Arapça kökenli bir sözcük olan şiir "bir şeyi sezerek kavrama; duygu ve heyecandan doğan ölçülü, ahenkli söz" şeklinde tanımlanmıştır. Bununla birlikte birçok kaynakta şiirin bazen birbiriyle çelişen çok sayıda tarifi yapılmaya çalışılmış; şiirin ne olduğunun değil ne olmadığının belirtilmesinin daha kolay olduğu, ortalama şiir için tanımların bulunduğu ama üstün şiirlerin tarifinin mümkün olmadığı gibi birçok görüş açıklanmıştır. Bu tür belirsizlik içeren görüşlerin kaynağının, şiire ait asıl özelliğin tam olarak hangi etkenleredayandığı konusundaki esneklikle ilişkili olduğu söylenebilir. Buna karşın şiirin "sezgiye dayanarak kavrama", "duygu ve hayal unsurları içerme", "ahenkli olma" özelliklerinin; çok çeşitli tanımlarında yer verilen neredeyse ortak noktaları oluşturduğu söylenebilir. En eski toplumlardan beri müzik, dini merasimler ve sihir gibi etkinliklerle iç içe olduğunun iddia edilmesi onun ahenk, heyecan ve sezgi kavramlarıyla ilişkisini teyit etmektedir. Şiir dilinin, iletişim amaçlı tasarruflardan farklı olarak sanat yapma maksadıyla türlü ses ve anlam sanatları ve teknikleriyle işlendiği görülür. Bu yönüyle şiir konuşma dilinden olduğu gibi edebi olan nesir türlerindeki yazılardan da ayrışır. Çünkü şiir ne sadece manadan ne de lafızdan ibarettir. Geleneksel olarak lafız ve mana ayrılığı ve zıtlığı şiir hakkındaki önemli meselelerden kabul edilirken, günümüzde bu iki unsurun birbirinden bağımsız olamayacağı görüşü ağırlık kazanmıştır. Bu yüzden şiirin başka bir dile aktarılmasının mümkün olmadığı iddia edilmiştir. Bu durum şiirde lafız ve mana, biçim ve içerik ögelerinin kaynaşmış bir biçimde özel olarak düzenlendiğini; iletişim ve bilim dilinde olduğu gibi dışa dönük haber ve bilgi aktarma aracı olarak değil, sanatsal bir yapı oluşturma amacı gözetildiğini göstermektedir. Bilinen bir benzetme ile anlatmak gerekirse şiir dili danstaki adımlar gibidir; bir ilerleme maksadı taşımaz ve kendi üzerine kapanarak bir ahenk oluşturma amacı güder. Nesir dili ise yürümedeki adımlar gibi dışarıya dönük ilerleme amacı taşır.
Şiirin ne olduğu, türleri, biçim ve içerik özellikleri, teknik araçları; diğer tür, disiplin ve sanatlarla ilişkisi hakkında Aristoteles'in (ö. MÖ 322) Poetika'sından beri çok sayıda eser yazılmış ve bu eserlerde türün teorisi, uygulama özellikleri gibi birçok yönü dönemlerin, yazarların farklı bakış açıları ile incelenmiştir. Bu çerçevede şiirin belagat/retorik çalışmalarından modern edebiyat bilimine kadar birçok kuramsal çalışmanın en önemli nesnesini oluşturduğu söylenebilir. Çünkü dilin sınırlarını zorlayan en geniş, serbest, etkileyici ve sanatsal uygulaması; dilin ve düşüncenin imkanlarını genişleten teknikler şiir alanında doğup gelişir ve günlük iletişim diline yansır.
Sözlü kültürde belki en eski devirlere kadar uzandığı düşünülebilecek olan şiir türüne ait ilk örnekler arasında Sümerlerin Gılgamış Destanı (MÖ 4000-3000), Çince halk şarkıları, Sanskritçe Vedalar (MÖ 1000), Zerdüştlük dinine ait bazı metinler ve Homeros'un İlyada ve Odesa (MÖ 9-8. yüzyıllar) adlı destanı, Ennius'un Annales'i (MÖ 2. yüzyıl) anılmaktadır.
