Paul Auster’ın ardından yazanların hemen hiçbiri “Sunset Park” romanından bahsetmiyor, yazdığı onlarca roman arasında 16. kitabı olarak en fazla adı geçiyor; o kadar. Kim bilir, belki de “Sunset Park” sadece benim için önemli, başka hiç kimsede bende yarattığı etkiyi yaratmayan bir kitap olarak kaldı. Eleştirmenlerce beğenilmediğini, 2008 ekonomik krizinden yola çıkarak yazılan bu romanın vaadini gerçekleştirmediğinin söylendiğini de biliyorum. Oysa Auster’la geç bir tanışma vesilesi olmasına rağmen bir anlamda hayatımı değiştirdi.
O yıllarda popüler roman okumuyor değildim, ama nedense Türkiye’de ABD’de olduğundan çok daha sevilen Auster’a uzun yıllar elim gitmedi. Hemen her sene kitap yayımlayan Auster’ın eşleri kendi anavatanında çok daha popülerdi. Bir eleştirmen Auster’ın kitaplarının eski eşi Lydia Davis gibi daha ciddi edebiyatçıları okumak için giriş niteliğinde olabileceğini bile yazmıştı. Son eşi Siri Hustvedt de New York’ta saygı duyulan bir romancı.
Auster’a yönelik önyargıdan dolayı belki de görmezden gelindi “Sunset Park.” Ben elime sadece neymiş bu adam öğrenmek için aldım ama bir başladıktan sonra Brooklyn’in kitaba adını veren pek de matah olmayan mahallesinde bir evi işgal ederek yaşamaya başlayan gençlerin hayatına özlem duymaya başladım.
PARİS’TE DAHA ÜNLÜ
20’li yaşlarımın son demlerindeydim ve hayatta birçok macerayı ıskaladığım düşüncesi giderek beni rahatsız etmeye başlıyordu. Üniversite yıllarında çalışmaya başlamıştım, mezun olduğumda düpedüz bir kariyerim ve beni bekleyen bir işim vardı. Çevremdeki yaşıtlarımın yaşadığı sürünme, kendini bulma, yavaş yavaş merdivenleri tırmanma süreçlerinin hemen hiçbirini yaşamamıştım. Hiçbir zaman arkadaşlarımla bir evi işgal edip polis basar mı korkusuyla yaşamamıştım, hatta hiçbir zaman ev paylaşmak zorunda bile kalmamıştım.
Aslında Auster’ın Brooklyn’deki genç kahramanları da çoğunlukla ayrıcalıklı kahramanlardı, ama tıpkı Douglas Coupland’in çöle kendilerini bulmak için kaçan “Generation X” üyeleri gibi kendi dünyalarını terk etmişlerdi. Ve ekonomik krizin eşiğinde Brooklyn’de var olmak giderek zorlaşıyordu. Romanın kahramanlarından biri biriktirdiği üç bin doların hiçbir masrafı karşılamaya yetmediğini yaşayarak öğreniyordu.
Ben ise “Sunset Park”ı iPad’den okurken—iPad’den okuduğum ilk kitaptı—Brooklyn’e taşınmayı, yepyeni bir hayata başlamayı hayal ediyordum. Bir akşam Bağdat Caddesi’nde giriş katı bir evde sanatçılardan oluşan arkadaşlarıma bu hayali açtığımı hatırlıyorum. O senelerde daha gençlerin Türkiye’den kaçma hayali modası başlamamıştı, ama hepimiz Misak-ı Milli sınırlarının bize yetmediğini, aradığımızın başka yerlerde olduğunu biliyorduk.
İşin ironik tarafı, Paul Auster da hayatının bir döneminde yaşadığı yerden gitmek, başka bir yerde denemek istemiş ve birçok Amerikalı entelektüel gibi—James Baldwin en ünlüleri—Paris’e taşınmış, bulmuş, burada çeviriler yapıp şiirler yazarak kimliğini bulmuştu. Entelektüel olarak Fransa’dan zamanında çok beslenen Türkiye’de olduğu gibi, Paul Austerda zamanla bu ikinci ülkesinde New York’takinden daha tanınır, daha saygı görür bir konuma ulaştı. Bir dönem kitapları Paris süpermarketlerinde satılacak kadar popülerdi hatta.
Ama Auster bir süpermarket romancısı değildi. “Sunset Park”tan sonra peş peşe okuduğum kitapları kolay okunuyordu, sayfalar hızlı hızlı çevriliyordu ama hepsi karamsar, karanlık ve kaybetmek üzerineydi. Elindekileri kaybetmek, kendini kaybetmek ama çoğu zaman da bir yakınını kaybetmek ana temalarıydı. Zaten yazı dünyasındaki ilk şöhretini de babasının ölümü ardından yazdığı ilk hatıratına borçluydu. Auster’ın son okuduğum kitabıysa gençliğini kaybetmek, yaşlanmak üzerine yazdığı bir başka hatırat olan “Kış Günlüğü”ydü. Sonra neden Auster’a ara verdiğimi ben de bilmiyorum.
