Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Orta sınıf olmanın laneti
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Günlerdir Kemal Kılıçdaroğlu’nun tarihteki yerini değerlendirecek nitelikli bir yazı arıyorum. “Köşen var, sen neden yazmıyorsun?” diyecekler olacaktır. Haklısınız ama biraz yoğundum ve bugünlerde başka önceliklerim vardı. Mesela Netflix’te “Suits” dizisinin dokuz sezonunu arka arkaya izledim. Meghan Markle’ın kötü oyunculuğu üzerine düşünmek Kılıçdaroğlu hakkında toplu bir değerlendirme yapmaktan daha cazip geldi. Sonra, tam bugünlerde, Barbra Streisand’ın yaklaşık bin sayfalık kitabı çıktı. Michelin rehberinin Türkiye’deki ikinci yılı da Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasete vedasının ardından yaşanan daha önemli gelişmelerden biriydi. İsrail-Hamas savaşını saymıyorum bile.

        Gündem yoğun ama ana muhalefet partisinin başında bir şekilde 13 sene kalmayı başarabilmiş herhangi bir siyasetçi kapsamlı bir değerlendirmeyi hak eder. Rakamsal olarak bile az değil: Cumhuriyet tarihimizin yüzde 13’ü onunla geçti. Medyayı ve akademiyi bırakın, her konuda toplu tepki vermeye hazır sosyal medyada bile birkaç espri dışında Kılıçdaroğlu’ndan artık hiç kimse bahsetmiyor. Hepimizde toplu bir Kılıçdaroğlu yorgunluğu var galiba. Onu unutmak ve görmezden gelmek ister gibiyiz. Orta sınıfın kaderi bu; tarih tarafından görmezden gelinmek.

        EMEKLİLİK KORKUSU

        Kitleler onu unutmaya hazır olsa da galiba Kılıçdaroğlu’nun unutulmaya niyeti yok. Ankara’da bir ofis açtığı, siyasette “akil adam” rolü oynamaya hazırlandığına dair haberler çıkıyor. Bu ofisin akıbetini merak ediyorum. Bu gibi çabalar emekli olan memurun evde oturma korkusuna karşı bulmaya çalıştığı çözümler.

        Başka ülkelerde insanlar emekli olduklarında hayallerini gerçekleştirirler; Paris’e taşınırlar, dünya turuna çıkarlar, yeni bir hobi edinirler. Diana Nyad hiç durmadan 60 saat yüzerek Küba’dan Florida’ya vardı örneğin—hakkında yeni film var. Türkiye’deyse orta sınıf emekli olduğunda kazandığı boş vaktin ne kadar kıymetli olduğunu bilmez.

        Berber salonlarında, kahvehanelerde, belediye otobüslerinde ve banka şubelerinde bu kadar çok boş gezen yaşlı insanın olmasının bir nedeni bu. Özellikle banka şubelerine adeta mesaisi varmış gibi sabahtan gelip çöken insanları uzun yıllardır etnografik bir gözlem altında izlerim. Çoğunun herhangi bir banka için kayda değecek bir mevduatı yoktur. Belki birkaçının mütevazı miktarda kira geliri vardır. Ne bankaya gitmeyi ne de müşteri temsilcisi ya da müdürle sık sık görüşmeyi gerektirir. Ama hemen her gün bizzat gelip hesaplarını kontrol ettirmek ve cüzdana işletmek isterler.

        Kemal Kılıçdaroğlu pek ala kahvehanede ülkeyi kurtaranlar korosuna katılabilir, ama onun için bile çok köşeli ve renksiz galiba—herhangi birinin onu masasına davet edeceğini zannetmiyorum. Tam da aynı nedenden onda Kenan Evren gibi resme başlayacak bir potansiyel göremiyorum.

        Evde oturmak istemediğiyse net. Evde istenmediği de. Hiç kimse emekli erkeği evinde istemez zaten. Emekli memur artık işe gitmeyeceğini anladıktan sonra hem boşluğa düşer, hem de kendi evinde onu buyur edecek bir güler yüz dahi bulamaz. Çünkü varlığıyla evin düzenini bozmuş, ev kadınının otonomisini sarsmıştır.

