1962 yılının Mayıs ayı, St. Petersburg’ta akasya, yasemin, ıhlamur kokularının hınca hınç doldurduğu bir parkta, biri kadın, biri erkek iki kişi, ikisi de de ihtiyar, kadın başını örtmüş, hava sıcak olduğu halde paltosunun önünü kapatmış; yaşları birbirine yakın ama erkeğin beli daha bükük; ikisi de yorgun; yorgun bedenlerini yaşlı sıska bacakları değil de ikisinin de hafızasında birikmiş canlı anıları taşıyormuş gibi; ikisinin de acelesi var sanki, birbirlerine bir şeyler anlatmak için sabırsız bir halde oturacakları bir bank arıyorlar birkaç dakikadan beri.
Bir yer bulup oturuyorlar. Hafif bir bahar yeli ikisinin de yüzünü okşuyor. Şükür bugünleri de gördük demiyorlar birbirlerine, ikisinin de ardında lanetli uzun bir tarih var, etraftan yükselen bahar kokuları yaşadıklarını hissettiriyor ikisine de o kadar.
Kadın olanı, “Ben kadınlara konuşmayı öğrettim/Ama nasıl susturacaklar, o da onların işi” dizelerinin sahibi, yarım yüzyıl boyunca Rusya’da romantik şiir geleneğini sürdürmüş, Puşkin’den etkilenmiş ama Nabokov gibi büyük yazarlara da şiirde ilham kaynağı olmuş, dostu Mandelştam’ın deyimiyle, “Rus şiirine ondokuzuncu yüzyıl Rus romanının zenginliğini katmış”, şiire hatırayı sokmuş, “devrimci sanat” saçmalığına yüz vermediği için çok uzun yıllar lanetlenmiş, iki kocasını da totaliter Stalin rejimine kurban vermiş, oğlu sürgünlerde sürüm sürüm sürülmüş, ama hep şiir yazmış, hep şair kalmış, gerçek soyadı “Gorenko” olduğu halde, soyu bir Tatar ailesine dayandığı için şair olarak “Ahmatova” adını kullanmış Anna Ahmatova; erkek olanı ise bütün dünyanın bildiği meşhur çocuk kitapları yazarı, Rus eleştirmen Korney Çukovski’ydi.
Ahmatova, daha iyi duymak için biraza daha yanaştı Çukovski’ye:
“Okusana,” dedi şefkatli bir sesle ve ardından bir sevgilinin dudaklarından dökülecek aşk dolu kelimeleri sabırsızlıkla duymayı bekleyen bir aşık gibi baktı adamın yüzüne, heyecanlıydı.
Çukovski döndü ona, hafif bir gülümsemeyle başladı okumaya. Tam yirmi beş yıldan beri, o sırada dudaklarından dökülen uzun şiiri unutmamak için kaç kez kendi kendine tekrarlamıştı hatırlamıyor şimdi. Tam yirmi beş yıldan beri, o şiiri ezberlediği günden bugüne her gece yatağa girer girmez, her sabah yataktan kalkar kalkmaz, en az bir kez şiiri kendi kendine tekrarlamıştı. Bir kutsal emanet taşıyordu hafızasında çünkü. Büyük şair Ahmatova’nın 1938-1940 yılları arasında yazdığı şiirdi o kutsal emanet. Onu hep hafızasında canlı tutacak, şiirin sahibi o ölmeden önce gelip “hadi okusana” deyinceye kadar şiiri kimseye okumayacak, hiç kâğıda geçirmeyecek, onu belleğinde kutsal bir metin gibi, bir arkadaşının emaneti gibi muhafaza edecekti.
İşte bugün o gündü; şiirin sahibi gelmiş “okusana” demişti. O da okuyordu.
