Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Ziya Gökalp'ın entarisinden çıkanlar
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Dostoyevski’ye mal edilen, ama onun söylediği müphem söze istinaden İvan Turgenyev’den Lev Tolstoy’a, Fyodor Dostoyevski’den İvan Gonçarov’a, Anton Çehov’dan Maksim Gorki’ye kadar, 19. Asır Rus edebiyatının bütün o dev yazarlarının alayı, Nikolay Gogol’un yazdığı tek bir hikayeden, meşhur “Palto”sundan çıkmışlarsa eğer; Türkiye’de ılımlı ve aşırı sağ akımlar, siyasi partiler, klasik Kemalistler, “klasik sol” ve kendilerine “sosyal demokratım” diyenler, hatta şimdilerde “biz aşağıda imzası olanlar” bildirisiyle barış sürecine karşı çıkan bazı sosyalist sol gruplar da dahil olmak üzere, son tahlilde sahip oldukları temel düşünsel fikir ayrılıklarını bir tarafa bırakacak olursak; hepsi Ziya Gökalp’ın “entarisinden” çıkmışlar.

        Tam böyle olmasa da bu manaya gelecek başka bir cümleyle bunu söyleyen ben değilim (ben bazı eklemeler yaptım önermeye hepsi o kadar); bu önermenin sahibi, geçen hafta 80 yaşında hayata veda eden, Türkiye’de Kemalizm fikriyatında derinlemesine bir kazı çalışması yapmış, bu konuda yazdığı önemli bir külliyatla bizi ihya etmiş, fikir dünyamızı zenginleştirmiş kıymetli siyaset bilimci Taha Parla’dır. O, Ziya Gökalp’ın “entarisi” değil de Gogol’un meşhur hikayesi ile ilgili Dostoyevski’nin söylediği iddia edilen söze gönderme yaparak “paltosu” diyor ama son yıllarda Ziya Gökalp hakkında epey şey okumuş birisi olarak, Türkiye’ye “solidarist korporatizm” yolunu önermiş, ilk dönemde “önerisi” dikkate alındığı halde ölümünden sonra sağıyla soluyla oynanarak bir hayli sakatlanmış “alimin”, “mürşit” mertebesine ulaştığı ömrünün son dönemlerinde “palto”dan çok “kaftanla”, başka bir deyimle “entariyle” sabahını akşam ettiğini; çocukluğunda alimle vakit geçirme imkanına kavuşmuş komşusu Samet Ağaoğlu söylüyor. Şunları yazıyor Ağaoğlu “Babamın Arkadaşları” kitabında:

        “Keçiören bağlarında oturuyorduk. (Ziya Gökalp’le) Evlerimiz arasında mesafe üç yüz metre kadardı. Bir sabah bağın içinde feryatlar yükseldi. Gördüğümüz manzara şu idi:

        Önde mütefekkirin uşağı, iri yarı esmer bir Urfalı, ‘yetişin bey beni öldürüyor!’ diye haykırarak koşuyor, arkasında mürşit, sırtında entari, ayakları çıplak, elindeki bastonu sallaya sallaya kovalıyor!” (s.22)

        Ağaoğlu’nun anlattığı yıllar, mürşidin baş ağrılarıyla baş etmekte bir hayli zorlandığı, elde baston, sırtında entariyle hayatının son günlerini geçirdiği yıllardır. Daha on sekiz yaşındayken Diyarbekir’de girdiği bir ruhi buhrandan çıkamayınca kafasına sıktığı kurşun onu öldürmemiş ama ondan sonra 30 yıl boyunca, ölümüne bir baş ağrısından mustarip berbat bir hayat sürmesine yol açmıştı.

        *

        Yaşlandıkça, tanıdıklarının ölümüne daha çok şahit oluyor insan. Taha Parla’ya benzer Halil İnalcık, Kemal Karpat, Talat Sait Halman, İlhan Başgöz, Şerif Mardin, Mehmet Genç, Zafer Toprak, Mete Tunçay, Feroz Ahmed, Sırrı Süreyya Önder, Selim İleri başta olmak üzere o kadar çok kıymetli insan Hakkın rahmetine kavuştu ki son yıllarda… Karşısında çaresiz kaldığımız yegâne şeydir ölüm. Madem yapabileceğimiz bir şey yok, ben de son dönemde ölen kıymetli insanları anmak için kendimce farklı bir yol buldum. Ölüm haberini alır almaz okumadıysam eğer bir kitabını okuyorum mevtanın, okuduysam da bir kitabını yeniden okuyorum.

