Büyük yazarların birbirleriyle ilgili fikirlerini okumak, onların da birbirleriyle ilgili biz sıradan insanlar gibi, birbirimizle konuştuğumuz gibi konuştuklarını duymak çoğu zaman bizi eğlendirdiği gibi bazen de hayal kırıklığına uğratır bizi.
Mesela “Rus Edebiyatı Dersleri” (İletişim Yayınları) kitabını okuduğunuzda görürsünüz Nabokov, Dostoyevski’den nefret eder. Onun “tutarsız düşünürlüğünü”, sürgüne gittiği Sibirya’da inşa ettiği İsa sevgisinden mütevellit “berbat dinciliğini”, içinden “tiz” bir sesle konuşan “vaizi” tahammül edilmez bulur. Ders verdiği öğrencilerine onu anlatırken, “onu madara etmek için sabırsızlanıyorum” der. Ona göre Dostoyevski “Büyük bir yazar değil, hayli vasat bir yazar”dır. Ama mesela aynı Nabokov, Gogol’a bayılıyor, Tolstoy’a ise derin bir hayranlık besliyor.
Hayatının son dönemlerinde Tolstoy’la çok uzun bir zaman geçirmiş olan Maksim Gorki, “Tolstoy’dan Anılar” (YKY) kitabında Tolstoy’un yazdıklarını sadece Homeros’la kıyasladığını, onun dışında Shakespeare, İbsen, Dostoyevski gibi yazarları da küçümsediğini yazar. Tolstoy sadece başka yazarları değil, kendi yazarlığını, bulunduğu yeri de beğenmeyen bir yazardı; yazarlık onun için yeterli bir uğraş değildi sanki, peygamber olmak istiyordu. Bu yüzden Tanrıya bile kafa tuttuğunu yazar Gorki. Şu sözler Gorki’nin:
“Onu her şeyden önce daha çok uğraştıran, açıktan açığa uğraştıran düşünce, Tanrı düşüncesi. Gerçekte bir düşünce değil de kendinden daha yukarılarda duyduğu bir şeye karşı çılgınca bir direnme gibi bir şey bu zaman zaman.”
Peki Gorki’nin Tolstoy’a dair fikri neydi?
Bu sorunun cevabı tek cümlesinde özetlenebilir:
“Bu adam yaşadığı sürece öksüz sayılmam yeryüzünde.”
*
Stefan Zweig, “hayatım yetmez onu bitirmeye” dediği Balzac hakkında bir kitap yazmak için tam on yılını verdi. İntihar ettiğinde kitap tam istediği gibi bitmemişti henüz. Ekonomiyi, tefeciliği, şehri, modayı, gündelik hayatın çeşitli veçhelerini romanı aracı yaparak bize öğreten yazar olarak gördüğü Balzac’la yine de zaman zaman dalga geçer, onun aşk karşısındaki şapşallığı, borç para alarak burjuva bir hayat yaşamaya çalışması, onlara özenmesi gibi zaaflarıyla alay eder. Gorki de “Tanrı gibi adam” dediği, “o varsa gerisi yalan” dediği Tolstoy’un bazı davranışlarından “tiksindiğini”, “iğrendiğini” yazar ona dair anılarını anlattığı kitabında.
Tolstoy’un hayatının son yıllarında bir romancıdan çok bir “derbeder” gibi yaşamasının sebebi, kendinden büyük gördüğü tek varlık olan Tanrı’nın elinde bulundurduğu “ölüm” tekelini kıskanması, onu kendine rakip görmesiydi. Bir gün okumak üzere günlüğünü verir Gorki’ye. Gorki günlükte, “Tanrı benim isteğimdir” diye bir özdeyiş okur ve çarpılır. Kitabı geri verirken, bunun ne demek olduğunu sorar Tolstoy’a. “Bitmemiş bir düşünce,” der Tolstoy, kısık gözlerle sayfaya bakarak. “Tanrı benim onu bilme isteğimdir demek istiyordum belki… Hayır, hayır o da değil…” Gülmeye başlar, kitabı dürüp tomar yaparak gömleğinin kocaman cebine sokar. Gorki der ki:
“Tanrı’yla çok şüpheli ilişkileri var; bu bana ‘bir inde iki ayı’yı anımsatıyor hep.”
