Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Meşruiyet Ve Türleri Nedir?

        Siyaset, "toplumda meşru otoriteye dayanmak suretiyle yapılan varlık ve değer dağıtma faaliyeti" diye tanımlanır. Her türden varlık ve değer dağıtımı, kendiliğinden siyaset içermez. Bu işin meşru otoriteye dayanması esastır. Meşruiyet, "şer'i" ve "şeriat" sözcükleriyle köken birliği olan bir sözcüktür. Meşru sözcüğü, "şeriata uygun" anlamına gelir. Altını çizmemiz gereken, "uygunluk" kavramıdır. Sözcük akrabalığından yola çıkarak meşruiyet, din hükümlerine uygunluk anlayışıyla sınırlandırılamaz. Bir tasarrufun meşruiyetine değiniliyorsa, tasarrufta bulunan ve muhatapları arasında bir tür "anlayış paylaşımı"ndan, karşılıklı "uygun bulma"dan söz ediliyor demektir.

        "Anlayış paylaşımı"na gönderme yapılıyor. Demek oluyor ki, ilişkiyi oluşturan taraflar var ve bu taraflar arasında, ilişkinin ortak bir anlayışa dayandırılması, bu nedenle ilişkinin "uygun" bulunuyor olması gerekiyor. Bu durum, ortak bir rıza birliğidir. Karşılıklı içselleştirmeye yönelik ruh halini ifade eder. Meşruiyet, şiddeti dışlayan bir kavramdır. Meşruiyet, şiddet kullanarak değil, rıza üzerine kamusal iradeyi kabul ettirmedir. Kamusal otorite genellikle "meşru şiddet tekeli" diye tanımlanır. Bu tanımlamayla, siyasetin şiddet kullanmak suretiyle yürütülmesi kastedilmez. Şiddetin tekelleştirilmesi, şiddetin çerçeve içine alınması, denetlenmesi amacını taşır.

        TDK Sözlüğü, meşruiyeti "Yasaya, dine veya kamu vicdanına uygun olan" ifadesiyle tanımlar. "Uygun" olma ölçütü, tanımlamalarda sürekli karşılaşılan bir sabitedir. Kamusal otorite, eylem ve kararlarında meşru olmak için, toplum katında "paylaşılan" bir dizi değerlere "uygun" olacaktır. Kamusal otorite meşrudur; yasalara, dine veya din temelli değerlere, tabii olarak kamu vicdanının "olur"una sahipse. Mutlak ölçülerle sahip olup olmamasının dışında, genel kanının sahip olduğu yolunda belirmesi, o otoritenin meşru görülmesi için yeterlidir.

        Meşruiyetin toplumdan topluma ölçütlerinin değiştiği görülür. Meşruiyetin doğasını anlamak, temelde toplumun doğasını ve değerlerini anlamaktan geçer. Max Weber, üç ayrı türde meşruiyet tanımı yapar. Bunlar, sırasıyla "geleneksel", "yasal-ussal" ve "karizmatik" meşruiyettir. Her üç meşruiyet, birer zihinsel tanımlamadır. Tanımlandıkları saf biçimleriyle tarihsel gerçeklere tam denk düşmeyebilirler. Bu tanımlar, yaşanan gerçeği anlamak amacıyla kullanılabilecek araçlardır. Gerçek yaşam, sadece bir meşruiyeti değil, farklı meşruiyetlerin değişen ağırlıklarda özelliklerini taşıyabilir. Meşruiyet, siyaset biliminde "siyasi düzenin kurum ve yöntemlerinin en uygun kurumlar olduğu yolundaki inanç ve güven" ifadesiyle tanımlanır. İnanç ve güvenin zemini, bu üç meşruiyetten bakarak açıklanabilir.

