Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Gökalp EREN (TDKP Merkez Komite Üyesi’ydi)
        .png
        .png

        "ÖNCELERİ TİP'E SEMPATİ DUYDUM"

        1965 yılından itibaren siyasi gelişmelerle ilgilenmeye başlamıştım. 1966 yılında Marks ve Engels’in sosyo-ekonomik tahlilleri iyiden iyiye ilgili çekiyordu. Üniversitedeki seçim, toplantı, yürüyüş gibi etkinliklerin içinde yer almaya başladıktan sonra, 68 kuşağı içindeki arkadaşlarım gibi önceleri Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) sempati duydum.

        1967 yılı sonunda o dönem ses getiren “Özel Okullara Hayır!” kampanyasını yürüten isimler arasındaydım. Üniversitedeki mücadele, Talebe Cemiyeti Seçimleri’nde aldığım sekreterlik göreviyle daha da arttı. 1970 yılında Dev-Genç’in ortaya çıkışıyla gençliğin en önemli hareketinin yönetici kadrosu arasında bulundum ve aynı tarihte İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği Başkanı’ydım.

        15-16 Haziran yürüyüşüyle aranmaya başlandım ve 12 Mart 1971’de tutuklandım. Dev-Genç ve Öğrenci Birliği Başkanı olarak tutuklanıp, 12 yıl ceza aldığımda yaşım 22’ydi. 1971’de dört yıl önce tanıştığım Deniz Gezmiş’in önderi olduğu Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) düşüncelerini benimsedim.

        REKLAM

        "DEVRİMCİLİK DÜNYAYI İLERİYE GÖTÜRMEKTİ"

        Devrimci yaşamın nasıl kurulması gerektiği üzerine tartışmalar yaşanan bu dönemde, seçilen yeni yol silahlı mücadelenin benimsenip; buna paralel olarak da örgütlenmenin yürütülmesiydi.

        Bizim kuşağa, daha doğrusu bana göre “devrimci”, yaşadığı dünyayı eşitlik, adalet ve sosyal gelişim açısından daha ileriye götürme mücadelesi verendi. İnsanlığın ulaştığı çağdaş uygarlık seviyesini ‘sınıfsız sömürüsüz toplum’ düzeyine çıkartmayı; dünyayı bu yönde değiştirmeyi temel hedef olarak alanlarsa devrimcilerdi.

        "12 MART TOPLUMU SİNDİREMEMİŞTİ"

        12 Mart darbesi sonrası, 1974 yılına gelindiğinde birçok devrimci gençlik önderi öldürülmüş, binlerce devrimci genç, devrimci subay yargılanmış ve cezalandırılmış olmasına rağmen, darbenin halk üzerinde o kadar yıkıcı ve yok edici bir etkisinin kalmadığı ortaya çıktı. Ecevit’in eşitlik, adalet, demokrasi, toprak reformu, işkencecilerden hesap sorulması gibi sloganları halkın desteğini alıyordu. Bunun yanında 12 Mart’çıların yasakladığı afyon üretiminin serbest bırakılması, Amerika’nın tarım konusundaki müdahalelerine karşı yapılan çıkış anti-emperyalist dalganın büyümesini sağladı. Bu dönemde sol kitleselleştiği gibi, geniş halk kesimleri idam edilen devrimci gençlerin arkasında durmaya başladı. İdamları kabul edilemez bir haksızlık olarak gördü. Kaybedilen 3 yılın ardından sendikal mücadele yurt çapında büyüdü. 12 Mart’tan önce ortaya çıkan gençlik hareketinin devamı niteliğinde bir devrimci gençlik hareketi kitlesel bir karakter göstererek bu dönemde yoğunlaştı. Bunun karşısında, 12 Mart öncesi ülkemizde gençlerin çatışması olarak görülen Nikaragua, Arjantin, Brezilya, El Salvador gibi birçok ülkede anti-emperyalist mücadeleye karşı devreye sokulan “kontra” hareketi, bu tarihlerde kendini yeniden hissettirmeye başladı.