        Bütün orta sınıf memurlar ve Kemal Kılıçdaroğlu için aslında ideal olan çalışma hayatının sonsuza kadar sürmesidir. Memuriyetin bitmesi onlar için hayatın da bitmesi anlamına gelir. Sıradan bir memur için, SSK başkanı mesela, emekli olmaya direnmenin zararları en fazla kendi çevresinde hissedilir. Ama CHP liderinin üzerinden atamadığı memur içgüdüsü ve boş vaktini nasıl değerlendireceğini bilememe korkusu yüzünden koltuğunu bir türlü bırakamamasının bedelini Türkiye’nin masum birkaç kuşağı gelecekleriyle ödedi.

        TARİHİN GÖRMEZDEN GELDİĞİ SINIF

        Kariyerimin çok kısa bir döneminde medyada yöneticilik yaptım ve kendimi hiç tahmin etmediğim bir sorumluluğun ortasında buldum: orta sınıfın kaygı ve talepleri. Benim için gazetecilik her zaman insanın kendisini yapmaya mecbur hissettiği için seçtiği bir iş oldu. Para kazandırmayacağı, üstelik çok emek harcanacağı, özel hayattan feragat edileceği, sık sık fazla mesaiye kalınacağı ve karşılığında alkış alınmayacağı bilinerek yapılır. Ucunda ödül olmadığı gibi bir de her dem haksızlıkla mücadele etmek, kendini kanıtlamak ve durmaksızın rekabet etmek şarttır. Gazetecilikte dün de yoktur, vefa da; hiç kimse geçmiş başarılarınızın hürmetine sizi taşımaz.

        Oktay Ekşi bir keresinde 45 yıllık baş yazarlık kariyerinden sonra bile her yazısını ertesi gün kovulma ihtimaliyle yazdığını söylemişti. Nitekim dediği oldu. Gazetecilik yapmak bütün bunları bilerek, bir tür tutku ve inançla yapılır. Belki kendi kendimizi kandırır ama pek çok gazeteci kendisini başkalarına kıyasla daha idealist sanır.

        Bu yüzden başka gazetecilerin izin günü, mesai saati, emeklilik yaşı hesaplaması, servisi kaçırmamak için çaba göstermeleri büyük bir şok yaşatmıştı. Koşulsuz sadakat isteyen bir meslekte demek ki insanların başka öncelikleri vardı. İnsanların kaygılarını elbette anlıyorum. Ama böyle Pulitzer alınmayacağını da biliyorum. Türkiye’nin lideri olunamayacağını da.

        Douglas Coupland bir kuşağı tanımlayan “Generation X” romanında orta sınıf olmanın tarih tarafından görmezden gelineceği gerçeğiyle yaşamak olduğunu yazıyor: “Tarih hiçbir zaman sizin davalarınızın destekçisi olmayacak, tarih hiçbir zaman sizin için üzülmeyecek. Gündelik huzur ve sükûnet için ödenen bir bedel bu.”

        Orta sınıf kendi küçük kaygılarıyla çok fazla haşır neşir olduğundan tarihin ilerlemesine herhangi bir katkıda bulunmaz. Adil bir kapitalizm için kuvvetli bir orta sınıfın oluşması şarttır, bu yüzden de ekonomik olarak korunmaları gerekir. Dahası, orta sınıfın iş ahlakı ekonomik çarkın yürümesi açısından da hayatidir. Ama orta sınıftan daha fazla beklentimiz olamaz.

