Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar "İnsanlar okusun hikâyem unutulmasın istedim", Barbaros Altuğ, Barbaros Altuğ kitap, gezi, barbaros altuğ biz burada iyiyiz

        Gülenay BÖREKÇİ / HT PAZAR

        Sivri eleştirileriyle tanıdığımız yazar ajanı Barbaros Altuğ ilk romanıyla okur karşısında. Onunla Can Yayınları’ndan çıkan romanı Biz Burada İyiyiz’i konuşmak için buluştuk.

        Edebiyat dünyamızın en kendine has karakterlerinden biri Barbaros Altuğ. Başta yazar ajanıydı, sonra sivri dilli, can yakan eleştiri yazılarıyla da dikkat çekmeye başladı. Kimsenin gözünün yaşına bakmıyor, fikri neyse açıkça yazıyordu ve buna alışık olmayan bizler için bu basbayağı yeni bir durumdu. Bu yüzden Barbaros Altuğ bazılarınca sevilen, bazılarınca nefret edilen ama hep çok merak edilen biri oldu. Şahsen bu durumla gizli gizli eğlendiğini de düşündüm hep. Oscar Wilde, “Hakkımda konuşulmasından daha kötü bir şey varsa o da hakkımda konuşulmamasıdır” der ya; onun gibi... İşte Barbaros Altuğ şimdi ilk romanıyla okur karşısında. Onunla Can Yayınları’ndan çıkan romanı Biz Burada İyiyiz’i konuşmak için buluştuk.

        Bugüne kadar çok kişiyi eleştirdiğini düşünürsek, yazarken herhangi bir tedirginlik hissettin mi?

        Eleştiride acımasız biri olduğumu ve eleştirdiğim insanların bazılarının romanıma karşı tavır alabileceklerini biliyor ama aldırmıyorum. Öte yandan edebiyat torpil gerektirmez, beğenirsen beğenirsin. Kimse kimseye bir kitabı zorla beğendiremez.

        Sen mesela pat diye söyler misin beğenmediğinde?

        Pat diye söylerim. Ama her zaman yazmayabilirim.

        Niçin?

        Sonuçta o kişi fikirlerimi yüzüne söyleyebileceğim kadar yakınsa bana, niçin oturup hakkında eleştiri yazayım? Ama yüzüne söyleme olanağım yoksa, tabii ki yazarım. Başta ben de küçük bir tedirginlik yaşadım ama sonra geçti. Kafamda bir hikâye vardı ve onu istediğim şekilde anlatmak dışında hiçbir şeyi umursamadım...

        Eleştirenlere tepkin ne olacak?

        Dilediklerini yazıp söyleyebilirler.

        ‘GENÇLERİN FİKRİ ELEŞTİRMENLERDEN DAHA ÖNEMLİ’

        Bence eleştirilmekten daha kötüsü eleştirilmemek, daha doğrusu “görülmemek”...

        Bazılarının romanımı beğense bile yazmayacağını düşünüyorum hakikaten. Ama bu bir endişe mi; hayır. Çünkü hâlâ okurun gücüne inanıyorum. Edebiyat eleştirmeni bütün gücüyle bir kitabı övse bile onun çok okunmasını sağlayamaz. Aynı şekilde ne kadar yererse yersin, iyi kitap okur tarafından er ya da geç keşfedilir. Twitter’da kendi aralarında haberleşen ve birbirlerine kitap tavsiye edenler var ya, onlar benim için daha önemli.

        Kitabını en çok kim okusun ve beğensin istersin? Şundan soruyorum: Seninle çalışan yazarlar romanlarını herkesten önce senin okumanı istiyor. “Barbaros beğendiyse, tamamdır” gibi bir durum var. Senin için böyle biri var mı?

        Arkadaşım Sırma Köksal’ın ne diyeceği önemliydi. Can Yayınları’nın genel yayın yönetmeni, biliyorsun. Yayınlasın diye değil, hakikaten fikrini merak ettiğim için gönderdim. Bir de gene yakın arkadaşım olan yazar Ünver Alibey okudu. Onun tavsiyelerine uydum açıkçası hatta romanın yarıdan fazlasını attım. Kelime kelime ayıklayarak, cımbızlayarak... Ama esas beğensin istediklerim elbette gençler. Arkadaşların seni tanıyor ve iç dünyanı biliyor sonuçta; beğenmeye hazır hepsi.

