Her dilde vardır böylesi sevimsiz, başka milletleri rencide eden kem, çirkin sözler… O sözlerin mucidi atalar (kimlerse artık onlar ki gören olmamıştır şu ana kadar, sadece isimleri “ata” olarak geçer, hepsi büyük söz ustasıdır), böyle boş zamanlarında, bazen bir söğüt gölgesine uzanmış tavuk gibi su içip Allah’a bakarken muhtemelen aniden akıllarına gelmiş olmalı ki, mesela “Ne Arap’ın yüzü ne Şam’ın şekeri” veya “Kürt ne anlar bisikletten gider kaymakama çarpar” gibi özlü sözler icat etmişler. O özlü sözleri icat etmekle kalmamış, “hikmetli” birer sözmüşçesine asırlar boyu dillerine pelesenk etmişler. İçinde “Kürt”, “bisiklet”, “kaymakam” gibi kelimeler geçen sözü bugün bir kenara bırakalım, içinde “Şam”, “şeker”, “Arap” ve “yüz” geçen atasözünün peşine düşelim biz.
Söz nereden geldi, ilk defa hangi lügâtta kullanıldı, icat eden ata aslen nereliydi falan derken, derin bir araştırmanın içinde buldum kendimi. Birçok hikâye çıktı karşıma, birçok izahla karşı karşıya kaldım. Sözün içerdiği “aşağılayıcı” anlamı fazla deşmeden, ona makul bir gerekçe arayan yüzlerce izahat içinde en naziği, bir yerlerde rastladığım “Ne Şam'ın şekeri ne Arap’ın yüzü; bir fayda temin etse bile karşılaşılmak istenmeyen, kendisinden bir fayda gelecekse dahi, tercih edilmeyen kimseler için kullanılan bir deyimdir,” olanı geldi bana. Sözdeki ayıbı çok güzel kamufle ediyor bu açıklama sanki.
Birileri de diyordu ki, “Arap temalı” birçok söz söylemiş atalarımız amenna, söylemişler de hele bir sorun bakalım neden söylemişler deyip şöyle bir izahata girişiyorlar: Efendim Birinci Cihan Harbi’nde Araplar bize sırt çevirerek İngiliz gavurunun yanına geçip bize ateş etmişler ya, işte bu “beklenmedik durum” karşısında buna benzer söz ve deyimler yerleşmiş dilimize. Ha bir de kendini tutamayıp söze dair efsane uyduranlar da var. Onlardan birisine göre, İstanbul Tahtakale’de açılan ilk kahvehane olarak bilinen Kiva Han’ın sahipleri Suriyeli Şems ile Arap Hakem imiş. Bu bitirim ikili meğer Osmanlı’da ilk kahvehanelerin mucitleriymiş. Kahveyi de onlar getirmişlermiş İstanbul’a. Millet bu tuhaf içeceği görünce, şimdilerde yeni çıkan bir üst model telefona hücum eder gibi uyku kaçıran mala hücum etmiş, bitirim kardeşler çuval çuval kahveyi bizim ahaliye yetiştiremez olmuş. Kahve içilir de yanında nargile höpürdetilmez mi, nargile höpürdetilir de tütün katık edilmez mi, tütün içenler öldü de afyon çekenler dünyaya kazık mı çaktı derken ahali bu keyif verici maddeleri sineye çeke çeke namazı niyazı unutarak gününü gün etmeye başlamış. Bu meretin içildiği keşhaneler zaman içinde birer fesat yuvası olup çıkmış. Ehli iman durur mu? Hemen Şeyhülislama koşup bir fetva çıkarttırıp bu tür mekanları kapattırdıkları gibi kahveyi de yasaklattırmışlar. Kalan çuval çuval kahveyi de denize dökmüşler tıpkı düşman döker gibi (o günden beri pis şeyleri denize döküyoruz). Kahvehanelerin kapısına da kilit vurulmuş ve o günden itibaren; temiz, pak, kolay kolay yoldan çıkmayan halkımızı bu tür yerlerden, buralarda ikram edilen keyif verici maddelerden soğutmak için atalarımız bir söğüt gölgesine çekilip düşünmüşler, sonunda içlerinden birisinin aklına gelmiş, “tamam buldum ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü diyelim, lanetleyelim, bir daha kimse el sürmez o merete” demiş ve bu atasözü (malum o dönemde şeker Şam’dan, kahve de Arabistan’dan geliyor, çaktınız köfteyi), böylece halkımızın diline pelesenk olmuş. Bazı alimler de diyor ki, hayır efendim bu sözdeki “şeker” kelimesini atalarımız nezaketen koymuş oraya, sözün mucidi atamızın aklına ilk olarak “şeker” değil de “zeker” gelmiş, ufak ufak dillendirmiş ama diğer atalarımız “zekeri” duyar duymaz mucidin ağzına isot sürüp “şeker daha münasiptir” deyip sözün mucidi atamızı bir hayli utandırmışlar. Hatta hatta bu sözdeki “Arap”ın aslında “kara derili” insanları tarif ettiğini, malum o zaman dünyadaki bütün “kara derililere” “Arap” dendiğini, bunun en önemli göstergesinin de yıkanıp da henüz kağıda basılmamış filme de “fotografinin arabı” dediğimizi ileri sürüyorlar hâlâ.