        REKLAM

        "TÜRK SOLU KIBRIS'I EKSİK DEĞERLENDİRDİ"

        Soğuk savaşın sıcak yıllarında (1950-1980) Amerika Birleşik Devletleri tarafından 250 bin kişinin ‘kontra olarak’ eğitime tâbi tutuldukları, bizzat ABD kaynakları tarafından açıklandı. Türkiye’de de MHP ve Fethullah Gülen’e bağlı 380 kampın kurulduğu yazıldı, söylendi. Örneğin Muzaffer İlhan Erdost araştırmalarında, kontracıların Türkiye’deki kamp sayısının 450 olduğunu dile getirdi. Bununla ne yapıldı? Grevler basıldı. Öğrenci gençlik yıldırılmaya çalışıldı. Ülke çapında çatışma ortamı yaratıldı. Her türlü sol muhalefet, sünni çoğunluk dışındaki dini gruplar, mezhepler, milliyet farklılıkları saldırıların hedefi yapıldı. Süratle semtlerde, mahallelerde ortam terörize edildi ve farklıların, farklı yerlerde yoğunlaşması teşvik edildi. Yüzyıllardır alevi-sünni toplulukların birlikte barış içinde yaşadığı yerlerde hatta zorla ayrışma sağlandı. Bu günler için nasıl bilinçli bir hazırlık yapılmış ama değil mi?

        1974’te Ecevit Hükûmeti, Yunanistan’dan sonra Kıbrıs’ta da iktidarı ele geçiren faşist darbecilere müdahale ederek ABD politikalarına önemli bir darbe vurdu. Kıbrıs sorununun ABD ile Türkiye arasında çatışmaya neden olan geçmişini (1964 olayları ve ABD Başkanı Johnson’un mektubu vs.) göz ardı ederek bir politika oluşturdu. Türkiye solu, ABD tarafından uluslararası platformlarda başlatılan Türkiye karşıtı boykot ve tecrit politikalarına karşı doğru yerde olamadı ve bu olağanüstü fırsatı iyi değerlendiremedi. Olayın tamamı ‘işgal’ olarak değerlendirilip orada kalındı. Doğru olarak Kıbrıs’ın bağımsız, bağlantısız bir kimlikte kalması gerektiği ifade edildi; ama Kıbrıs’taki cuntanın amacı ve muhtemel sonuçları göz ardı edildi. Bu çok erken ve yetersiz bir tahlildi ve çok eksikti. Kısa bir süre sonra Kıbrıs Fatihi olarak anılan ve bu nedenle solun tepkisini alan Bülent Ecevit’in (CHP’nin) bütün mitingleri ‘milliyetçi- ülkücü’ gruplarca (gerçekte ABD yanlısı kontracılarca) basılmaya dağıtılmaya başlandı, süreç halk hareketi ve sol aydınları yıldırma girişimine dönüştü.

        "SOL GRUPLAR, SOVYETLERİN ŞEMSİYESİ ALTINA GİRDİ"

        1975-77 arasında sosyalist ve kapitalist kamplar olarak ikiye bölünen dünyada, sosyalist olmak, SSCB’den yana olmak anlamına geliyordu. Fakat SSCB, dünyanın ilk sosyalist ülkesi olmasına rağmen bir süredir daha çok sosyalist politikalar yerine hegemonyacı, yayılmacı bir politik çizgi izlemesi nedeniyle büyük ölçüde eleştiriliyor; dünya sosyalist ve ulusal kurtuluş hareketlerine prestij kaybettiriyordu. TKP ve bazı sol gruplar da bu suçlamaya çanak tutuyordu. Dev-Yol ve benzeri gruplar Sovyetler’i sosyalist olarak gördüğünü açıkladı. Biz, o dönem Sovyetler’in sosyalist değil “revizyonist” olduğunu, sosyalist söylem ve adına rağmen ‘sosyal emperyalist’ bir politik sistem olduğunu söyledik ve bunun üzerine de “Maocu Bozkurt” suçlamasıyla karşılaştık. Sol artık kendi içinde de sıkı bir mücadeleye başlamıştı yani.

