Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem “İlk DAEŞ Osmanlı’dır” diyen Suudi gazeteciye bir tarih dersi: Önceki DAEŞ, Suudi Hanedanı’nın idam ettiğimiz büyük dedesi Abdullah’tır!

        Hani el Zahiri adında herifin biri Suudi Arabistan’ın Ukaz Gazetesi’nde çıkan “DEAŞ’ın ilk devleti: 1299-1923” başlıklı makalesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk, Ebubekir el Bağdadi’nin kurduğu örgütün de ikinci “DEAŞ Devleti” olduğunu söylemiş!

        Sonra, başka inciler de sıralamış, meselâ “Askerlerimizi Arap dünyasından fareler gibi çektiğimizi” yazmış.

        Yetmemiş, bu iftira ve çirkef sağanağına gazetenin yöneticilerinden Halid Abbas Taşkendî diye bir başka herif de iştirak etmiş, Osmanlı Devleti'nin isminden tutun, Türkler’in İslâm’ı aslında benimsemediklerine, eski eski putperest inançlarının kalıntılarıyla karışık bir şekilde hüküm sürdüklerine ve Balkanlar’ın Osmanlılar tarafından fethinin aslında ganimet elde etmek maksadıyla yapıldığına kadar her türlü herzeyi yumurtlamış, durmuş…

        REKLAM

        “Arap dünyasından fareler gibi çekildiğimizi” iddia eden Hani el Zahiri adındaki adama “O çekilişin sebebi senin dedelerinin Dünya Savaşı sırasında dini ve imanı bir tarafa bırakıp isyan ederek ruhlarına kadar teslim oldukları İngiliz altınları idi! Lawrence sayesinde kapıldıkları bu hırs gözlerini öyle bir bürümüştü ki, hastahanelerde yatan Türk esirlerin karınlarını bile yarıp altın aramışlardı” diyeceğim ama boş yere söylemiş olacağım. Herifin bütün bunları bilmiş olsa bile kabul etmesine imkân bulunmayacak, zira Suudi tahtında oturan efendilerine yaltaklanabilmek için elinde sermaye kalmayacak!

        İslâm Tarihi’nde İslâmî kisveye bürünen ama ismi geçtiğinde hatırlara sadece “terör”ü getiren iki hareket vardır: Hasan Sabbah’in Haşhaşîler’i ile şimdiki Suudi Hanedanı’nın büyük dedesi olan ve sonradan kurulan Suudi Devleti’ne de ismini veren Abdullah bin Suud…

        Size, Abdullah’ın DAEŞ’e bile rahmet okutan terörünü anlatayım:

        Abdullah bin Suud; yani Suud’un oğlu Abdullah, Muhammed Abdülvehhab adında bir Arap’ın torunuydu ve tarihlerin yazdığına bakarsanız, ailenin tamamı nâletin tekiydi.

        Abdülvehhab 1703’te Arap yarımadasının orta taraflarında bir yerlerde doğmuş, küçük yaşta İslâmî ilimleri tahsile başlamış, kendisinden beş asır önce yaşamış bir şeriat âliminin, İbni Teymiyye’nin yolundan gitmiş ve yaşı kemâle erdiği zaman sonraları kendi adıyla anılıp “Vehhabîlik” denecek olan mezhebin temellerini atmıştı.

        REKLAM

        Vehhabîlik ona göre hazreti peygamber zamanındaki hayat tarzına dönülmesi demekti ve o devirde vârolmayan yahut hoş karşılanmayan ne varsa yasak edilmeliydi. Meselâ altın ve ipek kullanmak günahtı; İslâmiyette mezar diye bir kavram zaten yoktu, dolayısıyla mezarın değil ziyareti, yerinin belli olması bile haramdı.

        Abdülvehhab 84 yaşında ölüp gitti ve getirdiği inancı yayma işi damadı Muhammed’e düştü. Arap yarımadasının ortasındaki Necd bölgesinde çeyrek asır boyunca sessiz sadasız ve kapalı bir toplum halinde yaşayan Vehhabîler’in dünyaya açılmasını daha sonra Muhammed’in torunu Abdullah başlattı. Yani, Osmanlı’nın başına uzun müddet belâ olan, hattâ hacca gidilmesini bile engelleyen Abdullah bin Suud...

        Abdullah, fikirlerini yaymak ve insanları ikna etmek için tek bir vasıta kullandı: Kanlı bir kılıç! Kıt’a Arabistanı’nın orta bölgelerinde isyan bayrağını açtı, onbinlerce başıbozuğu yanına topladı ve 1801’de Kerbela’ya saldırdı. Çoluk-çocuk demedi, üç günde beş binden fazla kafa kesti, hattâ “dinde mezar yoktur” deyip Hazreti Muhammed’in torunu Hazreti Hüseyin’in sandukasını bile yaktı!

        REKLAM

        Sonra, zamanın padişahı Üçüncü Selim ile valilere mektuplar gönderip aynı zamanda “halife” olan hükümdarı İslam’a davet etti! Bu kadarla da kalmadı, padişahın isminin hutbelerde söylenmesini bile yasakladı...

        Kutsal topraklarda artık DAEŞ’ten beter bir terör yaşanıyordu ve Üçüncü Selim’in buralarda sadece otoritesi değil, ismi bile kalmamıştı...