*
Yazıyı buraya kadar okumuşsanız eğer, muhtemelen “bu netameli mevzuya nereden geldin ey muharrir?” diye soracaksınız haklı olarak. Valla ne yalan söyleyeyim, okumakta olduğum Esbak Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın “Abdülhamit ve Yıldız Hatıraları” kitabı getirdi beni buraya. Bendeki çok eski, 1931 tarihli ilk baskı ama bir sürü yeni baskısı var piyasada kitabın; şahane bir hatırattır.
1930 yılında “Milliyet” gazetesinde tefrika edilip 1931’de kitap olarak basıldığı günden beri romancıların da (Nahid Sırrı Örik, Kemal Tahir, Orhan Pamuk), yakın tarih araştırmacılarının da kayıtsız kalmadığı, Sultan Abdülhamit’in günlük hayatının birçok ayrıntısını bize anlatan kitapta; Tahsin Paşa’nın 1894-1908 yılları arasında tam 14 yıl boyunca “mabeyn başkatibi”, günümüzün deyimiyle “özel kalem müdürü” olarak Yıldız’da gördüklerinin, yaşadıklarının hikayesidir.
Kitabın girişinde, bu mühim göreve nasıl getirildiğini anlatır önce bize Hasan Tahsin.
1894 yılında Mabeyn Başkatibi Süreyya Paşa aniden vefat edince, Yıldız’da onun yerine getirilecek Sultan’ın güvenebileceği -ki Abdülhamit kolay kolay birisine güvenmezdi- arayışı başlar. O sırada Bahriye mektupçusu olarak çalışan Tahsin Bey ki henüz paşa rütbesine kavuşmamıştır-, bir gün işten evine döner, tam soyunup dökünecekken evinin kapısı çalınır, kapıda Yıldız’dan geldiğini söyleyen bir çavuş… Çavuş, acele saraya beklendiğini söyler kendisine, tekrar giyinir, hazırlanır, yüreği pır pır, Yıldız’ın yolunu tutar. Saraya girer girmez hiçbir şey sormadan alıp onu bir odaya kapatırlar. Aklına türlü türlü şeyler gelir, bir jurnal sonucu buradaysa, burada değil karakolda olmalı, acaba benden ne istiyorlar, derken bir yetkili belirir, “Bekle, sana bir vazife verecekler” der ve çıkar, yüreğine az buçuk su serpilir, beklemeye başlar. Gecenin bir vakti birisi gelir, yere yatağını serer, geceyi burada geçirecek, emir böyle. Yatar kalkar, ekmek su verirler, hâlâ tevdi edilen bir vazife yok. Meğer usul böyleymiş, günümüzün moda deyimiyle “GBT”sini alıyorlar, anlayacağınız güvenlik soruşturması yapılıyor. (Tahsin Bey yine de şanslı, günümüzün ileri teknolojisine rağmen güvenlik soruşturmaları ayları alıyor bazen.)