        Sol gruplar Sovyet yanlısı olmadığı için, devrimci bilinen sendikalarda ilişki kurmakta güçlük çekmeye başladı. Birçok arkadaşımız sendikalardan SSCB karşıtı olduğu için uzaklaştırıldı ve doğal olarak bu ayrışma anti-faşişt cepheyi zayıflattı. Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş gibi gruplarla diğer sol gruplar arasında “tali tartışmalar” devam ederken; sol içinde temel ayrışma şu şekilde su yüzüne çıktı: SSCB yanlısı TKP, Sovyet yanlısı olmayanlar, PKK ve diğer eğilimleriyle ayrılıkçı Kürt Hareketleri.

        PKK öncesi hareket ve diğer ayrılıkçı eğilimlerle, Türk ve Kürtlerin ayrıştırılması temelinde, örgütsel ayrılık, program ayrılığı, birlikte kurtuluşun reddi, ayrılmanın mutlaklaştırılması vb. konularında tartışmalar başladı. PKK, “Kürt milli bilinci”ni ön plana çıkarırken, biz ve birçok grup, Türk ve Kürt devrimcilerinin, devrim için birlik ve kardeşliğini savunuyorduk. PKK amaç, program ve politikasını “ayrı” olmak üzerine kurdu. Bunun ardından Kars’tan Antep’e kadar bizim örgüt komitemizde yer alan birçok arkadaşı öldürdüler. Bu süreci, solun kendi içinde ayrışmasını ifade etmesi açısından paylaşıyorum.

        REKLAM

        "İHANETÇİ DİYE SEMPATİZANIMIZI VURDULAR"

        O dönem Halkın Kurtuluşu ve TDKP olarak bilinen benim Merkez Komitesi’nde yer aldığım örgütün 25 inananı, PKK ve diğer sol gruplar tarafından öldürülmüştü mesela. Bunların hiçbirinde merkezi olarak misilleme kararı alınmadığını ve yapılmadığını özellikle belirtmek isterim. Yerel tepkiler belki oldu, ancak birçok yerde misilleme olmaması için, o günün yöneticileri şahsen beni veya başka arkadaşlarımızı görevlendirdiler.

        Misilleme olmaması için olayların gelişimine müdahale edilerek olayların büyümesi engellenmiştir. Yani, öyle bir ortam oluşturuldu ki, faşist milislere ve sisteme karşı mücadele yürütülürken, solun içinde de kimin kimi ne zaman vuracağı belli olmayan bir ortama gelinmişti. Kabullerin, redlerin, ihanetlerin, kahramanlıkların, ölümlerin havada uçuştuğu bir dönemdi, ne yaptığını bilen bilmeyen herkesin belinde silah vardı ve binlerce olay yaşandı. Örneğin bizden ayrılan kendilerini İhtilalci Komünistler Birliği diye tanıtan bir grup vardı, ihanet ettiği gerekçesiyle iki “sempatizanımızı” kaçırarak öldürdüler. Yapılanın açıklanabilir hiçbir yönü yoktu, sadece şiddet ile var olmaya çalışmayı geçerli bir yol olarak görenlerin var olduğu anlaşılıyordu.

        12 Eylül öncesi çatışma ortamının, 1974 sonrasında, ABD merkezli yayılma ve SSCB’yi engelleme politikalarının bilinçli bir taktiği olarak yaratıldığını, Sovyetler Birliği’ne çanak tutanların da kolaylaştırıcısı ve kışkırttıcısı rolüne düştüğünü vurgulamak için sol içi çatışmayı anlattım.