Çokuvski hafızasındaki uzun şiiri okumaya başlar başlamaz Ahmatova, başörtüsünün düğümünü çözdü, paltosunun önünü açtı, özgürlüğüne kavuşmakta olan şiirin kelimelerine kendine kaptırarak, her şeyiyle varlığını bu çıldırtıcı bahar gününe teslim etti. Kelimeler özgürlüğüne kavuşmuş, yanında oturan ihtiyarın dudaklarından dökülerek üzerlerine yağan polenlere, akasya çiçeklerine, ıhlamur, yasemin kokularına karışıp göğün sonsuz maviliğine dağılıyorlardı.
Şiirin ilk dizelerini 1938 yılında yazmaya başlamıştı Ahmatova. Oğlu Lev, o yılın Mart’ında, ikinci kez tutuklanmıştı. Kresty Cezaevi’nde tutuluyordu, ağır işkence görmüştü. Stalin terörünün zirve yıllarıdır bu yıllar. Tekmil Rusya kaskatı bir korku imparatorluğudur. Soluk alan kendini idam mangası karşısında buluyor, tek bir muhalif söz, enseye sıkılan bir kurşun yerine geçiyor, tutuklanın ya cesedi çıkıyor işkencehanelerden ya da cesedi bile bulunamıyor, milyonlarca insanın bir daha izine rastlanmamak üzere devlet tarafından kaybettirildiği yıllardır bu yıllar. Ahmatova, tam on yedi ay boyunca, çok kısa bir an bile olsun oğlunu görmek için Kresty Cezaevi’nin önündeki uzun kuyrukta bekledi. Kuyruk kıpırdamıyordu o dondurucu soğuklarda, o yaz sıcaklarında. Kuyruktaki herkes kadındı. Ya oğulları ya da kocaları vardı o dört duvar arasında. Veya öyle sanıyorlardı. Mesela o sırada parkta Ahmatova’ya şiirini okumakta olan Çokuvski’nin kızı Lidya’nın fizikçi kocası 1937’de tutuklanmış, bir sene sonra kurşuna dizilmiş, Lidya her gün kocasının akıbetini sormuş, ölüm haberini ise ancak yirmi sene sonra 1957’de alabilmişti. Ahmatova, o cezaevinin önünde kuyruğa girmiş, şansı varsa eğer hücrenin küçük penceresinden onun yüzünü görüp, küçük bir paket verip yakınının hayatta olduğunu öğrenmiş olmanın verdiği kısa bir mutlulukla evine dönen binlerce kederli Rus annesinden sadece birisiydi. Tam on yedi ay boyunca oğlunun yüzünü görebilmek için o kuyrukta kaldı Ahmatova. Bir seferinde kuyrukta beklerken bir kadın tanıdı onu. Hemen arkasından, dudakları morarmış başka bir kadın ki o kadın daha önce Ahmatova adını duymamıştı, herkesin içinde bulunduğu o uyuşukluktan sıyrılarak yaklaştı, orada herkes fısıltıyla konuştuğu için Ahmatova’nın kulağına şöyle fısıldadı:
“Bu yaşadıklarımızı tarif edebilir misin?”
Ahmatova hiç düşünmeden, “Evet, edebilirim” cevabını verdi.
Sonra kadının yüzünden gülümsemeye benzer bir şeyler geçti. Eve döndü yazmaya başladı:
“Bir zamanlar gülen
Yalnız mezarındaki mutlu ölüydü.
Gereksiz bir eklenti gibi, sallanıyordu
Leningrad zindanlarının orda.
Ne zaman ki acıdan çıldırmış
Mahkumlar bölüğü yola koyuluyordu
Lokomotifler onlara
O kısa veda türküsü söylüyordu.
Ölümün yıldızı üstümüzde dolanıyordu.
Günahsız ülkem acıdan kıvranıyordu,
Kanlı çizmelerin altında
Kara vagonun kara hücrelerinin tekerleri altında.
Gündoğumunda götürdüler seni.
Bir ölü kaldırılıyormuşçasına, izledim seni.