Derken akşama doğru, yani dün buraya geldiği saatte elinde bir kâğıt kalemle bir yetkili daha gelir yanına. “Efendimiz ferman eyledi, aha şu kâğıda, aha şu kalemle bir şeyler yaz, ne yazarsan yaz, istersen bir hatıranı yaz,” der. Söylenene itiraz edecek hali yok, o güzel yazısıyla o kâğıda o kalemle bir şeyler yazar, vazifeli kâğıdı alıp çıkar. Sonradan öğrenecek; meğer zat-ı şahaneleri hünkarımız, kâtip, pardon özel kalem müdürü olarak alacağı adamın “yazısını ve ifade tarzını” görmek istiyor. (Bugün kimse o imtihandan geçmiyor, yazıyı bilgisayar yazıyor, ifade tarzı için de “yapay zekâ” ne güne duruyor, “normal zekâ” ifade ve yazı için değil başka şeylere lazım.)
Bir saat sonra daha üst rütbeden birileri gelir, Tahsin Bey’i odadan çıkarıp Başkâtip odasına götürür ve makam masasına gösterip, “Zat-ı şahane sizi başkatipliğe münasip gördüler” deyip makama oturtur. Sonra huzura kabul edilir. Sultan Abdülhamit, yeni katibini tartıp biçtikten sonra, odadan çıkarken, “Seni bizzat ben seçtim” der ki bu sözün “sakın kendini birilerine borçlu hissetme, kimse aracı olmadı, birisinin torpiliyle bu makama gelmedin” anlamına geldiğini bilecek kadar zeki birisiydi kısa bir süre sonra paşa rütbesiyle iş başına geçen Tahsin Bey.
*
Kitaptan çok şey öğrendim, başkaları da benim gibi öğrenmiş olacaklar ki şimdi yazacaklarım daha önce de bir yerlerde yazılıdır muhakkak. Her şeyden önce Sultan Abdülhamit, ne bazı İslamcıların sandığı gibi “Ulu Hakan”, ne de Jöntürklerin devamı olan günümüzün Kemalistlerinin sandığı gibi “Kızıl Sultan”dır. Ne rakı fabrikasını ilk o açtığı için laik, ne de pan-İslamizm fikrini savunduğu için İslamcıdır. Ne sabah namazı dahil olmak üzere hiçbir namazını ihmal etmediği için birilerinin sandığı gibi iyi bir mümin ne de rom içtiği için birilerine göre laikti. Sultan Abdülhamit, milliyetçilik virüsünün dünyayı sardığı bir dönemde, batmakta olan bir imparatorluğu ayakta tutmak için, Avrupa devletlerinin aralarındaki her türlü rekabetten faydalanmaya çalışan, dış politikasını, bu rekabet üzerine kuran, düşmanlarını “birbirine düşürerek” varlığını muhafazaya etmeyi uman, içerde de düzeni sağlamanın yolunu dizginleri sıkmaktan geçtiğine inanan feraseti geniş, ileri görüşlü, zeki bir padişahtı.
Münzeviydi. Kendi eliyle kendisini dünyanın en uzun “ev hapsine” yatmış mahkûmu yapmıştı. 33 sene boyunca, haftada bir cuma selamlığı için Yıldız’daki camiye ve yılda bir kez kutsal emanetleri ziyaret etmek için Topkapı Sarayı’na gitmekten başka hiçbir yere gitmemiş, ihtiyacı olan her şeyi, hayvanat bahçesi, marangozhane, yapay göl, av sahası, dinlenme köşkleri, tiyatro salonu sarayın sınırları içinde inşa ettirmiş, hastalık derecesinde evhamlı, zeki, kuşkucu, meraklı bir padişahtı.
