'Paraya değil yere ihtiyacım var'
Haftada 50 bin kere seyrediliyor
HT PAZAR / Elif KEY
New York'taki bir müzik dükkanını ve sahibini anlatan The Birdman haftada 50 bin kere seyrediliyor. Belgeselin başrolündeki yaşlı bey günde bazen on bazen sıfır dolarak kazanarak muhitin tarihine meydan okuyor.
Hayat bu belli olmaz. Bir gün yolunuz New York'a düşerse, hemen bulun diye hikâyeye sondan başlıyorum. Adres: 130, 1 st Avenue, St. Marks. Çok basit, metroyla gelenler Astor Place durağında inip yukarı doğru yürüyecek, 3 caddeyi geçecek. Maksimum 7 dakikanızı alır. Kapısında Rainbow Music yazıyor. Dükkânın adı içeride göreceğiniz yüzlerce gökkuşağını karşılamaz. St. Marks her gün başka bir dükkânın tası tarağı toplayıp iflas ettiği bir semt. O eski dükkânlar gitmiş, yerine adımbaşı bir market, hamburgeci, ünlü kahve zinciri şubeleri açılmış. Peki benim ne işim var burada? Ziyaretimin sebebi bir belgesel. Adı: The Birdman.
Kapıyı tam itecekken, açılıyor. Elindeki şişede sarı bir sıvıyla Bay Birdman karşımda! Meğer dükkânda tuvaleti yokmuş, şişeye yapmış çişini. Dışarı dökmeye çıkıyormuş. Tuvaletsiz dükkânı değil, yaşlılığı ve çaresizliği içimi burkuyor. "Nereden buldun beni" diye soruyor. "Twitter" diyorum. "Kim o? Tanıyor muyum" diyor. "Sosyal medya" diyorum da ben bile boşluktayım. Twitter'da kendisini anlatan belgesele ait linkin her gün yüzlerce insan tarafından paylaşıldığını, her hafta 50 bin kere seyredildiğini anlatıyorum. Gülümseyerek "Benim bilgisayarım yok" diyor.
"Dükkânda oturacak yer yok" desem, lafım bile ayakta kalır! 150 bin CD, 20 bine yakın VHS kaset... Sağım ölülerle, solum yaşayanlarla dolu. Michael Jackson'la Amy Winehouse, Bob Dylan'la Leonard Cohen'e karşı...
ADINI SÖYLEMİYOR
Birdman adını söylemiyor, "Boşver, sen Bill san. Ama zaten bana herkes Birdman der" diyor. Neden? "Çünkü her gün 2 hindi fümeli sandviç yiyorum. O da biliyorsun bir kuş..." İlk sandviç saati 13.30, ikinci sandviçini 18.30'da yermiş. Oradayım diye erteliyor. "Boşver, sohbet edelim daha güzel. Seyrettin mi belgeseli?"
Belgeseli çeken Jessie Auritt'le nasıl buluşmuşlar? Bilmiyor, kız gelmiş bulmuş. Halbuki hikâyenin aslı öyle değil. Birkaç yıl evvel East Village'da oturan Jessie Auritt, Birdman'in dükkânına CD'lerini satmaya gidiyor. Birdman genç kadını "Senin CD'lerden bir numara çıkmaz. Bunlara bakmam bile" diyerek geri çeviriyor. Jessie de Birdman'in belgeselini çekmeye karar veriyor. 10.5 dakikalık belgesel Amerika'da 4 ödül alıyor, festivallerin açılış filmi olarak gösteriliyor. Yaşarken kendi belgeselini seyretmek nasıl bir his? Normalmiş. "Ben de gittim bir gösterime, New York Üniversitesi'ndeydi. 100 kişi geldi, beraber seyrettik, bir daha bakmadım" diye anlatıyor. Çünkü bir bilgisayarı yok...