        Geleneksel meşruiyetin belirleyici niteliği, kamusal otoritenin buyruklarına uymanın temelinde "gelenekler"in yatmasıdır. Uyulur; çünkü hatırlanamayacak zamanlardan beri uyulmaktadır. Uyma, atalardan devralınmış "mirası sürdürme" işidir. "Sürdürme", kutsallık içerir. Geleneklere uymak, uyan açısından adeta ibadettir. Uyulan kurum olsun, kural olsun, hep bir "kutsallık" taşır. "Gelenek", ilham alınan bir kaynaktır. Her şey, oradan itibaren beslenir. Otoriteden başlayarak toplumu oluşturan tüm bireylerin davranışları, kuşaklar boyu o geleneklerin oluştuğu kutsal zamanların etkisi altındadır. Otorite ve uyanlar açısından gelenekselliğin kutsallığı konusunda "anlayış birliği" vardır. Meşruiyeti sağlayan da işte bu "anlayış birliği"dir. Kutsallık, kurum ve kuralı dokunulmaz kılar. Değişme değil, sürdürme esastır. Bu hükmü, geleneksel toplumların değişime karşı kapalı oldukları şeklinde anlamamalı. Geleneksel toplumlar da değişir; bu toplumlarda değişim, sadece ülküsel bir beklenti olmamıştır. İzleyen ifadelerinde Weber, bu hususa değinir: "Saf geleneksel egemenlikte, isteyerek, belli bir iradeyi kullanarak, kanun yoluyla ne yeni bir hukuk, ne de yeni yönetim ilkeleri oluşturma imkanı vardır. Yeni ilkeler, yeni bir hukuk oluşturmuş olsalar bile, bunların hayata geçirilmesi, öteden beri süre gelen hukuk tarafından meşru olarak tanımlanmasıyla mümkün olur. Hukuk yaratmanın vasıtalarını harekete geçirmek gerekince, geleneğe göre, öteden beri sürdürülen belgelerden, yargılardan ve alışkanlıklardan başkaca bir kaynağa itibar edilmez". Başka bir deyişle, "yeni" bağımlıdır. Kendini benimsetmesi, ancak "alışılmış olan"a uygunluğunun tanınmasıyla olur. Yeni kurallar, kendiliğinden değil, geleneğe "atfen" meşrudur. 

        Geleneksel önder, yönetimini "gözdeler"i ve "kullar"ı vasıtasıyla işletir. Yönetilenler, yurttaş kimliği taşımazlar. Geleneksel öndere bağlı kullardır. Birey, yönetim karşısında etkili değildir. Geleneksel önder ve temsilcileri, adeta "velinimet" diye bilinir. Kullar, geleneksel öndere ve kurumlara "vedia"dır. Bu türde otorite, tek ve bölünmez bir otorite olarak tezahür eder. Her karar, bu tek otoriteden sadır olur. Toplumsal bir ürün değildir. Dolayısı ile yasal-ussal otoriteden farklı olarak "otoriteler"den söz edilemez. Geleneksel otorite yerellik üzerine bina edilmiştir. Hukuk, kimi zaman din ve mezhep ölçü alınarak, kimi zaman coğrafi bölgeler çerçevesinde, sıklıkla toplumsal konumların gereği farklılıklar içerir. Hukuk evrensel bir nitelik taşımaz. Herkesi eşitlik ilkeleri çerçevesinde bağlamaz. Bu özellik, yasal-ussal otoriteye hastır.

        Geleneksel otorite, toplumu hukuk açısından sınıflara ayırır. Orta Çağ Avrupa'sında üç ayrı sınıf göze batar. 17. yüzyıl başında bir kalem, yeryüzü düzenini "Tanrı'nın evi" diye tavsif ediyor; ardı sıra tek gözlü görünen bu evin, aslında üç gözden oluştuğunu ekliyordu. Bu tespiti, 13. yüzyıldan beri yerleşmiş bir anlayışın uzantısıydı. Bu üç gözün her biri, toplumsal sınıflara denk düşüyordu: "Oratores, bellatores ve laboratores". Türkçe ifade edilirse, "Ruhban, askerler ve çalışanlar" demek gerekir. Bunun Osmanlı geleneksel kültüründe dengi, "ulema, leşker ve reaya" olur. Bu yapı, ilahi bir hikmetin ürünüdür ve hiyerarşiktir. 

        Geleneksel otoritenin geçerli olduğu toplumlar, toprağa bağlıdır. Kırsallık başat unsurdur. Pazar iktisadı gelişmemiştir. Geçimlik iktisat yaygındır. Üretim, ihtiyacın bağımlı değişkenidir; pazarın değil. Bu dünyayı, kapalı bir dünya diye adlandırmak abartma olmaz. Keza, bireyler yetenekleri sayesinde değil, daha çok toplumsal konumlarıyla değerlendirilirler. "Ne olunduğuna bakılmaz; kimin nesi neyin fesi olunduğuna" bakılır. Geleneksel toplum, hiçbir şeye ivedilikle yaklaşmaz. Baki'nin dizelerinde ifade edildiği gibi, "Devlet aheste gerektir…".