Tahsin Paşa’nın hatıratından öğreniyoruz:
Sıhhatine pek düşkündü. Çalışma, yemek ve dinlenme saatleri muntazamdı. Geceleri erken yatar, sabahları erken kalkar, mutlaka yıkanır, namaz kılar, dua eder, hafif bir kahvaltı ederdi. Ama çok sigara ve çok kahve içerdi. Sigaralarını Tütüncübaşı Ali Efendi tedarik eder ve takdim ederdi. Kahvesini Kahvecibaşı kâhyası hazırlar, cezveyi iki beyaz fincanla birlikte bir tepsi içinde getirir, hünkâr ilk kahveyi içtikten sonra ikincisini aynı fincanda içmez, temiz fincanda içerdi. İçeceği suyu, ikinci kilerci Hüseyin Efendi bir sürahiye doldurur, sürahi mühürlü bir çantanın içinde huzura getirilir, mühür orada açılırdı. Yemekleri özel bir mutfakta pişerdi. Kilercibaşı birçok yemek pişirir, yemeklerin listesini hazırlar, liste daire-i hümayuna gönderilir, Sultan listeden canının çektiği yemekleri seçer, Haremağası listeyi kadınlara götürür, servisi görevli kadınlar yapardı. Yemekten sonra hünkâr mutlaka bir parça istirahat ederdi.
Geceleri yatak odasına çekilir, tütünü ve kahveyi sevdiği kadar sevdiği polisiye roman saati başlardı. Ona kitap, özellikle de polisiye roman okuyan Kitapçıbaşı paravanın arkasındaki yerini alır, o “kâfi” deyinceye kadar okumaya devam eder, “kâfi” deyince kapı kapatılır, kapının dışında serilmiş olan yer yataklarına Haremağası ile Boşnak Tüfekçi ve Söğütler alayı efradından biri yatardı. Polisiye roman sevdiği kadar tiyatroya da düşkündü. Sarayda İtalyan artistlerden müteşekkil daimi bir tiyatro heyeti hazır beklerdi. Padişah daha çok garp piyeslerini severdi, tiyatro topluluğu sevdiği oyunları hazırlar, o gece canı hangi oyunu çekiyorsa onu oynarlardı.
Tahsin Paşa, padişahın hususi hizmetlerini görenleri; ona kıyafetlerini hazırlayan Esvapçıbaşı, seccadesinden sorumlu Seccadecibaşı, abdestinden mesul İbrikçibaşı, sigarasından sorumlu Tütüncübaşı, kahvesinden sorumlu Kahvecibaşı, yemeğinden sorumlu Kilercibaşı ve çok sevdiği romanlarından sorumlu Kitapçıbaşı olarak sıralar.
*
Bütün kitabı burada hülasa etmemin imkânı yok. Ama kitabı okuyup bitirince anlıyorsunuz ki Tahsin Paşa’nın görev yaptığı süre boyunca, hiç kimseyle İttihatçılarla da Şeyhülislamla da el altından, gizli kapaklı hiçbir iş çevirmemiş. Yabancı lisan bilmiyor (Allah’tan İlber Hoca’yla aynı çağda yaşamamış, yoksa “cahil” diye ondan fena zılgıt yerdi). Dönemin birçok gazetecisine göre “renksiz ve ruhsuz” bir memurdur. Sabahtan gece yarılarına kadar sadece işiyle meşguldür. Bütün yazışmalar ondan geçer. Devletin bütün sırlarına vakıftır. O hünkârın “sadık” bir kuludur, o kadar, gözlerini kapar vazifesini yapar! Kitapta saraya geleni gideni, hünkarın onlara ne söylediğini anlatır. Hünkarın tahta çıkmadan önce de“mütevehhim” olduğunu, tahta çıktıktan sonra gelen jurnallerin etkisiyle hepten “vehimli” bir adama dönüştüğünden bahseder. Bu durumun önüne geçmek ister. Bütün jurnaller ondan geçiyor çünkü. Kimi zaman jurnalde adı geçen kişiyi bizzat kendisi sorgular. Adamı gözünden tanıyan biridir. Sultan’a bu jurnalleri getiren heriflerin çoğunun sahtekâr olduğunu, çoğunun göze girmek için böyle davrandığını, bazılarının