Loş odada, çocuklar ağlaşıyordu.
İkonaların önünde mumlar eriyip akmıştı.
Dudaklarında, bir madalya soğukluğu.
Alnında, ölüm teri. Unutulmasın.
Gideceğim ben de,
Çarın kurşuna dizdirdiği erkeklerin kadınları gibi
Kremlin’in kuleleri dibinde bağırmaya, avazım çıktığı kadar.”
Bu şiiri yazdığı kağıdı zulaladı, arkadaşı Çukovski’nin evine gitti. Arkadaşına tıpkı şu anda o parkta, “emanet şiirini” okurken yaptığı gibi sokuldu, fısıldar gibi yazdığı şiiri ona okumaya başladı. O okudukça ezberi kuvvetli olan Çukovski şiiri ezberine aldı. Bu oyun daha sonra oturduğu “Fıskiyeli Ev”de devam etti. Yeni dizeler yazmıştı Ahmatova:
“Durgun Don sessiz akıyor.
Sapsarı ay evden içeri dalıyor.
Dalıyor, başlığı kulaklarında
Sarı ay bir gölge görüyor.
Bu kadın hasta,
Bu kadın yalnız,
Oğlu zindanda, eşi mezarda,
Yakarın benim için.”
Kendi evinde fısıldamayı da bırakmıştı Ahmatova. “Requiem” adını verdiği şiiri uzadıkça uzuyordu. Çoğu zaman şiiri ezberleyecek arkadaşı Çokuvski oturduğu “Fıskiyeli Eve” geliyor, kendi evinde fısıltıyla bile olsun konuşmuyordu şair, zira Stalin’in gizli teşkilatı evinin duvarlarına delikler açmış, o deliklere çeşitli aletler yerleştirmiş, evde olup biten her şeyden haber alıyordu. Bunu bildiği için de şair, eve gelen arkadaşı Çokuvski’yle sohbet ederken konuşmanın tam ortasında birdenbire susuyor, gözleriyle şiiri ezberleyecek Çokuvski’ye tavanı ve duvarları işaret ederek eline kağıt kalem alıyor, sonra yüksek sesle “Çay alır mısınız?” ya da “Ne çok yanmışsınız!” gibi sıradan cümleler kuruyor, ardından kağıt parçasını el yazısıyla doldurup ona uzatıyordu. O da kağıdı alıyor, birkaç kez üst üste içinden okuyarak ezberliyor, ezberlediğine emin olduktan sonra kağıdı Ahmatova’ya geri veriyordu. Kağıdı alınca şair arkadaşına yüksek sesle, “Bu yıl sonbahar erken geldi” gibi bir şey söylüyor, kibriti çakıp kağıdı kül tablasında yakıyordu.
Hapishanenin görüş kuyruğunda, “Bunu tarif edebilir misin?” diyen Rus kadının “tarif edemediği” şeyin tarifiydi “Requiem” şiiri… Çaresiz halkın üzerine abanmış çelik gibi soğuk, bıçak gibi keskin baskının sesi... Bir anı temsil ediyordu şiir, kişisel bir ruh halini, oğlunu görmek isteyen bir annenin feryadı gibi ama şiirden bir dizeyle “Yüz milyonun çığlık attığı ağız” oldu bir süre sonra.. Birbirlerini kaybetmiş herkesin ortak kederini haykırıyordu Ahmatova. Yazdığı ezilen ruhların şiiriydi. Halkın ortak acısını paylaşmıştı şair. Şiiri kısa sürede ölüler için arkadaşlar arasında fısıltıyla söylenen bir ağıt oldu.