        Gökalp Eren (sağda), Yıl: 1983, Sultanahmet Cezaevi...

        "12 EYLÜL DARBESİ, 1 YIL 2 AY BEKLEDİ"

        Çatışmaların ulaştığı noktayı göstermek adına belirteyim ki, 12 Eylül 1979 ile 12 Eylül 1980 arasında bir yılda kaybedilen insan sayısı, daha önceki beş yılda kaybedilen insan sayısını buldu. Bu nasıl oldu? Alevi-sünni kavgasını da işin içine soktular, bölgesel katliamlar yaşandı. Şimdi durun ve düşünün. Devrimcilerle ülkücüler çatışıyor, devrimciler kendi içlerinde çatışıyor ve yetmiyor; ülkede Irak’ta olduğu gibi mezhep savaşı çıkıyor. Bu kadarını gençlik yapmadı, istese de yapamazdı! Maraş katliamı yaşandı, Çorum katliamı sonra... Sivas katliamı sonra, tekrar Çorum’da katliam...

        Harp Akademileri Komutanı Org. Bedrettin Demirel, anılarında 1979 yılının temmuz ayında, “Biz müdahale kararı almıştık, ama bekledik” diye yazdı. Yani darbe kararı en kanlı bir yılın öncesinde alınmıştı. 12 Eylül’den 1 yıl 2 ay öncesinden bahsediyorum. Alttan gelen darbe önerisi kararına Kenan Evren’in, “Bekleyelim, henüz olgunlaşmadı” yanıtını verdiğini general, anılarında yazdı ve bu aktarmaya henüz itiraz gelmedi. Tarih, darbe yapabilmek için yeterli ölüm adedinin darbeciler tarafından belirlendiğini yazmalıdır. Buradan şöyle bir anlam çıkmasın, “Keşke daha önce darbe olsaydı”, elbette böyle bir temennide bulunulamaz. Açıkça görülmektedir ki darbeyi organize eden kuvvetler için uygun ortam hazırlandı, kendilerince uygun koşullar hazırlandı. Türkiye’deki darbe için dışarıdaki destek de çok önemliydi, özellikle ABD desteği ve kontrolü ile darbe gerçekleşti.

        REKLAM

        "24 OCAK KARARLARI BEKLENDİ"

        12 Eylül darbesinde beklemelerinin diğer bir nedeni de, Demirel’in başbakanlığında 24 Ocak Kararları'nın yaşama geçirilmesiydi. Neo-liberal unsurların bu dönüşüm, entegrasyon kararlarını alması beklendi. Bunu tek başına ordu yapamazdı. Siyasiler yapabilirdi ve Demirel’e bu görev tevci edildi. Küresel olarak (IMF eliyle) İngiltere, Arjantin, Amerika ve Brezilya’da atılan adımların benzeri Türkiye’de atılıyor; bunu da bizzat Amerika istiyordu. Darbeyle birlikte ilk bildiriyle grevler iptal edildi, sendikal haklarda kısıtlamalara gidildi.

        "DARBENİN OLACAĞI DEMEÇLERDEN BELLİYDİ"

        12 Eylül'ün, yani darbenin geleceğini aslında herkes tahmin ediyordu. Söylentiler, yorumlar, sızan bilgiler tahminleri besliyordu. 30 Ağustos’a gelirken kuvvet komutanlarının demeçleri ve bayram nedeniyle yayınlanan bildirinin çok sert mesajlar içerdiğini anımsıyorum.

        Darbe de açıkçası o sert mesajları aratmayacak biçimde geldi. 12 Eylül sabahı sokaklarda askeri bir hareketlilik vardı, arkadaşlarımla bir evdeydik darbenin ilk günü. Gerekli gördüğümüz bir dizi değişiklikler yapmaya başladık. Fotoğraflarımızın duvarları süslemeye başladığını -aranmaya başladığımızı- öğrendikten sonra, bir süre, yer değiştirerek yakalanmamaya çalıştık. 14 Nisan 1981’de, darbeden 7 ay sonra bir arkadaşımın evinde, daha önceden kurulmuş bir polis tuzağına düşerek yakalandım.