        İlk romanların şahsi hikâyeler olduğu söylenir. Biz Burada İyiyiz için de geçerli mi bu?

        Karakterler benden izler taşıyor ama bu doğal, çünkü sadece ilk romanlar değil bütün romanlar otobiyografiktir. Yazdığım her şeyde benden, ailemden, arkadaşlarımdan, beni etkileyen insanlardan, teyzemden, ablamdan, ne bileyim Ayşe Kulin’den, Murat Somer’den, senden izler olacak. Ama “Bunların toplamı otobiyografik mi” diye sorarsan; hayır, değil. Ben kendimi anlatmak için değil, bu ülkede yaşayan gençlerin mutsuzluğunu anlatmak için çıktım yola.

        Nedir gençlerin dertleri, onları mutsuz eden şey?

        İstedikleri zengin ya da ünlü olmak değil, daha özgür ve mutlu olmayı istiyorlar sadece. Ve her seferinde önleri kesiliyor.

        ‘İÇİMDE UZUN ZAMANDIR UYUYAN BİR HİKÂYE VARDI’

        Karakterlerinden Eren, yani yazar olan, kendini iyileştirmek için yazmaya başlıyor. Bu sana da uyar mı?

        Uyar galiba. İçimde çok uzun zamandır uyuyan bir hikâye vardı ve artık dışarı çıkması gerekiyordu. İnsanlar okusun, hikâyem unutulmasın istedim.

        “Hikâyemizi herkes öğrensin diye değil, biz unutmayalım diye yazdım” diyor Eren.

        Gezi esnasında yaşadıklarımız 10 sene sonra da hatırlanacaksa, bu edebiyat sayesinde olacak. Benim romanım sayesinde bir kişi bile hatırlasa gelecekte, yeter bana.

        Eren’in söylediği bir şey daha var... “İnsan yazdıkça kendi içindeki kuyulara çekiliyor bilmeden; kazdıkça, derine indikçe siyahlaşıyor suları o kuyuların da” diyor.

        İnsanın kendi içine inip hatırlamaya başlaması acılı, korkutucu bir süreç. Unuttuğunu sandığın hiçbir şeyi unutmadığını fark ediyorsun. Hatırlamamayı seçmişsin sadece. Yazarken her şey bir başka şeyi tetikliyor ve birdenbire net ve apaçık görmeye, hatırlamaya başlıyorsun. Keşke unutmak diye bir şey olsa ama yok. Ben de yazarken, üç yaşından beri duyduğum, gördüğüm, hissettiğim her şeyi teker teker yeniden yaşamaya başladım.

        “Zamanla keder veren anılar artık incitemiyor, güzel anılar aynı şiddette haz vermiyor” gibi bir şey yok o zaman.

        Hayır, hayır, hayır. Aksine. Ama şu oluyor, acılarınla hesaplaşabiliyorsun. Yüzleşiyorsun çünkü, sana o acıyı yaşatanı affediyorsun. Ama unutmuyorsun.

        Şimdi ikinci romanı yazıyorsun. Ne anlatırsın ona dair?

        Adı Türkçe Alfabe. İlk bölümün başlığı “Anne”. İlk cümlesiyse, “Birinin kalbinden neler geçer, asla başkası bilemez”. İkinci bölümün adı “Budapeşte”. Yani her bölüm alfabedeki harflerin sırasıyla gidiyor...,

        ‘Acıların üstünü örterek yaşıyoruz’

        Karakterlerin Gezi’den sonra umutsuzluk içinde İstanbul’u terkedip Berlin’e sığınıyorlar. Ve romanın başlıyor... Neden Berlin?

        Berlin bir özgürlük adası. Almanya’da bütün baskı dönemlerinde iktidarların en çok yok etmek istedikleri yer. Nazizmin yükseliş sebebi neredeyse... Ama onca şeyden sonra 90’larda hiç hayal edilemeyecek bir şey oldu ve şehri ikiye bölen duvar yıkıldı. O travma döneminde Almanya’da yazılanlara bakarsan, Gezi’den sonra bizde yazılanlara eşdeğer olduğunu görürsün. Duvarın yıkılmasıyla birlikte, aniden başka bir dünyanın içine düştüler. İki farklı dünyanın insanları bir anda birbirleriyle karşılaştı; Doğu tarafı Batı’yla, Batı tarafı Doğu’yla yüzleşti.