da intikam için zat-ı şahaneyi kullandığını münasip bir dille anlatır. O padişah ki, kendisine jurnal yoluyla önemli bilgi getiren birçok kişiye Maçka’da konak, Arnavutköy’de yalı hediye etmiş, yol açıldığı için herkes bu servetlere konma yarışındadır. Bunu padişaha hatırlatınca Tahsin Paşa, “Biliyorum ama ayaklarını kesmeyelim, bakarsın olmadık birinden mühim bir bilgi çıkar, yeni bir şey öğreniriz” der hünkâr. Sultanda evham ileri bir noktaya varır. Mesela Girit isyanı sonrasında sarayın Rum hekimbaşını ve Rum dişçisini azledip yerlerine Musevi bir tabiple Musevi bir dişçi alır. Ama bir süre sonra İngiliz Dışişleri Bakanıyla birlikte kendisini ziyarete gelen Dünya Siyonist Birliği temsilcilerinden birisi, “Osmanlı imparatorluğu dağılacak gibi, bize izin verin Arz-ı Mevdut’ta devlet kurma işine başlayalım” deyince, Musevi dişçisini de kapı dışarı eder. Hünkârın dinlendiği oda denize bakan geniş bir odadır. Tahsin Paşa’yı yanına çağırdığında elle küçük bir kampanayı çalar, Tahin Paşa fırlayıp gider. Yine böyle kampana sesini duyunca hızla gider, bakar ki, padişah önüne boğazından aşağılara kadar örten beyaz bir örtü takmış, her tarafı kan revan içinde. O sırada gündemde Ermeni meselesi var. Mabeynci Paşa’nın yüreği ağzına gelir, acaba açık kalan bir pencereden, denizden gelen bir komitacı girip padişahı bıçakladı mı maazallah? Hünkâr, telaşlanan Mabeynciyi yatıştırmak için, “Korkma Hasan Paşa, dişimi çektim,” deyince Paşa, “Ama hünkarım, hekim Agop’u çağırsaydık” der. Bunun üzerine padişah, “Yok yok, ona da itimadım zail oldu, kendi işimi kendim gördüm” der.
*
Bundan sonra anlatacaklarımı, Tahsin Paşa’nın hatıratının dışına çıkarak dönemle ilgili okuduklarımdan edindiğim bilgilere dayanıyor.
Tahsin Paşa, doğma büyüme İstanbulludur. Esmer tenli bir vatandaştır. Bu yüzden daha çok “Kara Tahsin” veya “Arap Tahsin” diye bilinir. Kimseye pek zararı dokunmadığı halde, o tarihlerde gazetelere uygulanan akıllara seza sansür uygulamasının mucidi, bir de bütün o jurnalleri padişaha ulaştıran kişi olarak mimlendiğinden, münevveran arasında bir nefret objesidir.
Tahsin Paşa vazifeye başladıktan bir süre sonra “Şamlı İzzet” olarak bilinen İzzet Paşa da ikinci kâtip olarak görevlendirilir. Şam’ın asil bir Arap ailesinin evladıdır İzzet. Zeki, becerikli, Türkçeyi, Arapçayı ve Fransızcayı çok iyi bilir. Bildiği dillerden dolayı yabancı misyonlarla çok hızlı ilişki geliştirir. Gözü malda mülkte, daha çok çil altındadır. Kısa süre içinde iki paşa arasında rekabet başlar. “Arap Tahsin” namazında niyazında, oruç tutan haram yememeye çalışan bir katipken, “Şamlı İzzet” dinle imanla pek ilgisi olmayan, rüşvet almadan iş görmeyen bir fırıldaktır. Bu durum sultanın nezdinde ikisi arasında bir fark yaratmaz zira onun için kişinin inancı, hırsızlığı, fırıldaklığı değil, sadakati önemlidir. Şamlı İzzet tatlı dilli, hoş sohbet, kurnaz ama çok kişinin gözüne kendisini “şeker” gibi sokmayı başarmış bir katiptir. Arap Tahsin ise, vazifesine bağlı, laubalilikten uzak, insanlarla kolay dost olmayan, “mendebur suratlı” olarak telakki edilir saray çevrelerinde.