        REKLAM

        "EKREM'İ GAYRETTEPE'DE ÖLDÜRDÜLER"

        Darbeden bir gün önce, 11 Eylül günü İstanbul'da Halkın Kurtuluşu ve Parti Bayrağı dergilerini çıkaranlar arasındaydım ve Türkiye Devrimci Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi’ydim.

        Bize karşı yürütülen operasyona özel önem verdikleri için, operasyonda alınan diğer arkadaşlarımla beraber Sirkeci'de, şimdi Adliye Binası olan binanın üst katına götürdüler. Gayrettepe 1. Şube ile karşılaştırdığımda burada çok derin iz bırakacak bir işkence yaşamadım; ama ayak parmaklarımın postallar altından ezildiğini, paramparça olduklarını söylemeliyim. Dayak ve elektrik burada da uygulanıyordu; ama Gayrettepe başkaydı. Gayrettepe işin merkeziydi, işkencenin işkenceciyi bile yorduğu bir yerdi orası. Bir hafta Sirkeci'de kaldıktan sonra Gayrettepe’ye gönderildim.

        Burada 24 tane hücre vardı, Gayrettepe'de 65'i fiilen işkenceyle geçen 80 gün kaldım. Herhangi bir şiddet olayı ya da benzer siyasi olayla aranmayan sadece düşünceleri belli, gençlik içinde sevilen etkin bir lider konumunda olan İTÜ Mimarlık Fakültesi son sınıf öğrencisi Ekrem Ekşi de darbenin ilk günü gözaltına alınıp işkence görmüş, yaşadığı şiddet ve darplar sonrası ‘iç kanama ve ödem’ nedeniyle Gayrettepe’de (İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde) yaşamını yitirmişti.

        "İŞKENCECİLER UZMANLAŞMIŞTI ARTIK"

        "Erdal'ı (Eren) astık, Ekrem'i öldürdük, senin buradan çıkışın olur mu?" cümleleriyle girdim her işkenceye. Elektriği düz askıda kullanırlardı. Çarmıha gerer gibi asıyorlardı. Elektriği vücuda çapraz olarak verdiklerinde şiddetinin arttığını biliyorlardı, uzmanlaşmışlardı. Bir ucunu penisinize bağlarlar, diğer ucunu makatınıza değdirdikleri zaman iki ucun arasının koptuğunu hissedecek kadar acı duyarsınız. Bu arada geçen zannederim 5-6 saniyede bedeniniz çırılçıplak ve kasılıyorsunuz. Her şeyinizin açıkta olduğunu düşünmek bile insana yetiyordu. Eğer çok uğraşmak istemeyip sadece acı çekmenizi istiyorlarsa Filistin (ters askı) yapıyorlardı. Bir süre sonra omuzlarınızın koparılmaya çalışıldığı hissine kapılıyorsunuz. Bu esnada bağıran da bayılan da oluyor doğal olarak.

        İşkencede kaygım; arkadaşlarıma, dostlarıma karşı görevimi yapamamam, onurumun zedelenmesi ve mahçup olmaktı. Kendime açıklayamayacağım bir suçu işlemekten korktum sadece. Eşim de 12 Eylül’ün ilk günlerinde aynı yerde işkenceden geçti.

        REKLAM

        "BİZE DERS OLSUN DİYE ARKADAŞIMIZI SERGİLEDİLER"

        Gayrettepe’de, bekleme odasında kalorifer borularına bağlı olarak gecelerken, falakadan çıkan bir arkadaşı yanımıza getirmişlerdi. Kendisi çok şiddetli bir işkence görmüş, özellikle falakadan geçirilmişti. Ayakları çok kötü durumdaydı, kangrene dönüyordu ve ayakta duramadığı için ellerini çözmüşlerdi. Sadece onun iltihap akan ayaklarını görmemiz için getirip bize sergilediler.