Uzun ömrünün bu deminde ulaştığı yerin adı” hiç”ti. Gorki’nin bu zamanlarda gördüğü Tolstoy, “Demir çarık, demir asa yeryüzünü dolaşan, bir manastırdan ötekine, bir ermişten ötekine koşan bir yersiz, yurtsuz”du. “Ne yeryüzü onlar içindir ne de Tanrı, Tanrıya yalvarışları alışkanlıktandır, için için bir öfke duyarlar O’na.”
*
Tolstoy, bütün zamanların en büyük yazarı; romanı “Anna Karenina” da bütün zamanların en büyük aşk romanı olarak kabul edilir. Anna karakteri, dünyada ne kadar kadın varsa hepsinin bin sayfalık bir romana sıkıştırılmış halidir. Kadın ruhu dibi olmayan sonsuz bir kuyuysa eğer, Tolstoy bu romanıyla o kuyunun en dibine ulaşmış yazardır. O derinliklere inerken nasıl büyük bir incelik gösterir, nasıl bir zarafetle dalar oralara, okuyanın nutku tutulur. Kadını bu kadar iyi anlamış bir yazar kim bilir gerçek hayatında nasıl ince bir adamdır? Ama Gorki’ye göre tam tersi; Tolstoy, romanını okuduktan sonra aklımıza gelen bütün o inceliklerden uzak, “iğrenç” düzeyde kaba, kadınlara karşı yontulmamış bir köylü kadar açık seçik kelimeler kullanan “tiksindirici” bir, -bir zamanların moda deyimiyle- “zonta”ydı. Şunları yazar Gorki:
“Ağza alınmayacak kaba şeylerdi söyledikleri, sözlerinde bir yapmacıklık, içtenlikten yoksunluk sezilirdi, çok da kişisel şeylerdi üstelik. Bir kez incinmişti de sanki ne unutabiliyor ne de bağışlayabiliyordu.”
Oysa “Anna Karenina” romanında kendisiyle özdeşleştirilen, adı bile adına yakın Levin karakteri hiç de Gorki’nin bahsettiği biri değildir. Romandaki Levin, Tolstoy’dur ve pek incedir, duyarlıdır. Herhangi bir sınıfa mensup değildir. Toprak sahibidir ama toprak sahibi aristokratlar arasında kendini rahatsız hisseder. Bütün gün tarlada ırgatlarla çalışır. Eli açıktır, herkese tavsiyelerde bulunur, yol gösterir. Alim gibidir, yüksek bir bilgi düzeyine ulaşmış bir entelektüeldir. Romanın başında aşık olduğu Kitty onu ret edince önce bunalıma girer, daha sonra onunla evlenerek mutlu bir yuva kurar. Her şeyiyle Levin, Tolstoy’un sesini temsil eder romanda. Kitty ise Tolstoy’un karısı Sonya’dır. Romandaki düğün sahnelerinin kendi düğünlerinden ilhamla yazıldığını söyler eleştirmenler.
*
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun eşi Leman Hanım, 1934 yılında kocasını anlatsın diye evine gelip onunla bir mülakat yapan, o sırada henüz evlenmemiş genç bir kız olan gazeteci Adile Ayda’ya şunları söyler:
“Kızım, sakın bir romancıyla evlenme. Çünkü onlar bütün inceliklerini, bütün zarafetlerini kahramanlarına harcayıp bitiriyorlar, yakınlarına bir şey kalmıyor. Kendilerini eserlerinin içine döküp adeta boşalıyorlar.”
Bütün “inceliklerini”, bütün “zarafetini” Anna’ya harcamış, gerçek hayatta o kaba saba, o yontulmamış köylü dilini kullanan Tolstoy’un bu davranışından kendini Tanrı katına çıkarmış bir adamın özgüveni saklıysa da kişisel hayatında aldığı bir “yaranın” etkisinden de bahseder Gorki. Onun bahsettiği o “yarayı”, o “incinmişliği” karısı yaşatmıştı ona, kızının piyano hocasına aşık olup onunla aldatmıştı Tolstoy’u.