*
“Requiem” Stalin’in kendine rakip bırakmamak için giriştiği, tarihe “büyük Rus aydın katliamı” olarak geçen “Moskova Duruşmaları”nda yok edilmiş yüzbinlerce Rus aydınına yakılmış uzun bir ağıttır. Tamamı Güneş Acar tarafından “İlahi” adıyla Türkçeye çevrilmiş ve 1983 yılında Ferit Edgü’nün önsözüyle Ada Yayınları arasında çıkan “Yaban Balı Özgürlük Kokar” adlı Ahmatova’nın seçme şiirlerinin yer aldığı kitapta var.
Ahmatova, yazdıkça hafızasında kalsın diye Çokuvski’ye ezberlettiği şiiri, aradan yıllar geçtiği halde arkadaşının hafızasından alıp yayına hazırlama cesaretini gösteremedi. Ta ki Kruşçev 20. Kongre’de çıkıp Stalin’i “bütün arkadaşlarını öldürmüş, milyonların katili bir cani” olarak ilan edinceye kadar. Ondan sonra da bir süre daha bekledi Ahmatova.
Şimdi can yoldaşı, şiirini belleğine emanet ettiği Çokuvski yirmi beş seneden beri belleğinde hapis kalmış olan kelimeleri bu küçük parkta, bu çıldırtıcı bahar günü, bu akasya, ıhlamur, bu yasemin kokuları arasında serbest bırakıp kelimeleri gökyüzüne salarken, Ahmatova’nın her anı işkenceyle, ölümle, kederle, hüzünle geçmiş uzun, upuzun hayatı geçmeye başladı gözlerinin önünden.
*
Cihan harbinin arifesinde Anna Ahmatova, Şileko’yla evlenmiş, balayı için gittikleri Paris’te ünlü ressam Amedeo Modigliyani ile tanışmış, bir ara ressama gönlünü kaptırmış, ressam da onun onlarca resmini yapmış, erken dönem şiirlerinde sembolistlerden etkilenmiş, daha sonra sembolistlerin mistisizmini beğenmeyerek klasik şiire yönelmiş, ezberlenmesi kolay şiirler yazmış, yazdığı aşk mısralarıyla eleştirmenlerden muazzam övgüler almış, özellikle kadınlar arasında neredeyse ilah mertebesine ulaşmış, uzun boylu, şaşırtıcı derecede güzel, etrafı hayranlarıyla, sevgili ve arkadaşlarıyla çevrili, adını herkesin bildiği 25 yaşında meşhur bir şairdi.
Ve aniden savaş patlak verdi. Ahmatova, “Bir saat içinde yüz yıl yaşlandık” diye yazdı “1914 Anısına” adını verdiği şiirinde. Savaş ve ardından gelen Rus devrimi Ahmatova’nın samimi, lirik şiirini alıp yüzyıl geriye fırlattı. “Mühürlü bir trende” Rusya’ya gönderdikleri Lenin, bir “Alman bombası” olarak şairin şehri Petrograt’ta aniden patladı; hiç kimsenin iktidar şansı tanımadığı Bolşevikler iktidara gelerek proletarya diktatörlüğünü kurup savaşı terk ederek Almanya’dan beklenmedik bir barış satın aldı.
Devrim olduğunda Ahmatova, Şeremetevler’in eski sarayı “Fıskiyeli Ev”de ikamet ediyordu. Bolşevikler iktidara gelir gelmez işe şahsi zenginliğe savaş açarak başladılar. Silahlı işçiler, zenginlerin evlerine baskın düzenleyerek mallarına el koyuyor, burjuvalar evlerinden çıkartılarak ellerine birer süpürge tutuşturulup sokak temizletip çöp toplatıyorlardı. Ahmatova’ya da “Fıskiyeli Ev”in çevresindeki sokakların temizliği düşmüştü. Eski kapıcı ve hizmetkarlar, eskiden hizmet verdikleri zenginlerin yerine geçiyor, zenginler bu kez onlara hizmet ediyordu. Büyük evler bölümlere ayrılıp apartman daireleri haline getiriliyordu. “Fıskiyeli Ev” de aynı muameleyi görünce Ahmatova’ya da o evde bir oda düştü. Mutfak, banyo ve tuvaletler ortaktı. Gücü ele geçiren işçilere köylülere, rejim aleyhtarı diye şüphelendikleri komşularını polise ihbar etme vazifesi de verilmişti. Herkesin her hareketi anında “devrim karşıtı” olabiliyor, herkes her an kendini bir hücrede bulabiliyordu. Şiddet baş göstermiş, lirik şiir alıp başını gitmişti. Devrimci eleştirmenler Ahmatova’nın kişisel şiirlerini “burjuva duyarlılığıyla” yaftalayıp, “kolektivist düzenle bağdaşmayan”şiirler olarak eleştiriyorlardı artık.