        Geleneksel toplumun seçkini, halk kitleleriyle içli dışlı olmayı yadsır. Osmanlı ahlakçı deyişiyle, "Nas ile istinas (hakla samimiyet), alamet-i iflas"tır. Daha ilerisi vardır: "Ulema, kapısını halka kapamalı; Hak'ka açmalıdır". Orta Çağ Avrupa'sında ünlü kilise mensupları da benzer ilkeler çerçevesinde ahaliyi değerlendirir. 13. yüzyıl kardinallerinden birine göre, "Tanrı, üretim için çalışanları özellikle yaratmıştır. Ter ve zahmet onların nasibidir. Yeryüzü yaşamlarında ilahi güç tarafından böyle sınanmaktadırlar". Bu tür anlayışlar, 16. ve 17. yüzyıllardan itibaren değişecek, doğanın ve insani düzenlerin yaratılmışlığı anlayışı terk edilerek, değişim anlayışına geçilecektir. En azından değişim taleplerinde artış gözlenir. Bu süreç, ağır işleyen, toplumu ve zihniyeti kökten değiştiren bir süreçtir. Yaygın bir dünyevileşmenin işaretidir. Osmanlı döneminde Tanzimat sonrası imparatorluk bireyleri, benzer bir macerayı yaşamaya başlamıştır. Geleneksel ulemanın "kapını halka kapa!" anlayışı gitmiş; yerine Yeni Osmanlıların halka yönelme anlayışları gelmiştir. Hiyerarşik değerler sorgulanmaya başlamıştır.

        Yasal-ussal otoritenin hukuk dilindeki eş anlamı, "hukuk devleti" oluyor. Ulus varlığını, bireyin öne çıkmasını, eşitliği, kuralların dünyeviliğinin yanı sıra evrensel niteliklerini, giderek yaygınlaşan siyasi katılımı toplumun gündemine getirir. Pazar iktisadı gelişir. Toplumlar, dışa açılmaya başlarlar. Yerellik aşınır; ulusallık ve evrensellik yaygınlaşır. Geleneksellik, eşitçi demokrat sanayi toplumuna dönüşürken, meşruiyet de tabiatını değiştirmeye başlar. Topluma dıştan verili otorite yerine, toplumsal ürün olan bir hukuk ve otorite hakim olur. Artık, tek merkezli bir otorite yoktur. Farklı otoriteler toplumda varlık kazanır. Farklı otorite merkezleri, örneğin yasama, yürütme ve yargı, karşılıklı birbirini denetler. Yasal düzenlemeler, toplumda tartışılarak, ilgililerin katılımıyla oluşur. Uyma, kurala ve kuruma yöneliktir. Kurallar, istisnalar dışında tabu oluşturmaz. Meşruiyeti besleyen değerler, daha çok araçsal içkin değerlerdir. Amaçsal aşkın değerlere atıf sınırlıdır.

        Geleneksel meşruiyet anlayışının doğasında "sürdürme" vardı. Yasal-ussal meşruiyetin doğasında ise "değişim" başta gelir. Yasal-ussal meşruiyette esas, yaşamın gereklerine önem vermektir. Uyma, ussal bir süreç gereği kabul edilen yasalara ve kurumlara yöneliktir. "İtaat eden", toplumsal ve dünyevi birer ürün olan genel kurallara itaat eder. İtaat eder; çünkü itaat ettiği kuralın, amacı hasıl etme özelliğine yönelik kanaat vardır. Kural, kutsallık içermediği için, ihtiyaçları karşılayamıyorsa değiştirilebilir. Kuralın sihirden, olağanüstülükten veya doğaüstülükten arınmış olması, onu sıradanlaştırır; faydacılık çerçevesinde yalın bir kural haline getirir. Weber, bu meşruiyetin yerleşik türünü yaşatan toplumları nitelerken "şenliksiz toplumlar" diyordu. Meşruiyet, yasal-ussal halinde, geleneksellikten farklı olarak bir tefsir, bir "mealine nüfuz" sorunu değildir. Sürekli değişime konu zeminlerde oluşan kamusal vicdanın "uygun ve gerekli" bulmasıyla beslenen bir meşruiyet anlayışıdır. Halk iradesinin, çağdaş siyasi örgütlenmelerde temel kural olarak alınması bu yüzdendir. 

        Yasal-ussal meşruiyet halinde, kurallar, kavramlar ve kurumlar kişiler üstüdür; biçimseldir. Kural ve kavramlar, bireylerin bölgesel, dini, felsefi, kavmi özelliklerinin üstünde ve toplumu yatayına kesen, onları siyasi sistemin bir yurttaşı olmak sıfatıyla tanıyan bir doğaya sahiptir. Bireyin yasalar önünde eşitliğinin sağlanması, yasaların biçimsel ve kişiler üstü olmasına bağlıdır. İtaat, tümüyle bir itaat olmayıp, sınırlı, sonuçları önceden belirlenen bir itaattir. İtaat edilen kişi değildir; yasaların yetkili kıldığı ve kişilerden bağımsız makamlardır.

        Yasal-ussal meşruiyetin somut uygulaması çağdaş bürokrasilerdir. Kitle demokrasileriyle hukuk devleti birbirini tamamlayan süreçlerdir. Denilebilir ki, çağdaşlık sikkesinin bir yüzü demokrasi ise diğer yüzü ussal hukuk kurallarıyla işleyen bürokrasidir. Sanayileşme, kentleşme, dünyevileşme, ulaşım olanaklarının gelişmesi, diplomalı hizmet sınıfının önem kazanması, eşitlik düşüncesinin dinsel tutku haline dönüşmesi, sivil toplumun değişik alanlarda örgütlenmesi, en başta da okul kurumunun varlığı ve yaygınlığı, özellikleri belirtilen meşruiyeti kökleştirip, yaygınlaştırır. Özellikle okul, çağdaş sanayi toplumlarının adeta hayat damarıdır.

