Mantık terimi olarak "külli" zihindeki bir anlamın dışta birden çok şey arasında ortak olmasının imkanını ifade eder. Düşünce tarihinde genel olarak bu tanımda ortak bir kanaat bulunduğu söylenebilir. Fakat bir anlamın birden çok şey arasında ortaklığının keyfiyeti sorulduğunda metafizik bir sorun olarak külliler meselesi ortaya çıkar. İslam öncesinde Yunan ve Hristiyan felsefelerinde tümeller sorununa çözüm olarak gerçekçilik, kavramcılık ve isimcilik (realizm, konseptüalizm ve nominalizm) tavırları ortaya çıkmıştır. Gerçekçilik asıl itibarıyla Eflatûn'un meşhur (Aristotelesçi) yorumunda dile gelir. Eflatun, hakiki anlamda var olanın idealar olduğunu düşünmüştür. Buna göre göre duyularımızla algıladığımız cisimsel nesneler, aslında akli bir alemde ezelden ebede bozulmadan ve değişmeden varlığını sürdüren ideaların gölge ve yansımalarından ibarettir. Aristoteles, Eflatun'un idealar görüşüne karşı çıkarak suretlerin, cismani dünyadan ayrı bir alemde değil, tam da bu dünyada var olan tek tek nesnelere içkin olduğunu iddia etmiştir. Yeni Eflatuncular, Aristoteles'in insan zihninde bulduğu soyutluğun hakikatte akli bir cevher olan Külli Nefs'te tahakkuk ettiğini ama bu suretlerin zihin dışında soyut olarak bulunmadığını, duyulur dünyadaki fertlerin hakikati olarak var olduğunu iddia etmişlerdir. Hristiyan filozoflar da zamanla Yeni Eflatuncuların tartışmasına dahil olmuşlar ve onların bazıları, yukarıda anlatılan tavırlara ilaveten, isimcilik (nominalizm) denilen bir tavır geliştirmiştir. Buna göre dış dünyada var olan, yalnızca fertlerdir. Tümel olduğu söylenen suretler, hiçbir gerçekliğe tekabül etmezler ve aklın fertleri tasavvur edebilmek için oluşturduğu temsillerden ibarettir. İslam filozofları, hem İslam'ın ilk iki yüzyılında ilahi sıfatlar bağlamında yapılan isim-müsemma tartışmalarının hem tevarüs ettikleri Yunan felsefesinin verilerinden hareketle tümeller meselesini ele almışlardır. Kindi, zihnimizdeki insanlık sureti ile dış dünyadaki insan fertlerinin suretlerinin, hakikat bakımından özdeş olduğunu düşünmüştür. Farabi, zihnimizdeki suret ile dış dünyadaki fertlerde tahakkuk eden suretler arasında hakikat birliği değil bir isim ortaklığı ve anlam birliği bulunduğunu iddia etmiştir. İbn Sina'nın varlık-mahiyet ayrımını tümel-tikel ilişkisine tatbiki tartışmanın sonraki yüzyıllardaki yönünü belirlemiştir. İbn Sina, dış dünyada, zihinde veya başka herhangi bir mahalde genel varlıkla var olan şeyin mahiyet olduğunu, mahiyetin bütün mahallerdeki tahakkukunun anlamca özdeş ama varlıkça farklı olduğunu iddia etmiştir. İbn Sina'nın bütün varlık düzeylerinde mahiyette ortaklık ama varlıkta farklılık bulunduğu görüşüne Fahreddin er-Razi'nin yönelttiği eleştiriler, sonraki yüzyıllarda "zihni varlık" olarak adlandırılmış, Nasiruddin et-Tusi, Kutbüddin er-Razi ve Seyyid Şerif el-Cürcani ve Kemal Paşazade, Taşköprüzade gibi önde gelen düşünürlerin katıldığı geniş bir tartışma geleneğini başlatmıştır. Gerek İslam düşünce geleneğinde gerekse Batı düşüncesi geleneğinde modern döneme kadar tartışmalar bu görüşler etrafında sürdürülmüştür. Kant'ın bilginin tamamen insan zihninde kurulduğu ve insanın kendi zihni dışına çıkarak "kendinde şey"i bilmesinin mümkün olmadığı görüşüyle birlikte yeni bir idealizm türü ortaya çıkmış ve külliler tartışması farklı bir zemine taşınmıştır. Kant sonrasında gerçekliğin dilde kurulduğu görüşünün zuhuruyla külliler sorunu, aslında dilin nesneleri temsil edip etmediği sorununa dönüşmüştür. Yine de külliler sorununda vurgu, ima ve açıklama farklılıkları bulunmakla birlikte ana tavırların İbn Sina ile birlikte tamamlandığı görülür.
YAZAR
Ömer Türker