Arap edebiyatında şiirin üstün bir yeri olduğundan söz eden araştırmacılar, 5-6. yüzyıllardan kalan ilk örneklerin olgun metinler olduğunda birleşmektedir. İslamiyet'ten sonra ise Arap şiirinin geniş bir coğrafyaya yayıldığı, başka edebiyatları etkilediği ve çeşitlenerek geliştiği görülmektedir. Aynı şekilde İslam'dan sonraki Arap edebiyatından etkilenerek gelişen Fars edebiyatı da 9. yüzyıldan itibaren gelişmiş örnekler ortaya koymuştur.
Türk edebiyatının en eski şiirleri de diğer uluslarda olduğu gibi sözlü destanlardır. Bununla birlikte ilk örnekleri Hun, Göktürk ve Uygur dönemlerinden kalan ve Çin kaynaklarında bulunduğu görülen manzumeler araştırmacılar tarafından tespit edilmiştir. 8. yüzyılda Mani ve Budist kültürleri çevresinde Uygur Türkçesi ile yazılan manzumeler bu bağlamda anılması gereken örneklerin başında gelir. 11-12. yüzyıllardan itibaren İslami dönem Türk edebiyatı diye de adlandırılan Kutadgu Bilig, Atabetü'l-Hakayık gibi eserlerle başlatılan klasik dönem Türk edebiyatının büyük ölçüde şiir türüne münhasır olduğunu söylemek yanlış olmaz. Elbette mensur ürünler varsa da nicelik olarak şiirin kapladığı saha kıyas kabul etmeyecek derecede geniştir.
Bütün edebiyatlarda söz konusu olduğu gibi Türk edebiyatında da esasen halkın zevkine uygun, kendi içerisinde bir forma sahip, belirli değerler sistemine ve kültürel normlara dayanan, folklorik edebiyat kategorisi ile eğitim gerektirecek estetik karmaşıklık ve incelmişlik ile belirginleşen bir seçkin edebiyattan söz edilebilir. Modern öncesi Türk edebiyatı için araştırmacılar ayrıca bu ikisinin arasında didaktik ve mistik niteliği öne çıkan bir tekke-tasavvuf edebiyatından da söz etmektedir. Bu kategorideki şiirlerin her iki (halk ve divan) edebiyattan da biçim ve içerik bakımından yararlanmakla birlikte asıl amacın tasavvufi varlık yorumunu, belirli tarikatların öğretilerini şiir imkanları ile dile getirmek olduğu görülmektedir. 14.-19. yüzyıllar arasında ve büyük ölçüde Anadolu coğrafyasında ürünlerini verdiği görülen klasik şiirin, divan sahibi üç bin civarında şair tarafından temsil edildiği görülmektedir. Bu süreç içerisinde Türklerin İslamiyet'i kabulleriyle birlikte beşeri sahaların tamamında olduğu gibi edebi tema ve formlarda özellikle Fars edebiyatının ve onun da etkilendiği Arap edebiyatının model alındığı görülmektedir. Bu çerçevede Divan Edebiyatı adıyla da anılan bu klasik şiir akımını İslami kültür havzasının ortak üyelerinden kabul etmek mümkündür. Hayatın ve varlığın arka planını oluşturan genel ve soyut bir hakikatler dizisinin etkili ve güzel bir şekilde ifade edilmesini amaçlayan, başta Kur'an-ı Ker'im ve hadis külliyatı olmak üzere Arap ve İran edebiyatlarının arketip haline gelmiş olan imge ve hikayelerine, Türk dil ve kültürünün özelliklerine dayanan eski şiir, Fars edebiyatının sembolizmi ile karakterize edilmiştir. Bu şiir cümle bakımından (yüklemin yani yardımcı fiil yahut fiilin Türkçe olması dolayısıyla) daima Türkçe olmasına karşın söz varlığı Arap ve Fars dillerinin unsurlarına da açıktır. Klasik edebiyatların genel özellikleri olan kural ve geleneklere sıkı bağlılık; şiir kitabı oluşturmaktan şiirlerin yapı özelliklerine kadar pek az değişmeyle ama nitelik bakımından olgunlaşarak dünya edebiyatları içerisindeki en uzun ömürlü şiir akımını oluşturmuştur. Bu uzun süreç içerisinde (Mahallileşme, Sebk-i Hindi) birbirinden farklı özellikler taşıyan akımlar olduğu gibi sesi ve edasıyla kendisine özgü estetiğe sahip Necati (ö. 1509), Fuzuli (ö. 1556), Baki (ö. 1600), Neşati (ö. 1674), Nedim (ö. 1730), Nef'i (ö. 1635), Nabi (ö. 1712), ve Şeyh Galip (ö. 1799) gibi çok sayıda şair yetişmiştir.
