Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Eğer Hürriyet Gazetesi'nin hazırladığı İncili Gastronomi Rehberi’ne bakarsanız adından hangi ülke mutfağına ait olduğunu anlamanın hiç de zor olmadığı Çok Çok Thai’i bir suşici zannetmeniz mümkün. Türkiye’nin Michelin’i olma iddiasındaki rehber stok suşi fotoğraflarıyla tanıtıyor Odakule’nin hemen yakınındaki Tayland lokantasını. Bir yandan da Türklerin yabancılara dair bilinçaltındaki gündelik ırkçılığını yansıtıyor: Bütün çekik gözlüler aynıdır, değil mi?

        Yıllar önce açıldıktan sonra üç ayrı şubeye ve konsepte yayılan Çok Çok markası ise ısrarla İstanbul gibi uluslararası mutfağa çok açık olmayan bir ülkede mücadele veriyor. İstanbul’da yaşadığımda aklıma Tayland yemeği yemek pek gelmezdi açıkçası. Bunun bir nedeni iyi yapacak bir yer bulmanın zor olmasıydı—hala iyi bir İtalyan bile bulmak kolay değil. Bir de yeteri kadar yurtdışına çıkardım; Londra ya da New York’taki Tayland lokantaları tatmin eder, eve döndüğümde tekrar bu mutfağı düşünmezdim. Ama Çok Çok yıllardır ayakta kaldı ve ben her önünden geçtiğimde belki bir-iki kere uğradığım bu mekanın sırrını merak ettim. “Herhalde alternatifi yok diye insanlar gidiyor,” diye düşünüyordum.

        MODA BİTTİ

        Tayland mutfağı bir ara Batı’da zirveye ulaştı, hatta adım başında zincir lokanta açıldı. Son yıllarda moda biraz duruldu galiba, epeydir kimseden duymuyorum. Bir ara New York’ta yeni bir Tayland restoranın açılması ciddi haber olurdu, son zamanlarda dikkatimi çekmiyor.

        Bu gibi yeme-içme akımlarında modanın geçmesi işini hakkıyla yapanların ayakta kalmasına neden olur. Rakı ve kebaptan sıkılan, her yeni açılan mekanın mönüsünde aynı yemekleri görmekten bezenler de farklı bir mutfak denediklerinde alternatif orada bekler. İşte Çok Çok böyle bir yer. İstanbul’da bir Tayland lokantasının olduğunu bilmek başlı başına yeter. Ama bunca yıldır varlığını sürdürmesi İstanbul’daki belki de tek ve en iyi bilinen Tayland lokantası olmasından mı? Bir başka deyişle, daha iyisi olmadığı için mi hala ayakta?

        B sorunun yanıtının peşinde koşmaya da niyetim yoktu; önyargılarımla yaşamaktan mutluydum. Ama tamamen tesadüf eseri kendimi Çok Çok Pera’da buldum. İstanbul’a gelen ünlü bir İngiliz yeme-içme yazarını gezdiren bir arkadaşımla Karaköy’de karşılaştık, peşlerine takıldım ve araç bizi Tepebaşı’ndaki eski Amerikan Konsolosluğu’na getirdi. Artık Soho House olarak hizmet veren bu muazzam binanın eskiden vize işlemlerinin yapıldığı bir ara İzzet Çapa tarafından Konsolos diye bir gece kulübü olarak işletilmişti. Epeydir ise Çok Çok Pera—Çok Çok markasının daha lüks ve en iddialı üçüncü durağı.

        Çok Çok Pera’dan birkaç yüz metre ileride sadece, bazı yemekler de ortak. Ama aradaki fark çok ciddi. Ama bunu önünden geçerken gözden kaçırmak mümkün.

        Ben de kendimi bir anda Çok Çok Pera’da bulunca şaşkınlığımı gizleyemedim. Bir kere İstanbul’da gördüğüm en şık mekan. Camdan İstanbul’un kaosu gözükse de içeride bambaşka bir dünyaya ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. Kısa bir süreliğine yurtdışına çıkmak gibi. Zaten hemen hiç kimse Türkçe konuşmuyor; çalışanlara Türkçe konuştuğunuzda bile refleks olarak İngilizce yanıt veriyorlar. Müşteri kitlesinin neredeyse tamamı yabancı. Çok Çok’u ilk keşfedip bunca sene ayakta tutanlar da İstanbul’un ex-pat’larıydı zaten.

        İngiliz yeme-içme yazarının Çok Çok Pera’ya getirilme nedeniyse İstanbul’daki Tayland mutfağını denemek değildi ama. Çok Çok Pera’nın bir kısmı Ernest isimli bir kokteyl barı; bahçesinde caz konserleri de oluyor. Ernest’ta Türkiye’nin en meşhur miksolojisti Fatih Akerdem hem bu şehirde gazetecilik yapan Hemingway’e saygı olarak sevdiği içkileri yapıyor hem de rakıyla kendi karışımlarını yaratıyor.