        Gayrettepe’de dinlendirilmelerim hariç 65 gün işkence gördüm. Kaba dayak, kum torbasıyla dövme, falaka, elektrik… O süreci kadın olarak yaşayanlar da vardı. Adam sizi çırılçıplak soyuyor ve acıdan bedeniniz kasılıyor, titriyor. Ölümün gelip gelmeyeceğini, üstüne düşeni yapıp yapamayacağını düşünürken, açıkçası insan kıçına cop girmiş mi girmemiş mi bunu düşünemiyor, kaygının merkezi başka yerlere kayıyor.

        İşkenceciyle mağdur arasındaki ilişki direnmek ya da direnmemek üzerine kuruluydu ve günde yarım saat; bilemediniz bir saatlik işkenceye dişinizi sıkıp, ölebileceğinizi de bilerek girip buna katlanıyorsunuz. Ama zor olan günün geri kalan yaklaşık 23 saatinde diğerlerinin acısını görmeniz, duymanız, düşünmeniz oluyor. İnsanlara çok ağır işkenceler yaptılar. Bu yaşananların geçtiği yer, yani Gayrettepe, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube Sorgu odaları kısmı mezbahadan farksızdı aslında. O kadar çok yerde işkence yaptılar ki...

        Bu anlattığım üç ay benim hayatımı ve geleceğimi elbette etkiledi; ama en büyük darbeyi benliğim gördü. 1981 yılının Temmuz ayında beş yıllık cezaevi dönemi başladı ve ilk durak Metris Cezaevi’ydi.

        "YANLIŞ OLDUĞUNU DÜŞÜNSEK ZATEN MÜCADELE ETMEZDİK"

        Ben mahkemede de şunu söyledim: Bizim yaptığımız şeyler yapılması gerekenlerdi. Biz bunları kâr elde etmek, rant elde etmek için yapmadık. Şöhret olalım, diye de yapmadık. Bu bizim hayatımızın içindeydi ve “Bunu böyle yapmamız gerekir, doğru olan budur” düşüncesiyle yaptık. Başka bir deyişle düşünce ve kanaatlerimizin gereğini yaptık. Kendi kurtuluşumuz ve insanlığın kurtuluşu için yaptık. Bunun için hayatımın hiçbir döneminde pişmanlık duymadım. Şu var ama, ben değil biz, yani devrimci demokrat, sol ve sosyalist hareket, kendisini bu kadar ateşlere atmayıp daha “akılcı” ve ‘’bilimsel’’ olabilirdi.

        Bir önceki devrimci önderler biraz daha akılcı, yeterli olsalardı bir kuşağın kendisini onlardan koparıp daha ileriye fırlatmasına izin vermeyebilirlerdi. Kısaca 1971 ve öncesini kastediyorum, sosyalist hareketin bizden önceki liderleri bizim maceracı bir harekete sapmamızı engelleyebilirlerdi. Bizde hiç günah yok muydu? Öyle bir iddiada da bulunmak istemiyorum..

        REKLAM

        "ERDAL'I 17 YAŞINDA ASTILAR"

        Amcamın oğlu olan Erdal Eren, 1980 Şubatı’nda gerçekleşen bir protesto gösterisinin ardından tutuklandı. Zamanın başbakanı Süleyman Demirel basına verdiği ilk demeçte zaten Erdal’ın asılacağını açıkça şöyle ifade etmişti: “Suçlular yakalanmıştır, kanunlarımızdaki en ağır cezayla cezalandırılacaklardır.” Artık mahkemeye ne gerek vardı.