        Başlarında Abdullah’ın bulunduğu isyancılar ertesi sene Taif’e girdiler ve bu defa Taif halkını doğradılar…

        Abdullah’ın önünde artık Mekke ile Medine’nin yolu açılmıştı; çetesi ile gidip her iki kutsal şehri de işgal etti ve kendisine karşı koyan kim varsa kellelerini kesti. Hışmından eski halifelerin ve din büyüklerinin mezarları bile kurtulamadı; Hazreti Muhammed’in Medine’deki türbesinin haricinde ne kadar mezar vara, hepsini yerle bir etti!

        Kutsal topraklara tek bir güç hakimdi: Terör... Hacca yıllarca gidilemedi ve bütün uyarılara rağmen kelleyi koltuğa alıp Mekke’ye doğru yola çıkanlardan da hiçbir haber alınmadı.

        Ve, olan Üçüncü Selim’e oldu, 1807’de isyan eden Kabakçı Mustafa padişahın “haccın emniyetini sağlayamamış olmasını” bahane etti, hükümdar tahtından indirilip bir sene sonra katledildi, yerini alan Dördüncü Mustafa da tahtta bir sene iki ay kalabildi ve iktidarı İkinci Mahmud ele aldı.

        REKLAM

        Yeni padişahın yapması gereken ilk iş, Abdullah’ın isyanını bastırmaktı ama 1819’a kadar hiçbir netice elde edilemeyince, padişah Mısır’dan, orada bir hükümdar gibi hüküm süren vali Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan yardım istemek zorunda kaldı.

        Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa askerin başına geçti ve Mısır ordusu ile Türk birlikleri beraberce Arap yarımadasının iç kısımlarına doğru ilerlediler. Abdullah yakalandı, önce Mısır’a götürüldü, oradan bir gemi ile İstanbul’a yollandı.

        Onbinlerce kişinin katili, imparatorluk başkentine 1820 Şubat’ında getirildiği zaman Müslüman teb’a bayram etti, zira katil yakalanmıştı ve hac vazifesi artık eskiden olduğu gibi emniyet içerisinde yapılacaktı!

        Adalet, yerini birkaç gün sonra buldu: Bostancıbaşı Halil Ağa, Abdullah’ın kafasını Bayezid Meydanı’nda, Sultan Mahmud’un huzurunda tek bir vuruşta kesti ve Osmanlı devrinin hacca bile engel olan bu en kanlı teroristi, mel’anetleriyle beraber tarihe intikal etti.

        “HIRSIZ” MUAMELESİ YAPILDI!

        19. asrın büyük tarihçisi, din ve hukuk âlimi Cevdet Paşa, kendi adını verdiği tarihinde Abdullah bin Suud’un Arabistan’da yakalanıp İstanbul’a getirilişini şöyle anlatır:

        REKLAM

        “...Mısır’dan İstanbul’a gönderilen Abdullah bin Suud ile adamlarını taşıyan gemi Haliç’e girdi ve Eyüpsultan yakınlarındaki Defterdar İskelesi’ne yanaştı.

        ... Kutsal toprakları talan ettikleri için “hırsız” muamelesi yapılan Abdullah ile adamlarının boyunlarına çifte zincir vurulmuştu. Divanyolu’ndan geçirilip Babıali’ye getirildiler ve sadrazamın huzuruna çıkartıldılar. Sadrazam, Abdullah’ı Mısır’dan getiren kapı kethüdasına, tatar ağasına, geminin kaptanına ve öteki görevlilere samur kürkler hediye edip herbirine ömür boyu maaş bağladı.

        Abdullah ile adamları Bostancıbaşı’nın hapishanesine gönderilip Mekke ile Medine’den çaldıkları malların ortaya çıkartılması için üç gün boyunca sorguya çekildiler. Hünkâr, sorgulamanın son günü cirit ve mızrak oyunlarını seyretmek için eski saraya gitmişti. Abdullah’ı da adamlarıyla beraber eski saraya götürüp huzura çıkardılar. Sultan Mahmud mahkûmları aşağılamak maksadıyla yarım saat boyunca ayakta tutup seyrettikten sonra Sadrazam Derviş Paşa’ya, Şeyhülislâm Mekkizâde Mustafa Asım Efendi’ye ve Kapudan-ı Derya Hasan Paşa’ya herbirinin boyunlarının şehrin kalabalık yerlerinde vurulmasını ve bu işi de Bostancı başı Halil Ağa’nın bizzat icra etmesini emretti. Bu emir üzerine Abdullah’ı saray meydanında, adamı Tami-i Kâhtanî’yi Alay Köşkü’nün önünde ve “hazinedar” denen diğer adamını Mercan Çarşısında, idam ettiler. Vehhabîlerin öteki ileri gelenlerinin kelleleri de sarayın önünde ve kalabalık yerlerde kesildi”

        İşte, İslâm dünyasının baına musallat olan bir önceki DAEŞ budur, lideri Suudî Hanedanı’nın büyük dedesi Abdullah’tır ve Abdullah’ın neslinden gelen Suudi Veliahdı Muhammed bin Selman da aynı yolda yürümekte, Cemal Kaşıkçı hadisesinde olduğu gibi İstanbul’da bile cinayetler tezgâhlamaktadır!

        Yazı Boyutu
        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ
        Habertürk Anasayfa