        O gün bu kokteylleri aç karnına denememiz mümkün değildi. Ancak mutfak da tam olarak açılmamıştı. Sadece midemizi bastıracak herhangi bir atıştırmalık gerekiyordu. Önümüzde mönüde “altın bohçası” olarak geçen karidesli kızartılmış mantı yorumu geldi. İlk ısırıkta bile bir başka ülkede olduğumuzun teminatı gibiydi. Daha da önemlisi bana Çok Çok Pera’nın mönüsünü merak ettirdi. Bir sonraki ziyaretimde karnımız açtı; hem yemeğe hem içkilere. İçeride yine bolca yabancı vardı, ben de bir yabancı arkadaşımla gitmiştim ve çalışanlar tabakları İngilizce takdim etti.

        PORSİYONLARIN BOYUTU

        Çok Çok Pera’nın hem tadım mönüsü var, hem de istediğinizi sipariş edebiliyorsunuz. Papaya salatası olmazsa olmaz, hemen söyledik. Bu kadar taze malzeme bulmak, sosu tutturmak başlı başına alkışı hak ediyordu. Bir başka klasik, Batı’da köşedeki Tayland lokantasına bile bulunan, Pad Thai diğer siparişimizdi. Bu kadar iddialı ve lüks bir yer bu yemeği nasıl iyi yapabilir diye merak ediyordum, adeta sınıf atlatmış. Hemen her yerde donmuş karides verilen bir şehirde Çok Çok Pera’nın karidesini tazeliği, diriliği ve lezzeti hala aklımda. Kuzu kaburganın yumuşaklığıysa beni kendimden geçirdi.

        İki kişi için çok fazla tabak mı sipariş verdik diye endişeleniyorduk başta. Ancak porsiyonlar geldikçe daha da fazla söyleyebileceğimizi anladık. Ne yediysek lezzetliydi, hatta son yıllarda Londra ve New York’ta bile bu kadar iyi Tayland lokantasına gitmedim. Ama konuştuğum başka arkadaşlarım da yaygın olarak porsiyonların küçüklüğünden yakındı. Tadım mönüsünde küçük porsiyonlar olacak elbette, ama a la carte’tan sipariş verildiğinde biraz daha büyük tabağı hak ediyor olmalıyız. Göz doyma problemi var, yer yer aynı sorunu mide de hissediyor.

        Çok Çok Pera gelenlerin yemekleri paylaşmasını istemiyor. Herkesin kendi tabağını seçmesini ve ayrı zevk almasından yana. Bu net bir tercih. Ortaya söylemek ve paylaşmak için adres Çok Çok Thai. Burası farklı bir tecrübe. Ama o zaman da belki sadece tadım mönüsü sunmak gerekiyor? Bir başlangıç, bir ana yemek ve bir tatlı sipariş vermek şart. Ancak böyle mide de göz de doyuyor. Zaten tapioca’nın inci gibi tabakta parladığı tatlıyı mideye indirdikten sonra küçük porsiyon şikayeti unutuldu. Akılda kalansa İstanbul’un en şık lokantası, kokteyl barı, canlı müziği ve bu şehrin gastronomisini ayakta tutan ex-pat’larla geçirilen bir akşamdan sonra gerçekliğe dönme zorunluluğuydu. Çok Çok Pera’da her şey fazlasıyla vardı, suşi hariç.

        ★★

        Ortam

        Çok sakin, çok şık, çok iddialı. İş yemekleri, kutlama ya da evlilik teklifi için ideal. LGBT+ dostu. Yazın bahçede canlı müzikle ayrı bir dünya var, içerinin bir kısmı Ernest adlı olağanüstü bir kokteyl bar. Kıyafet zorunluluğu var, şortla eşofmanla almıyorlar. Tuvaletlerdeki Rebul İstanbul’un değiştirileceği taahhüdünü almıştım, tekrar kontrol almadım.

        Servis

        Ağırlıklı müşteri yabancılar, çalışanlar da İngilizce konuşuyor. Tadım mönüsü olduğundan çalışanlar da ona göre seçilmiş, her tabağa hakimler ve tane tane anlatıyorlar. Her türlü soruya yanıt veriyorlar. Taylandlı şef de bir ara gelenek olduğu üzere masaya uğruyor.

        Öne çıkan yemekler

        Son yıllarda yediğim en iyi papaya salatasıydı. Altın bohçaları, karides, pad thai ama en çok da kuzu kaburga akılda kalıcı.

        Fiyat

        Pahalı. Kişi başı birkaç bin TL’ye çıkmayı göze almak gerekiyor. Burası özel günlerde gidilebilecek bir yer sonuçta, bir vesile olması gerekiyor.

        Açık

        Pazartesi hariç her gün 18:00-23:00 arası açık. Ernest Bar ise 01:00’e kadar. 18:00 – 01:00

        Rezervasyon

        Telefonla ya da e-mail’le rezervasyon şart.

        Yıldız tablosu

        Yıldızlar sıfırdan dörde kadar. New York Times’dan esinlenilen değerlendirmeye göre sıfır kötü, vasat ya da tatminkar. Bir yıldız iyi, iki yıldız çok iyi, üç yıldız muhteşem, dört yıldız ise olağanüstü.