Hayatına girdiğinde genç, gülen, saf bir genç kızdı Sonya. Kırk sekiz yıl beraber yaşadılar. Onunla evlendiğinde Sonya gencecik bir kız, Tolstoy ise yarı yarıya tükenmiş bir adamdı. Tam tamına on üç çocuk verdi Tolstoy’a. Eserlerini yaratmasına canı gönülden yardım etti, daha rahat çalışıp yazsın diye hayatını elinden geldiği kadar kolaylaştırdı. Kocasının el yazısı ve iri harflerle yazdığı kargacık burgacık her şeyi (Savaş ve Barış da dahil) büyük bir özenle temize çekti. O ise onu delirtecek raddeye getirdi. Kızcağız bir süre sonra çaresiz, neredeyse çıldırmış, intihar etmesin diye uyku ilaçlarını önünden kaçırdıkları asabi bir kadın oldu çıktı. Kitty karakteriyle Anna Karenina’ya taşıdığı karısı Sonya’yla bu “ihanete” rağmen ayrılmamış, birbirlerinden nefret etmelerine rağmen Anna Karenina’yı yazarken Sonya ona yardım etmiş; kocasının yazarken ne kadar ince bir adam olduğunu, yaşarken de ne kadar kaba saba olduğunu en iyi bilen yegâne insandı.
Acaba Tolstoy’un bu kadar kaba saba bir herif olmasının sebebi, Leman Hanım’ın sözünü ettiği bütün “zarafetini, inceliğini” Anna’ya harcayıp karısı Sonya ve etrafındaki onlarca kadına bir şey bırakmamış olması mıydı, yoksa karısının onu kızının piyano hocasıyla aldatmış olması mıydı?
Soru hâlâ asılı duruyor havada.
*
Nabokov anlatır. Tolstoy yaşlılığında, canı pek sıkkın, roman yazmaktan vazgeçip Tanrıyla boy ölçüşmeye kalkıştığı kasvetli bir gününde kitaplığının önünde eşelenirken eline rastgele bir kitap alır, kapağına bakmadan kitabı açar, açtığı rastgele sayfadan okumaya başlar. Ardı ardına sayfaları çevirir, okudukları o kadar çok hoşuna gider ki kitabı elinden bırakamaz, okur da okur. Okumaktan yorulunca, kitabın adını merak eder, kapağını çevirir görür ki okuduğu kitap; “Anna Karenina”, yazarı Leo Tolstoy…
Sıradan bir okur için Anna Karenina, “Kocasını aldatan, sonra da kendini trenin altına atan bir kadının hikâyesi”dir ve roman sonunda bize “Aşk karşılıklıdır. Ama daha çok kadın için vardır aşk. Bir erkek kadını elde ettiğini düşündüğü andan itibaren ilgisini kaybeder. Oysaki kadın kuşkucudur, yanındakinin daima ona âşık olmasını ister” dersini verir.
Bir kadın, en yakınındaki kocasının zaaflarını, kusurlarını, çirkin uzuvlarını, ona olan aşkı bitip başkasına aşık olduğu zaman fark eder. Evli olan Anna gittiği Moskova’da Vronski’ye aşık olur. Yol boyunca onu düşünmemeye çalışır, döndüğü Petersburg’ta istasyonda onu kocası Aleksey karşılar. Kocası saçlarını kesmiş, kepçe kulakları bütün azametiyle ortaya çıkmıştır. O zamana kadar hiç fark etmediği (çünkü o gözle bakmamıştır kocasına hiç) o kepçe kulaklar onda iğrenme duygusu yaratır. Yeni bir aşk, o zamana kadar kocasının bütün kusurlarının üzerindeki perdeyi kaldırmış, yerine kepçe kulaklı bir adamı alıp istasyona getirmişti. Nabokov der ki, “Artık her şey değişmiştir. Vronski’ye duyduğu aşk, eski dünyasını ölü bir gezegendeki ölü bir manzara gibi gösteren bembeyaz bir ışık selidir.”
*
Nabokov’a göre Tolstoy edebiyatta bir kaşiftir. Keşfettiği şey de eserlerinde hayatı biz insanoğlunun zaman duygusuna denk düşecek biçimde canlandırmış olmasıdır. Saati sayısız okurun saatiyle denk gidiyor Tolstoy’un. Nabokov der ki:
“Okurların Tolstoy’a ‘dev’ demeleri, öteki yazarların cüce olmalarından değil, Tolstoy’un bizimle tam tamına aynı boydan olmasından, başka yazarlar gibi uzaktan geçip gidecek yerde adımlarını adımlarımıza uydurmasındandır.”
