Size bir Dersim hikâyesi anlatayım
Yavuz Semerci yazdı.
YIL malum yıl.
Herkesin unutmaya çalıştığı yıl.
Ağlayacak anaların da öldürüldüğü yıl.
Yani ağlayacak ana kalmadığından ağlama derdinin olmadığı ve kimsenin üzülmediği yıl...
Hikâyemiz, o günlerde Dersim diye bilinen Tunceli’nin Hozat kazasının bir
köyünün 1 kilometre ötesinde, biri ağanın konağı diğeri evi ve bir de taş ahırın
olduğu mezrada geçer.
Hava kurşun gibi ağırdır.
Haberler iyi değildir. Ama bir umut var bu bölgede yaşayanlar için. Çünkü dağa
çıkılmamış, askere karşı silah kuşanılmamış. Yani, devlet en fazla buralardan sürer bizi, demektedirler.
Allah’ın bir günü.
Sabahın köründe ve o lanet ayazında dağ taş asker dolar. Erkekler ile kadın ve
çocuklar ayrılır.
Çavuş, kadınlara karşı gayet kibardır.
Hatta kendilerine çay yapılmasına izin verirler. Çay içilirken komutana bir emir
gelir ve bir süre, “Bu emirden emin misiniz” sorusunun yanıtı beklenir. Emir
doğrudur ve kesindir, tekrarlanır ve bir daha tekrarlatılmaması için uyarılır
komutan.
Askerler çaylarını bırakır, çatılmış tüfekler alınır, tüm kadın ve çocukların konağa girmesi istenir. İstenmez, emredilir.
Az önce çay veren kadının yediği dipçik, yeteri kadar açıktır.
Erkekler zaten yoktur. Ve kendilerinden birkaç saattir haber alınmamaktadır.
Konağın şömineli odası 30, bilemediniz 40 kişi alır. Çoluk çocuk 100’e yakın insan eve zorla sokulur. Artık çocuklar ağlamaktadır. Odanın içinde herkes bağırmakta, kendilerini içeri iten askere lanetler yağdırmaktadır. Yaşlı ve bilge kadınlar, Hakk’a yürüme zamanının geldiğinin farkındadır.
Hikâyemizin kahramanı, ağanın oğlu, o sırada anasının kucağında şöminenin
dibinde muhtemelen ağlıyordu.
Muhtemelen, çünkü hikâyenin bu kısmını sadece rüyalarında, o da hep değişik ve anlaşılmaz bir şekilde hatırlamaktadır.
Daha sonra, yıllar geçtikten sonra anlar ki o rüyada ağlayan kadın kendi
anasıdır ve ondan özür dilemektedir.
Niye özür dilediğini önce anlamaz. Sonra “Ben seni koruyamadım, sen çocuklarını koru” dediğini anlar bir rüyasında...
O gün, o lanet gün o odadakiler bilmez ki, kasabanın dibine kadar yürütülen erkekler dere kenarında kurşunlanmıştır. Ve elbette bilmezler ki, o gün binlerce insan sadece ve sadece Kürt-Alevi olduğu için öldürülecektir. Ve
bilmezler ki, birkaç dakika içinde onların da sonu bellidir.
Önce, tek odalı konağın ön yüze bakan 3 penceresi dipçiklerle kırıldı. Ve
sustular. Sonra sadece mermi sesi vardı.
Ve hemen ardından odaya birer ikişer atılan bombalar patladı. Birkaç dakika
sonra içeri giren kimi asker, süngüleriyle yaşayan yoklaması yaptı. Muhtemelen emri uygulayan ama tek kurşun bile sıkmamış çavuşun bağıran sesi duyuldu:
“Herkes odadan çıksın...” Kahramanımıza, anasını delip geçen
üç kurşun isabet etti. Ama öldürücü
değildi.
4-5 saat önce, askerler henüz çay içerken, yaşlı bir kadının uyarmasıyla dağa
kaçan 3-5 genç çocuk askerlerin gidişiyle konağa geri gelir. Birisi de hikâyemizin kahramanının kardeşidir. Katliamdan sadece üç kişi kurtulmuştur. Ağır yaralı kadına bir parça ekmek ve biraz da su bırakılır. Ve ardından dağa çıkılır. Katliamdan kurtulmayı başaranlarla birlikte dağlarda, mağaralarda hayvanlar gibi saklanarak birkaç hafta geçirilir.
Kahramanımız yaralı ve çoğunlukla ağlamaktadır. “Dereye atalım” diyenler
çıkar... Çünkü ağlayan çocuk nedeniyle askerler yerlerini tespit edebilir diye
korkarlar. Bir keresinde ağabeyi, yıllar sonra ona, “Mağaranın yakınına askerler geldi. Sesin çıkmasın diye ağzını kapattım ve az daha seni kendi ellerimle boğuyordum” der. Ağa çocuğu olması ve ağabeyinin koruyuculuğu sayesinde öldürülmekten ikinci kez kurtulmuştur. Henüz 6 yaşındadır ve devletin af ilan etmesinin ardından sürgüne gönderildiği yerde hayatı değişecek ve Kürt olduğunu yıllar sonra öğrenecektir.
Ama tercihini yapmıştır artık...
Hikâyemiz devam edecek...