti o anda, sıraların arasına düştüm. Tostoparlak olmuş, başımı sıraların altına saklamıştım. Bir an sıraların arasından bir tabancanın üstüme doğrulduğunu gördüm. Bir saniyenin binde biri kadar bir yıldırım düşüncesinde: ‘Demek artık her şey burada bitiyor’ dedim. Ve o an Yunus Koçak üstüme kapandı. Tabancanın kabzasıyla onun başına vuruyorlardı. Ortalık kan içindeydi. Nermin Neftçi bir çığlık attı: ‘Adam öldürüyorlar.’ Bu çığlık ve kan AP’lileri biraz ayılttı. Ortalık biraz mayna bulur gibi oldu. Kamil Kırıkoğlu koluma girmiş, beni kaldırıyordu. Nereye gidecektim? Bütün kapılara AP’liler kümelenmişlerdi.

Meclis’te sigara içerek dinlenmek için yapılmış, kulise açılan kapıların dibindeki odalardan birine daldım. Kırıkoğlu yanımdaydı. Gözlüğüm kırılmış, kravatım dışarı fırlamış, gömleğim, ceketim tekme izlerinden siyah siyah olmuştu.”

Linçle hakkından gelemeyenler aynı gece fezleke hazırlayıp dokunulmazlığını kaldırdı. Amaçları onu kelepçeleyip hapse attırmaktı. Araya İsmet İnönü girdi. O gece sabaha karşı, o yaralı haliyle sendeleye sendeleye Meclis kürsüsüne çıktı ve şunları söyledi: “Bu kadar uğraşılmaz yazarlarla. Türkiye’de parlamento bir yazarla bu kadar uğraşırsa, o yazar parlamento kadar büyür.”

YAZISI YAYINLANMADI İSTİFA EDİP AYRILDI

1987’deki referandumda Demirel’e uygulanan siyaset yasağının kalkmasına karşı direnirken, ‘parlamento kadar büyümüş’ bir yazardı. Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden birinde, memleketin sözüne en çok itibaren edilen, en çok okunan muteber bir köşe yazarı, Demirel ise siyasi yasaklı bir politikacıydı... Referandum günü, tıpkı Turan Emeksiz’in ölümü üzerine yazdığı tek satırlık yazıya benzer bir yazı daha yazdı. Yazısı şöyleydi:

“İnsanlar ikiye ayrılır. Akını b.kuna karıştıranlar ve karıştırmayanlar...”

Yazı işlerinde çalışanlar, patrona danışarak yazısını “sakıncalı” bulup yayınlamadılar. Bu iki şeye yol açacaktı. Çetin Altan gazeteden istifa edecek, Turgut Özal da patrona çok kızacaktı. İkisi de oldu. Çetin Altan istifa etti. Patron da Özal’dan azar işitti.

Masasını toplarken gittim odasına. O gün “dönekliğine” de açıklık getiren şunları söyledi: “Babıali patronları ne zaman hükümetin yanında oldular, ben muhalefete çekildim. Aynı patronlar ne zaman hükümet karşıtı oldular, işte o zaman ben hükümetin yanında oldum.”

ÖZAL ÇANKAYA’YA DAVET ETTİ

Çetin Altan Güneş’ten ayrıldıktan 2 yıl sonra Turgut Özal Cumhurbaşkanı oldu. Özal’ın edebiyatla, sanatla arası pek iyi değildi. Ama parlak bir mühendis, tutuculuktan uzak, yeniliğe açık bir siyasetçiydi, akranlarına benzemiyordu. Cumhurbaşkanı olduktan sonra da Çetin Altan’la ilişkileri sürdü. Her fırsatta bir araya geliyorlardı. Bir gün Özal onu Çankaya Köşkü’ne davet etti. Damdan düşer gibi yekten şu teklifte bulundu: “Çetin Bey, benim hayatımı yazar mısın?” Çetin Altan çok kırıldı, kendi deyimiyle “içi buz gibi soğudu”. “Ben yazarım, sipariş üzerine hiçbir şey yazmam” dedi. O yüzden 88 yaşına kadar “yazar” olarak yaşadı. “Bir yazar gelmek istediği yere geldiğinde artık gitme zamanıdır” dedi ve 22 Ekim 2015 Perşembe günü çekip gitti! Güle güle büyük usta, mekânın cennet olsun!