Bu sözlerini alıntıladığım sayfaya bir de dipnot koymuş Nabokov, Tolstoy’un “devliğine” dair şu anekdotu nakleder dipnotta:
“Rus yazar ve şair Bunin, Tolstoy’u ilk ziyaretinde, oturmuş onu beklerken, birdenbire ufak bir kapıdan, ister istemez düşlerinde yaşattığı dev yerine ufak tefek, yaşlı birinin içeriye girdiğini görünce neye uğradığını şaşırdığını anlatmıştı bana. Ben kendim de gördüm o ufak tefek ihtiyarı. Hayal meyal, babamın bir sokak köşesinde biriyle el sıkıştığını hatırlıyorum, yürüyüşümüze kaldığımız yerde devam ederken babam, ‘Gördüğün Tolstoy’du’ dedi.”
*
28 Ekim 1910 günü sabah saat altı sularında, yanında doktoruyla “hayatın hapishanesinden” firar eden Lev Tolstoy’un bu “son yolculuğunu” Stefan Zweig “Tanrı’ya kaçış” olarak nitelendirir. Geceleyin karısı Sonya’yı bir kez daha gizlice evraklarını karıştırırken görmüş, o anda “kendisinin ruhunu terk eden” karısından kaçıp Tanrı’ya, kendisi için hazırlanmış olan ölüme kaçmaya karar vermişti. Parmak uçlarına basa basa gizlice evden çıkarken yanına sadece günlüğünü, kurşun kalemini ve dolma kalemini almıştı. Tren istasyonunda Sonya’ya bir mektup yazıp arabacıyla eve gönderdi, mektup kısaydı:
“Benim yaşımdaki bir ihtiyarın normalde yaptığı şeyi yaptım, hayatımın son günlerini tek başıma ve huzur içinde geçirebilmek için dünyevi olan bu hayatı terk ediyorum.”
Trene bindi, paltosuna sarındı, o artık “Tanrı’ya giden bir kaçaktı.” Her ne kadar “Tolstoy kimliğinden” sıyrılmaya karar vermişse de trendeki yolculardan birisi onu tanıdı, sonra birisi daha, birisi daha… Kimliği faş olmuştu. O kendine ait birisi değildi, trendeki kaçak Tolstoy haberi bir anda ülkenin her yerine yayıldı. Haber memleket sathına yayılırken, yaşlı bedenini de bir ateş sarmaya başladı. Daha fazla gidemeyecekti. Astapovo’da tren durdu, onu götürebilecekleri bir hastane, konforlu bir pansiyon, bir otel odası yoktu; istasyon şefi utana sıkıla tek katlı barakasının izbe odasını ona açacağını söyledi. O günden bugüne, o küçük istasyonda bulunan o barakadaki o berbat odanın, Rus dünyası için bir hac yeri olduğunu yazar Zweig. Tir tir titriyor büyük romancı. Alçak ve basık tavanlı, boğuk hava ve yoksullukla dolu, bir demir karyoladan başka bir eşya bulunmayan, petrol lambasının ölgün ışığının aydınlattığı odada geldi ölüm ve “dünyayı herkesten daha iyi görmüş olan o gözler” 20 Kasım 1920’de bir daha açılmamak üzere kapandı.
*
Güneşli bir gün Maksim Gorki Tolstoy’un evine doğru yürürken onu deniz kenarında, tek başına durmuş denizi seyrederken görür. O görüntüde bir azamet, bir haşmet, Tanrısal bir şey sezer Gorki o an. O güne dair şunları yazar:
“Birden çılgınca bir duygulanmayla, ayağa kalkarak el sallayacağını, sallar sallamaz da denizin cam gibi kaskatı kesileceğini, taşların kımıldamaya, bağırmaya başlayacağını, çevresindeki her şeyin canlanıp bir ses kazanacağını düşündüm. O anda düşündüklerimi değil ama duyduklarımı sözle anlatamam, ruhumda kıvançla korku vardı, böylece her şey tek bir mutlu düşüncede kaynaşmıştı: Bu adam yaşadığı sürece öksüz sayılmam yeryüzünde.”
*
“O yaşıyorsa, ben öksüz değilim” diyebileceğiniz kaç kişi yaşıyor çevrenizde sahiden? Yazıyı bitirdiniz, şimdi bir lahza düşünmenizi istiyorum sizden.
Kim yaşıyorsa siz öksüz değilsiniz?
Ha?