Belki onun kitabının izinden gidip Brooklyn’de yaşamaya başlamamla beraber bir çemberin kapanmasının sonucudur. Belki New York’ta ondan pek bahsedilmemesi ve araya başka yazarların, başka kitapların girmesidir. Ama Paul Auster pek çokları gibi benim için de hep ve daima Brooklyn olarak anılacak.
BROOKLYN’İN KORUYUCU MELEĞİ
Pek çok kişi daha moda olmadan önce Brooklyn’e yerleşen ilk yazar olarak Auster’ın bölgenin bir anlamda koruyucu meleği olduğundan bahsediyor. Ben de ne kadarlığına kalacağımı bilmediğimden geçici olarak tuttuğum 23. kattaki ilk stüdyo daireme taşındığımda daha ilk haftalarda konuştuğum ilk yazar oydu. Bir sabah telefon çaldı ve hiçbir aracı olmadan doğrudan “Ben Paul Auster,” diye kendisini tanıttı ve Park Slope’da evinin yakınındaki bir pastanede, tam da okul çıkış saatinde, anneler ve çocuklarının işgalinden dolayı kaldırımda yürümenin zor olduğu bir saatte buluştuk. Ben ona söyleşi yapmak için ulaşmaya çalışmıştım, o ise sohbet etmek istiyordu.
O sıralar Türkiye’de ardı ardına gazeteciler tutuklanıyor ve uluslararası kamuoyu “yükselen ekonomi” haberlerinin ardında ifade özgürlüğünün giderek kısıtlanmasına adeta göz yumuyordu. Paul Auster ise bu konuda sesini yükseltip hatta Türk hükümetinin hedefi olmayı göze almış yegane isimdi. Orhan Pamuk o sıralar Charlie Rose’a yapılan polis operasyonlarını övüyor, Elif Şafak da New York Times gibi yerlere yazılarla rejimi aklıyordu.
E-mail kullanmayan, başka üzerinden ya da faksla, ya da doğrudan telefonla ulaşılabilen Auster bana da Brooklyn’e yerleşen başka yazarlar gibi hoş geldin demiş, her zaman arayabileceğimi söylemiş, hatta birkaç kişiyle tanıştırmıştı. Sonradan anladığım, birbirini kollayan ve üyeleri aşağı yukarı tahmin edebilecek yazarlar kulübünün ilk odasına giriş kartını da vermişti. Telefonu hala kayıtlı ama o günden sonra bir daha aramadım, neden bilmiyorum. Önünü görmekte zorlanan bana o zaman bir anlamda hoş geldin demesi yetmişti sanırım.
13 sene önceydi ve Brooklyn benim de evim oldu. Her ne kadar “Sunset Park”tan bu yana çok değişse de. Ben taşındığımdan beri de değişti ve özellikle son yıllarda bana da gerçek yüzünü gösterdi. Burada yaşamak romantizmden günlük mücadeleye, patlayan borular ve fare işgalinin arasında ayakta kalma mücadelesi vermeye dönüştü. Çok uzun zamandır istediğim gibi cümleler kuramaz oldum artık.
İLK TEPKİM
Paul Auster sohbet ettiğimiz o günden bu yana iki kere büyük haber oldu New York’ta. Biri oğlunun ve torununun trajik ölümü, bir diğeri de kendi ölümüydü. İlk haberi New York Times’dan okuduğumda Brooklyn’de evimdeydim. Auster’ın ölümünü de yine New York Times’dan aldım. Bir arkadaşı, eşinden bile önce gazeteye sızdırmıştı.
Auster’ın öldüğü gün Columbia Üniversitesi’nde öğrenciler protesto gösterileri düzenliyor, ele geçirdikleri bina okul yönetiminin arzusuyla polis baskınıyla boşaltılıyordu. Hamilton Hall adlı bu bina 1968’de de öğrenciler tarafından ele geçirilmişti; içlerindeki gençlerden biri de Paul Auster’dı. Gazete ölüm haberinde bu ayrıntıya da dikkat çekiyordu. Birkaç kere vurgulanan nokta da Auster’ın Fransa’da ne kadar ünlü olduğuydu.
Belki tesadüf ya da bazı olayların garip bir şekilde denk gelmesiyle bu sefer gazeteyi telefonumdan, hayatımın belirsiz bir döneminde, yine “bir süreliğine” kalmak için bir başka şehre geldiğimde aldım. Paul Auster gibi ben de bu sefer Paris’teydim ve tam olarak ne yapacağımı bilmiyordum, sadece Paris’te olmak istiyordum. Ölümünü öğrendikten sonra ilk tepkim okunacak daha ne kadar çok Paul Auster kitabı kaldığıydı. Ama bu sefer bulmakta zorlanmayacağım bir yerdeyim.