Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Orkestra şefi diktatördür!

        Klasik müzikle hiç ilgisi olmayanlar bile Daniel Barenboim’un büyük eseri Doğu-Batı Divanı Orkestrası’nın varlığını işitmiştir. Filistinli entelektüel Edward Said ile birlikte Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan genç müzisyenleri bir araya getirerek kurduğu o orkestrayı. Ya da Arjantin doğumlu bir İsrail vatandaşı olarak, Filistin devletinin varlığını savunduğunu, Filistinlilere yönelik kötü muameleyi kınadığını bilen bilir.

        Şimdi kendisi kötü muameleyle suçlanıyor. Hem de Almanya’da “skandal” olarak nitelenen bir şekilde. 1992’den beri Berlin Devlet Operası Staatskapelle’nin şefliğini yürüten Barenboim orkesta üyelerine yönelik sözel ve hatta fiziksel şiddetle itham ediliyor. Barenboim’u “diktatör” diye niteleyen orkestranın üç eski üyesinin iddiasına göre aşırı asabi olup öfke nöbetleri geçiren maestro müzisyenlere ağır hakaretler yağdırıyormuş.

        Adını vermeyen bazı kaynakların da anlattığına göre şefin aşağıladığı genç bir kadın kemancı sahnede gözyaşlarına boğulmuş, davulcu onun yüzünden depresyona girmiş, mide gribi olan bir müzisyeni tartaklamış, yakınını kaybetmiş birini de hiç empati göstermeden haşlamış. Bu çetele neticesinde şefin ayrılması isteniyor. Doğu Almanya’dan devralınan Berliner Staaskapelle’yi dünya klasmanında bir orkestra seviyesine yükselten piyanist/maestro Barenboim’e ömür boyu verilen bir paye bu. Hatta Başbakan Merkel’in bile şefin Berlin’deki varlığı için bizzat müdahil olduğu söyleniyor.

        “BEN KOYUN DEĞİLİM”

        Barenboim, iddia edildiği gibi orkestra üyelerini haşlamakla kalmayıp tartakladıysa onun adı şiddettir ve “MeToo” hareketinin etik içeriğini de aşarak hukuku ilgilendiren bir suç sınıfına girer. Ancak Barenboim her iki şiddet iddiasını da reddediyor; “Ben koyun değilim. Buenos Aires doğumluyum, kanımda Latinlik var, heyecanlarımı kontrol edemiyor olabilirim. Çünkü en mükemmele ulaşmak istiyorum” diyor. Örneğin davulcu Willi Hilgers’in “Provalarda sürekli hakaret işitiyorduk” sözleri için “Ben onun yapabileceğinin en iyisine ulaşmasını istiyordum. Daha farklı çalabileceğine inandığım için de sabırsızlanıyordum. Bunda bir anormallik yok” diyor.

        Barenboim’un savunmasına karşılık Alman medyasının kültür-sanat yazarları, "MeToo" çağında iktidar gücünü kötüye kullanmanın, sanat şehvetini zorbalığa vardırmanın sınırlarını sorguluyor. Kimileri “Sanatta demokrasiye, taviz ve toleransa yer yoktur” derken, bazıları da Staatskapelle’ye taze kan için Berlin Senatosu kültür yönetiminin bu meseleye eğilmesi gerektiğini belirterek maestronun yerini alabilecek şefleri sıralıyor. En başta da saf kan Berlinli olup Barenboim gibi Richard Wagner ve geç romantiklerden oluşan repertuvara sahip Christian Thielemann’ın adı geliyor. Dresden Devlet Orkestrası’nın şefi olan Thielemann, geçen 1 Ocak’ta Viyana Filarmoni’nin yeni yıl konserini yönetti ilk kez. 76 yaşındaki Barenboim’un “ömür boyu maestro” ilan edilmesi onursal bir unvan, ancak şefin Staatskapelle Genel Müzik Direktörü olarak sözleşmesi 2022’de sona eriyor. Kendisi belli ki sözleşmenin uzatılmasından yana, ancak bu konuda kararı verecek olan merci Berlin Senatosu.