18. yüzyıl sonlarından itibaren; bir yandan klasik şiirin imge ve söylemlerine dönük eleştirilerden dolayı şiirin güçlü yönünü oluşturan mazmunların çözülmesi ve şiirsel bir enerji üretmekten uzaklaşması, öte yandan Batı Avrupa'da birkaç yüzyıldır gelişmekte olan modernleşme sürecinin Osmanlı ülkesinde de görülmeye başlanan etkilerinin "hakikat" kavramını değişime uğratmasıyla birlikte, platonik bir dünya görüşüne sahip olan Divan şiirinin yıpranmaya başladığı görülmektedir. Aynı zamanda birçok sahada Avrupa'ya yönelişin sonucunda görülen yeni edebi modeller yeni bir estetiği, farklı bir şiir anlayışını doğurmuştur.
Bu anlayış başlangıçta Fransız edebiyatı modeli üzerinden ve özellikle Romantik akım çerçevesinde oluşmaya başlamış; ana hatlarıyla biçim ve içerikteki kesin kuralların şüpheyle karşılanmasını, dilin topluma dönük olarak sadeleştirilmesini, mazmun denilen statikleşmiş imgelerin yerine yeni felsefi, politik içerik taşıyan kavramların şiirde heyecan unsurunu oluşturmasını, tabiatın ve şairin çevresindeki insanın güzelliğin kaynağı olarak kabul edilmesini, şiiri yazan özne ile şiirdeki söylemin kaynaşmasını, konuşma dili edasının eski söylemin yerini almasını getirmiştir. Böylece genel ve soyut bir güzellik anlayışından şimdi ve burada olan geçici bir duyuşu temel alan estetik anlayışına yönelinmiştir.
Şiirin biçimsel ve yapısal sınırları kadar konu dağarcığının da genişlediği, Cumhuriyet döneminde her şeyin şiire konu olabileceği noktasına gelindiği görülür.
Bu yeni şiirin başlangıçtan beri en çok ilgilendiği meselelerin başında; yapı, biçim teknikleri, insan tipindeki değişme, toplum meseleleri, madde ve mana ilişkileri, gelenekle ilişki kurma sorunları gelmektedir.
Bu çerçevede yeni Türk şiirinin Batı edebiyatları modeli içerisinde lirik-romantik duyuşları, toplumcu-gerçekçi anlayışı, metafizik duyarlılığı şiirin zeminine yerleştiren geniş bir yelpazede zengin bir birikim oluşturduğu görülmektedir. Bu şiirin kurucu, yenileyici, öncü vasfını taşıyan birçok şair tarafından temsil edildiğini; savruk yapısal özelliğine karşın bireyin belirmesi açısından Abdülhak Hamid'i (ö. 1937); Türk şiirine konuşma dili edasının yansıması, şiirde hikaye ögesini geliştirerek manzum bütünlüğün sağlaması ve bireysel duyuş ile kolektif ruhu kaynaştırması ve özgün imgelerle bireysel kavrayışların yansıtılması bakımından Mehmet Akif (ö. 1936), Yahya Kemal (ö. 1958) ve Ahmet Haşim (ö. 1933) üçlüsünü; sinema tekniği, geniş ses ve imge dinamizmi ile Nazım Hikmet'i; modern bireyin metafizik ilgiler bakımından yaşadığı gerilimlerin hece vezninin ritmi içerisinde armonik bir yansımasını kuran Necip Fazıl'ı (ö. 1983); Garip ve İkinci Yeni şairlerinin topluca gerçekleştirdikleri atılımları; Sezai Karakoç, Hilmi Yavuz, Cahit Zarifoğlu (ö. 1987) ve İsmet Özel'in birbirinden tamamen farklı fakat kendilerinden sonraki akışı belirleyen estetiklerini, modern Türk şiirinin belirli işaret taşları olarak göstermek mümkündür. Anadolu sahasında gerek klasik dönemde gerekse modern dönemde farklı kanallardan akan ve Türkçenin imkanlarını genişleten zengin bir şiir birikimi oluştuğu görülmektedir.
YAZAR
Yılmaz Daşçıoğlu