        Çağımızın kentleşmiş sanayi toplumları, tarımsal köy toplumlarından ne oranda farklıysa, yasal-ussal meşruiyet de geleneksel meşruiyetten o nispetle farklıdır. Her iki türün ortak yönü, kuralları ve kurumları öne çıkarmasıdır. Fark, kural ve kurumların doğasındadır. Karizma yüklü meşruiyet ise bu noktada tamamen kendine özgüdür. İtaat, kuruma ve kurala değil kişiye yöneliktir. Toplum, ya da toplumun büyük bir kesimi, kendini karizma sahibi gördüğü kişiyle adeta bütünleştirmiştir. Birlikte olağanüstü bir dönemden geçtiklerini düşünür ve bunun heyecanını duyarlar. Bu nedenle karizmayla donatılmış önderin peşinden coşkuyla giderler. 

        Karizma sözcüğünün kökeni, Kadim Yunancaya kadar uzanır; "Tanrının lütfu" demektir. Toplumbilimde, "karizma: (keramet)" sözcüğüyle "güçlü bir şahsiyetin çok özgül saygınlığı" kastediliyor. Siyaset bilimi karizma kavramını dini bağlamdan çıkarmış, ona daha çok dünyevi bir içerik yüklemiştir. Usdışı olguların açıklanmasında zorlanan toplumbilimcilerle siyaset bilimcilerin özellikle başvurduğu işlemsel bir kavram haline gelmiştir. Karizma içeren meşruiyetin en belirli özelliği, onun istisnai yönüdür. Bu nitelik, karizmanın sadece ender rastlanan bir durum olmasını işaret etmez; işaret edilen husus, "sıra dışı", "alışılmamış" ve "kural dışı" doğasıdır. Karizmanın sağladığı meşruiyet, diğer iki tür meşruiyetlerden farklı olarak kişisellikle sınırlıdır. Karizma sahibi öndere uyulur; çünkü uyanlarla önder arasında duygusal bağlar oluşmuştur. Uyanlar, önderin kişiliğinde insanüstü nitelikler görürler. Önder, bu nitelikleri taşımıyor olabilir. Onun ardı sıra koşanların, üstün nitelikleri vehmetmeleri yeter koşuldur. İzleyiciler, karizma sahibi öndere bağnazca bağlanırlar; hallerini ve geleceklerini önderin ellerine bırakırlar. Önderin kişiliği ve "sihirli" gücü sorgulanmaz. Halk deyişindeki, "şeyh uçmaz; onu, müritleri uçurur" hükmü hatırlanmalıdır. Önder için toplumun "canlı efsane"si, "cismanileşmiş mit"i demek yerinde bir adlandırmadır. Toplum, önderin arkasında, kendini kanatlanmış hisseder; ardı sıra "yeni ufuklar"a, "yeni oluşumlar"a umutla koşar. Geleneksel veya yasal ussal meşruiyetlerde bir hukuk ve yönetim aygıtı bulunmaktadır. Bunların hiçbiri bu üçüncü meşruiyet türünde söz konusu değildir. Kural, önderin iki dudağının arasından çıkan sözdür; takındığı tavırdır. Söz ve tavır ondan kaynaklandığı için tartışmasız uyulması gereken "buyruk" olur. Haliyle "durmuş oturmuş" bir yönetim aygıtı aranmamalıdır. Bu meşruiyetin memurları olmaz; "yandaşlar"ı, "tilmizler"i olur. Karizmanın harekete geçtiği meşruiyete özgü bir toplum yapısından söz edilemez. Özellikle kurumlaşmış bir meşruiyetten değil, geçici ve "kişiyle sınırlı" bir meşruiyet söz konusudur. Bu noktada toplumsal yapıdan çok, "toplumsal durumlar" daha açıklayıcıdır. Bu durumlar, devrimlere ve toplumsal depremlere denk düşebiliyor. Toplumun yaşadığı bir "macera" vardır; geleceğe yönelik umutlar, yükselmiştir. Günlük yaşamda, sıra dışı görkemli bir ayraç açılır.

        Siyasi düzenlerin varlığını koruması, meşruiyetle desteklenmesine bağlıdır. Üç meşruiyet, topluma ve yaşamın akışına göre, değişik yoğunluklardaki bir terkiple bu desteğin kaynağını oluşturur.

        YAZAR

        Cemil Oktay

        Yazı Boyutu
        Habertürk Anasayfa