        VE DİĞER DİKTATÖRLER…

        Berlin, müzik diktatoryasına yabancı değil. Gelmiş geçmiş en büyük maestrolardan Herbert von Karajan da “diktatör” diye anılırdı, Berlin Filarmoni’de nice çatışmalar yaşanmıştı. Karajan’ın uyguladığı diktatoryanın bir zamanlar Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi’ne üye olmasıyla da ilgisi yoktu. Avusturyalı bir Ermeni olan Karajan, sanatını sürdürebilmek için Nazi saflarında görünmek zorunda kalmıştı. Karizmatik yönetim tarzı, Porsche’si, yatları, St. Moritz ve St. Tropez’deki villaları ve kendi kullandığı özel uçağıyla fiyakasından geçilmeyen Karajan bugünün deyişiyle bir “celebrity” idi.

        Berlin Filarmoni’yi Karajan’ın 1989’daki ölümünden iki yıl sonra dinledim, dünyanın en muhteşem orkestrasını artık o yönetmiyordu ama 34 yıllık izi vardı. Berlin Filarmoni yıllarca bir erkekler topluluğu olarak kalmıştı. Orkestraya kadın müzisyen alınmayacak diye yazılı bir kural olmadığı halde, tek bir kadın bile geçmeyi başaramamıştı seçmeleri. 1982 yılında İsviçreli kemancı Madeleine Carruzzo’nun kabul edilmesine kadar. İkinci kadın ise klarnetçi Sabine Meyer olmuş, diğer orkestra üyeleri, müzisyeni istemediği için Karajan ile aralarında yaşanan kavga gürültü ayyuka çıkmıştı. Bunun üzerine Karajan, Salzburg Festivali’nde Berlin Filarmoni’yi bırakıp en büyük rakibi Viyana Filarmoni’yi yönetmişti.

        REKLAM

        Karajan’ın avlandığı saha Beethoven, Brahms, Bruckner ve Wagner’den Strauss’a uzanan Avusturya-Alman geleneğiydi, ancak Rus, İtalyan ve Fransız repertuvarlarına hakimiyeti de olağanüstüydü. İşte Karajan yönetiminde Berlin Filarmoni’den Ravel; Bolero hiç bu kadar muhteşem çalınmamıştı…

        Pek bilinmez ama Berlin Filarmoni’nin Karajan’dan önceki şeflerinden Sergiu Celibidache’nin adına eklenen sıfatlardan biri de “diktatör”dü. Bir Alman müzik yazarı Rumen şefin genç yeteneklere kötü muamelesini eleştirirken, diktatörün yanı sıra “Arschloch” (g.t) lakabını da uygun bulmuştu.

        NAZİ DÖNEMİ DESPOTLARI

        Daha da geriye gidersek Üçüncü Reich döneminin Alman orkestra şefi Wilhelm Furtwaengler de öfke nöbetleriyle tanınan biriydi. Berlin Filarmoni’yi yönetirken Nazilerle iyi geçinmeye çalışsa da Yahudi müzisyenlerin orkestradan atılmasına, konser salonunda gamalı haçlara, Hitler selamına direnmiş, savaşın sonuna doğru da İsviçre’ye kapağı atmıştı. Yine de Nazi geçmişi sorgulanan bir müzik diktatörü olarak tarihe geçti. Mussolini’ye de Hitler’e de kafa tutan büyük İtalyan maestro Arturo Toscanini tam bir anti-faşistti ama anlatılanlara göre orkestra yönetiminde faşizanlıktan çok da uzak değildi. La Scala ve Metropolitan orkestralarını mükemmelliğin doruğuna çıkarırken despotça yönetimiyle anıldı hep.

        Müzikte diktatorya erkeklerin tekelinde ama geçen yüzyılın en büyük Mozart ve Strauss yorumcusu soprano Elisabeth Schwarzkopf da onlardan geri kalmıyordu. Sahneyi bıraktıktan sonra verdiği, seyirciye açık master kurslarında genç opera sanatçılarını acımasız sözlerle yerin dibine batırıyor, can yakıyordu; “Kızım sen git mutfağında şarkı söyle, burada işin yok” tarzı çıkışlarla. Vietnamlı ya da Japonlara “Çocuğum sen Alman kültürüne doğma şansına eremediğin için daha çok çalışman lazım” sözleriyle ise bugün olsa büyük ihtimalle ırkçı damgasını yerdi. Avrupa’dan ABD’ye birçok kenti dolaşan kursların görüntülerinde daha nicelerini bulmak mümkün.

        Yazı Boyutu
        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ
        Habertürk Anasayfa