Eylül ayında 72 yaşına basacağını anlatıyor. Aynı ayda doğduğumuzu söylüyorum. Sohbet süresince ayrılacağımız tek nokta onun "Başak burçları akıllı olur" konusundaki ısrarı. "Düzenli olurlar aslında, ama sizin burası felaket bir halde" diyorum. "Haklısın ama düzenlemeyeceğim. Her şeyin yerini ezbere biliyorum. Ben Wall Street emeklisiyim. Neredeyse 15 sene evvel emekli oldum. Bu dükkânı haftanın 7 günü, her sabah ben açıyorum, ben kapatıyorum. Sence benim bir kataloga ihtiyacım var mı? Yok. Hepsi kafamın içinde!"
Para kazanıyor mu? Fena değilmiş. Ama rakam vermiyor. Kasası nerede? Yok. O yığıntıların arkasında bir yerde kalmış. Bir kağıt, bir de kalem. Ne sattığını, karşısına da kaç dolar kazandığını yazıyor. Kiracıymış. Mal sahibinin "Haydi artık, bu sene son" ısrarı başlamış bile. Belki de seneye buralarda olmayacak. Ne yapacak? Hiç. "Paraya ihtiyacım yok. Ben borsacıydım. Şimdi de borsada kağıtlarım var" diyor. Apple mı? Bilgisayarı bile olmayan bu yaşlı beye aslında şaka yapıyorum. Ama o çok ciddi. "Şaka mı yapıyorsun, hiç onlara yatırım yapılır mı? Baksana nasıl değer kaybediyorlar." Hiç evlenmemiş, bir oğlu var. Tam o esnada arayıp babasına traş olduğunu, saçlarını kestirdiğini anlatıyor; Bay Birdman'in cevaplarından anlıyorum. "Umarım benim paralarımı, saçlarını yamuk yumuk kesen bir berbere vermemişsindir. Haydi haberleşiriz..."
İsmini soruyorum yine, "Bill" diyor sadece. Benim adımı soruyor, söylüyorum. "Hah, ne güzelmiş Olive" diyor. Her New York'lu gibi adımı zeytin sanıyor. Bir Sigur Ros CD'sine uzanıyorum, satın alacağım, "İkimizin doğumgünü yaklaşıyor, indirim yaptım sana, 1 dolar" diyor. Bazı şehirlerde müzeler yerine insanları gezmek gerekiyor...
Dükkânda müzik yok
Buraya gelen koleksiyonerlerin dikkati dağılmasın diye 15 yıldır bir kez bile müzik çalmamış. "Kafa şişirmenin alemi yok" diyor. 2 saat önce tanıdığı bana, hayatını anlatmak istiyor. Çok yalnız bir adam. Belgeselde giydiği gömlek yine üzerinde. En çok bununla rahat ediyormuş. Küçüklüğünü anlatıyor. Annesinden 1 dolar harçlık alır, haftada 4 filme gidermiş. Carry Grant'in başrol oynadığı filmleri yazdırıyor bana tek tek: "Bunları seyret gel, konuşacağız." Plaklardan kurtulmak istiyor. Gelip alan olursa 1-2 dolar indirim yapıyor. Koleksiyonerlerin canını vereceği CD'ler var burada. Fiyatlarını kendi belirlemiş: 11.99 dolar. İnternette bunların çok paraya gittiğini anlatıyor. "Eh, siz de basın üstüne 99.99 doları" diyorum. "Paraya ihtiyacım yok ki, ere ihtiyacım var" diyor. Yahudiymiş, ama onu da boşvermemi söylüyor. "Din denen şey palavra, bak dünyanın haline. Tek yapacağımız okumak" diyor. "Hem bak, filmin sonu güzel bitecekse bile ağlayacak hale geldik, ne dersin" diye bitiriyor sözlerini. Sulugöz olup olmadığımı soruyor. Feci sulugözüm. Bunu duyduğuna çok seviniyor. Ağlamak iyiymiş...