        ODTÜ’de Sinan Suner’in öldürülmesinin ardından Ankara’da bir protesto gösterisi oldu. Çıkan çatışmada Zekeriya Önge isminde bir er hayatını kaybetti. Erin hayatına mal olan kurşun, kendi arkadaşlarının silahından çıkan ve Önge’nin sırtından girip kalbini parçalayan kurşundu. Yakın mesafeden atılmıştı, sırtta girdiği yerde yanık izi bırakmış ve eğik bir yol izlemiş, sol göğüs üstünden çıkmıştı. Erdal’la birlikte 24 kişi gözaltına alınmıştı. Ortada iki tane CSKA marka 7.65 mm çapında silah vardı ve bu iki silahtan hangisinden çıktığı bilinmeyen tek kurşun, er Önge’nin parkasını, gömleğini, içliğini delmiş, sağ kaburgasının üzerinde takılmıştı. Olaya birden fazla kişi katılmış birden fazla silah kullanılmıştı. Olayın önemine uygun bir bilirkişi raporu düzenlenmemiş, şüphelerin hiçbiri araştırılmamıştı. Birbirine 30 km uzaklıkta iki evde doğan iki genç insan, faşizmin kurbanı oldular. Çatışmanın işlendiği tarihte Erdal Eren 17 yaşında olmasına rağmen, er Önge’yi öldürdüğü gerekçesiyle idam edildi.

        "GENÇLERİMİZ DÖRT BAYRAMI KARIŞTIRIYOR"

        Türkiye gençliğinin eğitim açısından kayba uğradığını da söyleyim. Ben 1970’lerdeki hengâme yıllarında eğitim kalitesinin düştüğünü gözlemledim. Ancak bu düşüş durmadı, halen devam ediyor. 29 Ekim’de bir TV programı için röportaj yapıyorlar, gence günün önemini soruyorlar. Genç “hık!” “mık!” diyor, cevap veremiyor, verdiği cevaplar içler acısı. Yakın tarihimiz için, Cumhuriyet tarihi için birkaç temel tarih ve olaya yabancı olan gençler bizim gençlerimiz mi? Biz mi yetiştirdik onları? Böylesi olumsuz bir sonuçta bilgi kirliliğinin etkisi büyük. Çocuk okulda bir şeyler öğrense de sistemli ve yeterli olmadığı için televizyon, bilgisayar, top, pop derken öğrendiği birkaç satır şeyi de bilgi haline çeviremiyor, ona sahip olamıyor. Eksiklik sadece çocuklara ya da gençlere mâl edilemez elbette.

        "SOROS İLE DEMOKRATİKLEŞME OLMAZ"

        O dönemin her iki gençlik kesimine ilişkin olarak, haksız bir iç savaşta kaybedilen her şey için “yazıktır” demekten başka ne söylenebilir? Aydınlarımıza ilişkin de bir şey söylemek isterim. Bugün Türkiye’de bazı ‘solcular’ 12 Eylül darbesine karşı çıkıyor gibi yaparak, aslında gerçek darbecileri aklayarak Türkiye’ye karşı çıkma noktasındalar maalesef.

        12 Eylül’ün bir olumsuz sonucu da Türk aydınını küstürdü ve bir kısmını Türkiye düşmanlığına kadar sürükledi. Yeniden yapılanma, şeffaflaşma kavramları demokratikleşme adına Soros’un kurumları tarafından dile getiriliyor. Soros’un sosyalizme, demokrasiye, eşitliğe, şeffaflığa ne ihtiyacı var? Yapısı itibariyle demokrasiye aykırı tekelci şirketlerin kurumların ülkelerin demokratikleşme mücadelesine girmesi söz konusu olabilir mi? Aydınlarımız bu noktada durmalı ve demokrasi adına Batı misyonerliğine, onun hizmetkârlığına soyunma maskaralığına son vermeliler.

        Yazı Boyutu
        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ
        Habertürk Anasayfa