Şairlere karşı başlayacak olan sürek avını, 1922’de rejimin en güçlü bekçilerinden Troçki’nin Paravda’da yayınlanan, Ahmatova gibi sanatçıların ürünlerini “Ekim devrimiyle ilgisiz bir edebiyat” diye nitelendiren eleştiri yazısıyla başladı. O da savunmasını bir şiirle yaptı:
“Mahvolmuş yuvamıza içiyorum
Kin, öfke dolu hayatıma
Yalnızlığına ikimizin
Ve sana kaldırıyorum kadehimi
Yalanına bana ihanet eden dudaklarımın
Gözlerindeki ölü soğukluğuna
Acımasızlığına hayatın ve kabalığına
Ve kurtarmamasına bizi Tanrının”
O andan itibaren Ahmatova açlığa mahkum edildi. O zamana kadar sadece yazdıklarıyla geçinen şairin kitapları bir anda yok oldu, aç kalan şair Maksim Gorki’nin yardımıyla kütüphanede karın tokluğuna bir iş bulabildi ancak.
Kurulan yeni düzeni beğenmeyen bir yığın arkadaşı yurt dışına kaçmıştı, imkanı ve fırsatı olduğu halde Ahmatova kaçmaya kalkışmadı, “şarkılarımı vermeyeceğim onlara” dedi, “yaban ekmeğinin tadını” biliyordu, “ülke hafızasının sesi” olarak görüyordu kendini, ona göre “devrim günahlarının cezasıydı, günahlarının kefaretini de şiirlerinin duasıyla ödemeyi” ahlaki bir sorumluluk olarak görüyordu. “Ben onlardan değilim” dedi ve şunları yazdı:
“Ben onlardan değilim
Topraklarını düşmanlara bırakıp gidenlerden.
Onların övgülerine tıkalı kulaklarım,
Şiirlerim de onlar için değil.
Ama sonsuza dek sürgüne yanacağım,
Bir tutukluya, bir hastaya yandığım gibi;
Ordan oraya, yolun karanlık,
Yabanın ekmeği apacı.”
Bu arada ilk alınanlardan birisi eski kocası, oğlunun babası şair Nikolay Gumilev oldu, kısa bir süre sonra yargılanmadan kurşuna dizildi, Bolşeviklerin öldürdüğü ilk şairdi Gumilev, Ahmatova ardından şu şiiri yazdı:
“Yaşayanlar arasında değilsin
Karda kalacaksın
Yirmisekiz sopa
Ve beş kurşun...
Dostum için diktim
Bu acılı giysiyi
Sever -kanı sever
Bu Rus toprağı.”
Dostu, bir ara sevgilisi Mandelştam’la yaptıkları uzun sohbetlerde dostu ona, “Şiire sadece bu ülkede saygı duyuluyor” der, ardından gözlerini tavana dikip sesini biraz daha kısarak, bir sır fısıldar gibi, “ve başka hiçbir ülkede şiir yüzünden bu kadar insan öldürülmemiş,” derdi. Orlando Figs’in yazdığına göre, 1934’teki Birinci Yazarlar Kongresi’ne katılan 700 yazardan sadece 50’si ikinci kongreye katılabilmiş, geride kalanları tümüne aynı suç isnat edilerek idam edilmişti.