        Sen orada mıydın?

        Duvarın yıkıldığı gece mi? Oradaydım. Sonra da gittim defalarca. Duvar yıkılmıştı ama hâlâ orada, görünmez bir şekilde şehrin ortasında duruyordu... Tamamen ortadan kalkması çok yavaş oldu. En çok ilgimi çeken de geçmişleriyle yüzleşmeleri ve yanlışlarından ötürü af dilemeler oldu. Bu bizim yapamadığımız bir şey. 100 yıllık acıların bile üstünü örterek yaşamaya çalışıyoruz biz. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yaptıklarımızı konuşmuyoruz mesela. Yahut Aşkale’den bahsetmiyoruz hiç. Halbuki travmalarımızla baş edip işlediğimiz suçlarla yüzleşmemiz gerekiyor. Kendimizi affetmenin yolu bu.

        Gezi’nin de bizim hayatımızda dönüştürücü bir etkisi olacak mı?

        Hiçbir düzen bir günde değişmez, bunu bekleyenler hayal kuruyor. Ama uzun vadede bir şeyler değişecek. Yavaş yavaş... Tıpkı dünyanın dört bir yanında 1968’in etkilerini hâlâ görüyor olmamız gibi. Gezi’yi olumlu ya da olumsuz bir şekilde anmadan politika yapmak bile mümkün değil artık. Gezi’nin çocukları bir gün politikaya da girecekler elbette. Ve 20 sene sonra ülkeyi onlar yönetecek. Kendi çocuklarını nasıl yetiştireceklerini artık biliyoruz. Muhtemelen çok daha özgür, çok daha “iyi” insanlar olarak... Biz göremeyeceğiz belki ya da görsek bile çok yaşlanmış olacağız ama fark etmez.

        İki özgür ruh: Sally Bowles ve Holly Golightly

        Birçok Alman yazarın yanı sıra, Christopher Isherwood ve Truman Capote’den de izler var romanında...

        Isherwood 1945’te Berlin’e gidiyor ve hikâyelerini orada yazıyor. Elveda Berlin’deki Sally Bowles’u orada yaratıyor mesela. Sonradan Cabaret filminde Liza Minelli’nin canlandırdığı meşhur karakter... Berlin’in ve Sally Bowles’un temsil ettiği o özgürlük hissi, hiç yok edilemeyen, dipten dibe hep kaynayan bir şey. Truman Capote yıllar sonra Sally Bowles’dan etkilenerek Tiffany’de Kahvaltı’yı yazdı.

        Vay be, bilmiyordum bunu...

        Filmde Audrey Hepburn’un canlandırdığı Holly Golightly aslında Sally Bowles’dur.

        Ve bu ikisi senin en sevdiğin kitaplar...

        Başlarken hiç bilmiyordum onlarla ilgili bir şey yazdığımı, farkında bile değildim.

        Ama Tiffany’de Kahvaltı’ya saygı duruşu gibi bir şey çıktı sonunda.

        Evet, Yasemin, Holly Golightly, yani bir özgür ruh. Eren’se bir gün ünlü bir yazar olmayı hayal eden o gay çocuk. Bunu roman bittiğinde fark ettim.

        ‘Yakın tarihimizi Gezi olmadan anlatmak artık mümkün değil'

        Emrah Serbes’le senin romanlarınız tesadüfen eşzamanlı yayınlandı. Okurken benzer damarlardan yürüdüğünüzü fark ettim. Çok genç karakterleri yazmışsınız ve arka planda Gezi var.

        Türkiye’nin son beş senesini hatta gelecek beş senesini arka planda Gezi olmadan anlatmak mümkün değil. Anlık bir şey değildi Gezi, sırf ağaçlar kesildiği için patlak vermedi. Çok uzun zamandır arka arkaya gelen baskıların birikmesiyle büyüyen bir toplumsal hadiseydi. Brezilya’da bile “Gezi” diye pankart açıyor insanlar. O yüzden günümüzde geçen bir hikâye anlatıyorsan ve içinde Gezi yoksa, sen aslında yaşamıyorsun demektir

        Yazı Boyutu
        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ
        Habertürk Anasayfa