Tahsin Paşa’nın hatıratını okuyup bu yazıyı yazmak için bir yerlere bakarken, “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” sözünün, rekabet halinde birbirlerinin kanına ekmek doğramaya hazır bu iki sevilmeyen paşaya atfedildiğine dair bir bilgiye rastladım. “Ne Şamlı İzzet’in şekeri ne Arap Tahsin’in yüzü”nden çıkıp dolaşıma girmişmiş söz meğer, dolaşıma girme tarihi yakınmış. Yani bu işte eski atalarımızın bir günahı yokmuş. Oysa ben bu sözün, söğüt gölgesine uzanıp tavuk gibi su içip Allah’a bakarken atalarımızın aklına geldiğini sandığımdan, bu “kem” sözü dolaşıma soktukları için o atalarımızı birçoğunuz gibi bir hayli ayıplamıştım. Bu yeni bilgiye rastlayınca, yazıya atalarımızdan özür dileyerek giriş yapmayı planladım ama hâlâ bir kuşku vardı içimde, araştırmacı gazetecilik faaliyetine biraz daha hız verdim ve aniden başka bir yerde önüme yeni bir bilgi çıkmasın mı?
*
Bingöl Üniversitesi’nden Prof. Hasan Çiftçi’nin, “DergiPark”ta yayınlanan “Kuyruk Acısı: Ortak Atasözlerinin Hikayeleri: Farsî-Kurmancî-Zazakî” başlıklı makalesi şaşırtıcı bir bilgiyle daha buluşturdu beni, müteşekkirim. Meğer “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ı yüzü”sözüne benzer bir söz Farslar arasında da yaygınmış ve onların dilinde bu söz “Ne şir-i şütür, ne didar-ı Arap” (“Ne deve sütü ne Arap’ın yüzü”) şeklindeymiş. Araştırmış hoca, bu sözün Osmanlı Türkçesinde bir karşılığı var mı diye; sözün Şinasi’nin yazdığı ilk Türk atasözleri kitabı olan “Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye” (Osmanlı Örnek Atasözleri) adlı eserinde “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ı yüzü” şeklinde yer aldığını görmüş.
Bu yeni bilgiyle karşılaşınca, atalarımızdan dileyeceğim özürden tekrar vazgeçtim. Zira Türkiye’de yazılmış ilk piyesin yazarı, memlekete gazete denilen “baş belası” mevkuteyi getirmiş olan Şinasi 1871’de vefat ettiğinde bırakın Arap Tahsin Paşa ile Şamlı İzzet Paşa’nın münevverana çektirdiklerini, Sultan Abdülhamit’in tahta çıkmasına bile daha beş yıl vardı.
*
Ha paşaların akıbeti m?
Hikayenin gerisini gazeteci Celal Nuri İleri şöyle anlatır:
“Kara Tahsin, şaşkın kaz, Meşrutiyetin ilanında Bekirağa Bölüğünü boyladı. Arap İzzet pek kurnaz, meşrutiyetin mimi telaffuz olunur olunmaz firar etti. O Avrupa’nın suyu ve havası iyi bir yerinde hayat sürdü. Sonra gürültüler sönünce İstanbul’a geldi. Lakin nasıl? Küçük bir hükümdar gibi. Hâlbuki Kara Tahsin, o sıralarda, 10 lira borç almak için Haralambos Efendi’ye kunduralarını rehin bırakıyordu. Arap İzzet şahane bir arabada geçerken elinde kunduraları Kara Tahsin’i gördü. Ona bazen caddelerin birinde tesadüf ederdik, sanki bütün bir devrin mahcubiyetini sırtında taşıyordu.” (Vakit, 10 Mart 1933)
- 1
Diyarbekirli bir aşık-ı kitabın muazzam keşfinin hikayesi - 2
İki baba iki oğul veya esaretin bedeli! - 3
Leyla Erbil'in "Vapur"uyla Boğaz'da bir cevelan - 4
"Lan gardaş bu nasıl yara?" - 5
Üç farklı çağda, üç elma! - 6
"Şeytan İncili"ni ziyaret! - 7
"İngiliz Kemal" palavraymış meğer! - 8
İki şair ve karanfil - 9
Alevin hafızası - 10
"Saçmanın Alimi" veya "Kaleci ile Boksör"ün düellosu