Sergey Kirov’un katli her şeyin başlangıcı oldu. Parlak bir politikacıydı, Leningrad Parti Başkanıydı, Stalin’den daha popülerdi, daha ılımlıydı, Stalin’den sonra sıra onundu, Stalin bir yolunu bulup onu öldürttü, cinayeti de muhaliflere yükledi, kısa süre zarfında “Moskova Duruşmaları” olarak tarihe geçen büyük aydın katliamının başlangıcı da kendisinin işlettiği iddia edilen bu cinayetle oldu.
Ahmatova’ya göre 1930’lu yılların başı “vejetaryen yıllardır”, “etobur” yıllar da bu duruşmalarla başladı.
Ahmatova’nın oğlu Lev, Mart 1938’de ikinci kez tutuklandı. Ahmatova Yazarlar Birliği’nden ihraç edilmiş, oğlunun babası kurşuna dizilmiş, şimdi de oğlunu almışlardı. Arkadaşlarının tavsiyesine uyarak şiirinden ödün vererek oğlunu kurtarmaya kalkıştı, bu yüzden edebi itibarını feda etmeyi göze alarak Stalin’i öven, memleketi yücelten, düşman Batı’yı yeren bir iki şiir yazdı ama diktatör bunu yutmadı. Daha sonra yazacağı “Requiem”de oğluna seslenirken, “Kapandım celladının ayaklarına/Sen hem oğlum hem felaketimsin” dedi.
*
Bir aydını, bir entelektüeli gelen bir savaş sevindirebilir mi? Düşmanın topraklarına girmesi hangi vatansever şairin hoşuna gider dersiniz? Eğer o yıllarda Rusya’da yaşayan Ahmatova gibi bir şairseniz bu soruların cevapları sizin için çok farklı olur. Terörden onun kadar acı çekmiş biri için Hitler’in memleketine saldırması bir kurtuluş gibiydi. Hiç olmasa şimdi onurlarıyla öleceklerdi. Aydın katliamından artakalmış olan şairler savaş zamanında el birliği ettiler, cephedeki askerlere mektuplar yazmaya başladılar. Terör yılları boyunca okuyucularından uzak bırakılan şairler şimdi o zor şartlarda faşistlerle çarpışan çocuklara şiirlerini gönderiyor, yazıları, mektuplarıyla direniş ruhu aşılıyorlardı onlara.
Stalin, şairlerin ocağına düşmüştü!
Bu sırada Ahmatova’nın da bir kitabını yayınlamasına izin verildi. Kitap on bin basılmıştı ve çıkar çıkmaz tükendi. İşte bu fazlaydı, parti sekreteri, aynı zamanda kültür bakanı Andrey Jdanov’un emriyle kitap hemen toplatıldı. Ahmatova, Sibirya’ya değil, sanat hayatının dışına sürüldü. Savaştan sonra, 1945’te İngiliz Büyükelçiliğinde çalışan Isaiah Berlin’in onu evinde ziyaret etmesi, her şeyin üstüne tuz biber ekti. Stalin haber alınca, “Yani rahibemiz, yabancı casusların ziyaretlerini kabul ediyor demek” dedi. Bunun üzerine bir hafta sonra Jdanov, Ahmatova’yı “eski aristokrat kültürünün artığı” olarak nitelendirdi ve onun için, “Ahmatova'nın şiirinin malzemesi baştan sona bireycidir. Kilise mihrabıyla yatak odası arasında gidip gelen bir kadının şiirleridir bunlar... Bir yarısı rahibe, öbür yarısı fahişe; daha doğrusu hem rahibe hem fahişe olan birinin, fuhuşla duanın karışımı şiirleridir bunlar...” dedi.