        Tarihin seyrini ya tepeden aşağıya yeni bir gelecek vaat eden elitler—Fransız devrimi, Marx—ya da en alttan gelip sistemi yenmeye ant içmişlerin öfkesi—Erdoğan, Jay-Z vs.—değiştirir. Çoğu zaman halk adamı zannettiğimiz de aslında elittir: Türkiye’nin bir numaralı sınıf ağıtı “Batsın Bu Dünya”nın yazarı Orhan Gencebay’ı müzik teorisi üzerine konuşturmaya başlarsanız susturamazsınız; “halk adamı” siyasetçi Bülent Ecevit de Sanskritçeden tercümeler yapan ve soyu Osmanlı aristokrasisine uzanan bir edebiyatçıdır. Orta sınıf bir aileden çıkıp dünyayı değiştirmek de mümkün tabii ki, ama bunun sırrı orta sınıf kalmamayı becermektir: Steve Jobs ve Barack Obama.

        BEYAZ ATLETİN SONU

        Kemal Kılıçdaroğlu’nda bu özelliklerin hiçbiri yoktu, hatta bir keresinde okuduğu son kitap sorulduğunda sadece adını duyduğuna neredeyse emin olduğum “İnce Memed” demişti. Tek özelliği Şener Şen’in dürüst bir memuru canlandırdığı “Namuslu” filmindeki prototipi çağrıştırması, tek markası dürüstlük imajıydı.

        Burada özellikle bir parantez açmak şart. Kariyerimin etik adına yanıldığım anlarından biri Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2010’da CHP Genel Başkanı olmasına verdiğim destektir. Deniz Baykal kaset skandalıyla istifaya zorlanmıştı. Bir siyasetçinin evlilik dışı ilişki yaşamasının kariyerini illaki etkilemesi gerektiğine o zaman da inanmıyordum. Ama evlilik dışı ilişki yaşadığı kişiyi torpille milletvekili yapmıştı ve asıl ahlaki problem buydu.

        Jean Baudrillard medyanın Watergate skandalını çok fazla abartmasının, “tarihin en büyük skandalı” olarak yorumlamasının ardından gelecek başka skandalların etkisini azaltmaya hizmet ettiğini yazar. Tarihin en büyük skandalı Watergate ise, bundan sonra hangi siyasetçi ne yaparsa yapsın rakiplerini yasadışı dinleten Nixon kadar kusurlu olmayacaktır. George W. Bush bütün ülkeyi yasadışı dinletti mesela ve yargılanmadı bile.

        Bugün milletvekillerinin nasıl dağıtıldığını, hatta son 13 yılda Kılıçdaroğlu’nun nasıl dağıttığını gördüğümde Deniz Baykal’ın etik ihlaline gösterdiğim tepkinin grotesk ve şişirilmiş olduğunu düşünüyorum.

        “Namuslu memur” o zaman inanmak istediğimiz bir masaldı galiba. Kılıçdaroğlu ise zaman içinde dürüstlüğün—veya dürüstlük imajının—tek başına bir erdem olmadığını başarısızlıklarıyla kanıtladı. Daha da kötüsü, kendisinden sonra gelecek ve dürüstlüğü bir siyasi katma değer olarak sunacak yeni siyasi kuşakların da önünü kapadı. Dürüstlük onun sayesinde kaybetmeyle eş anlamlı oldu, dürüst olmanın kıymetini azalttı.

        Kitleler iki yüzlüdür. Televizyonlarda belgesel izlemek istediğini söyleyen ama cinayet programlarını izleyenler gibi seçmen de dürüstlüğü, halk adamlığı, orta sınıf ahlakını benimser gibi görünür ama görev vermez. ABD’de 'vox populi' Donald Trump’ta karşılık buluyor. Türkiye’de de seçmen kaç defadır bin odalı saray, ejder meyvesi, özel uçak diye ortalığı ayağa kaldıranların dediğinin aksini yapıyor. Elit olmayan da elit olmak istiyor; en azından başkalarını görüp bir gün kendisinin de hayaline kavuşacağını düşünmek istiyor.

        Açıkçası ben de bundan böyle siyasette kibrit kutusu kadar beyaz peynir, üç tane siyah zeytin, ikiye bölünmüş bir yarım domates ve ucundan koparılmış bir ekmeğin olduğu gazete serilmiş bir sofrada kahvaltı eden, pijamalı ve beyaz atletli bir kişi daha görmek istemiyorum.