Bunun üzerine ekmek karnesi de elinden alındı. Arkadaşların verdiği yiyeceklerle hayatını idame ettirdi. Oğlu tekrar tutuklandı, on yıl olan cezasını çekmek üzere bir çalışma kampına gönderildi. Daha sonra meşhur bir Türkolog tarihçi olacak olan oğlu Lev Gumilev, Stalin’in ölümünden sonra ancak 1956’da serbest bırakıldı.
Anna Ahmatova’ya ne yaptılarsa olmadı. O zulüm karşısında ayakta kalan neredeyse tek büyük şairdi.
*
Çukovski şiirin tamamını okudu. Ahmatova suskundu. Arkadaşı okurken, o hayatının bütün önemli duraklarına uğrayıp gelmişti. Çukovski şiiri bitirince omuzlarından ağır bir yük kalkmış gibi baktı ona, “Yazacak mısın?” diye sordu, Ahmatova, “Bilmiyorum” dedi. Sonra ona bir sır verir gibi, “Senden başka şiiri ezberlemiş yedi kişi daha var,” dedi. Sonra oturdukları yerden kalkıp, yürümeye başladılar. İkisi de hafiflemiş gibiydi.
Yaz bitti, mevsim güze döndü. Ekim ayının sonunda bir kez daha bir araya geldiklerinde üç kişiydiler. “Epilog” bölümünü daktiloya geçirdiler, Ahmatova imzaladı. Yirmi beş seneden beri hafızada muhafaza altına alınmış şiir ilk defa yazıyla buluşuyordu, muhteşem bir andı o an. Çukovski oradan ayrıldığında çay içmiş, iyi ağırlanmış ve bir de hediye almıştı Ahmatova’dan. O zamana kadar belleğinde taşıdığı şiirin “epilog”u şimdi çantasındaydı. Aralık’ta şiirin tümü daktiloya çekildi. Şiirin daktilo nüshası bir anda elden ele dolaşmaya başladı. Memleket içinde kitap halinde basılması hâlâ mümkün değil ama Ahmatova da şiirin Paris’te basılması konusunda tereddütlüydü. Başına yeni felaketler gelebilir, oğlu tekrar tutuklanabilirdi.
*
Kayın ağaçlarının, ladinin ağaçlarının saçlarına yıldızların düştüğü dondurucu bir kış günü eski iki dost, iki ihtiyar tekrar aynı parkta buluştular. Aynı yılın Aralık ayının 28’iydi… Bu kez şiir okuyacak hava yok ortalıkta. Ahmatova’nın acelesi vardı. Çantasını açtı, içinden küçük, beyaz kapaklı, çerçevesi siyah-beyaz bir kitap çıkarıp dostuna uzattı. Kitabın kapağında okunaklı harflerle, “ANNA AHMATOVA, REQUIEM” yazıyordu, Münih’te basılmıştı kitap. Çukovski heyecandan havaya fırladı, elleri buz kesti. Kalbi ise kafesinden fırlamak üzereydi. Tir tir titriyordu. Emanet sağlam ellere geçmişti demek! Yüzbinlerce okurun eline... Hafifledi, hafifledi, uçacakmış gibi oldu. Döndü, sımsıkı sarıldı arkadaşına.
Son sözü, Ahmatova söylemişti bir şiirinde:
“Orada ise, düşlerin düzenlendiği
Yerde birer düş düşmedi ikimize.
Aynı düşü gördük, ama düşümüzde
Güç, baharın gelişi gibiydi.”
*
Bu yazıyı yazarken, Rus Dili ve Edebiyatı Hocası Zeynep Günal’ın, Ankara Üniversitesi, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi’nin 41. sayısında yayınlanan, tamamı Rusça kaynaklara dayanılarak yazılmış “Anna Ahmatova ve Requiem” başlıklı şahane makalesi ile Orlando Figes’in “Nataşa’nın Dansı, Rusya’nın Kültürel Tarihi”, (YKY) kitabından yararlandım.