        Osman Kavala, bundan tam otuz sene önce Taha Parla’yı, Jale Parla’yı, Ömer Laçiner’i ve beni külüstür Reno’suna doldurmuş, baba yadigarı, o Abdülhak Şinasi Hisar kitaplarından çıkma Şile’deki o köhne köşke götürmüş, hafta sonunu orada geçirmiştik. Uzaktaki İstanbul ufkunda akşam burcuna girmiş güneş batarken, denize nazır yüksek bir tepenin yamacında kurulu, kar beyazı örtülerin serili olduğu şık bir masada uzun bir yemek yemiş, daha çok Jale Hoca edebiyattan konuşmuş, biz de dinlemiştik. Taha Hoca, hep öyle yakışıklı, hep öyle dudaklarında sigarası, uzaklara bakan suskun bir bilge olarak yerleşti belleğime o günden itibaren. Ölüm haberini aldığımda; o gün, o masada, batan güneşin ölgün ışıklarının aydınlattığı o munis yüzü canlandı gözümde. Benim için ölen Taha Parla’nın yüzü, o gün belleğimde donan o yüzdür işte.

        Hepsi o kadar, bir daha karşılaşmadım onunla.

        *

        Kütüphanemde; üç ciltlik “Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları”, “Türkiye’nin Siyasal Rejimi 1980-1989”, “Türk Sorunu Üstüne Yazılar” kitaplarının yanında duran “Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm” kitabını aldım, uzandım kanepeye, okumaya başladım. Daha önsözünde kitabın bütününde öne süreceği tezin özetini yapıyordu Taha Bey. Ona göre 20. Asır Türk siyasal düşüncesi ve aynı zamanda kamu felsefesi korporatisttir. Sadece ideolojik ve kültürel yapılar değil, kurumsal yapılar da öyledir. Genelde solidarist dayanışmacı oldukları halde, zaman zaman ve yer yer faşizan tonlara da bürünerek bugüne gelmişler. Ve şu cümle:

        “Bu nedenle de Türkiye’de politik-ideolojik ‘merkez’ ortada değil, hep sağda olagelmiştir.”

        (Merkez parti diyerek yola çıkan hiçbir partinin “merkezde” durmamasının sebebi bu olsa gerek.)

        *

        Önce “korporatizm nedir?” sorusuna cevap arayarak yürüyelim o halde.

        Bu nazariye liberalizm ile sosyalizm arasında bir üçüncü yoldur. Toplumda sınıf çatışması yerine, dayanışmayı öne çıkarır. Ekonomik ve toplumsal düzen korporasyonlar, yani meslek birlikleri tarafından örgütlenmeli esasına dayalıdır. Tamam, sınıf çatışması engellenemez ama karşılıklı çıkarları gözetilerek dayanışma yoluyla uzlaştırılabilirler. Meslek grupları, sendikalar, işveren birlikleri, esnaf odaları korporasyonlar şeklinde örgütlenmeli, devletle birlikte, neyin ne kadar üretileceği, işçilere ne kadar ücret ödeneceği, sosyal güvenlik gibi konular hep birlikte karar altına alınmalıdırlar. Özel teşebbüsün elinin uzanamadığı alanlara devlet yatırım yapmalıdır. Taha Bey’e göre korporatizm Marksizm’e ve Liberalizme karşıdır ama kapitalizmle bir derdi yoktur. Korporatizm, “solidarist” ve “faşist” uygulamalarıyla kapitalizmin bir türevidir ve “solidarist korporatizm” ile “faşist korporatizm” diye ikiye ayrılır. Özünde sağcı bir fikirdir. Fikrin babası Fransız içtimaiyatçı Emile Durkheim’dır. Ondan Ziya Gökalp’e sirayet etmiştir.

        Atatürk, sosyalist olmadığı gibi liberal de değildi. (Gökalp’ın da demokrasi ideali liberal demokrasi değil; bireysel özgürlüğün, toplumsal dayanışma ve kamu çıkarının olumsuz etkilemediği oranda anlam kazandığı solidarist demokrasidir onun ideali.) Buna rağmen Atatürk, amacı özel sektöre kredi vermek olan ilk özel bankayı kurmuş, bunun yanında Ziya Gökalp’ın buluşu, ancak daha sonra “Atatürk ilkeleri” adını alıp CHP programına “6 umde”(altı ok) olarak geçen “devletçiliğin” öncüsüdür.

        Solidarist korporatizmi özetleyen vecize de Onuncu Yıl marşının güftesinde yer alan “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” sözüdür. Fransız devriminden sonra Avrupa’da ortaya çıkan, ilk kez İtalya'da Mussolini'nin iktidara gelmesiyle uygulanan ve ardından Almanya ve İspanya'daki diktatör rejimlerce de benimsenen korporatizm, ilk meclisten, çok partili hayata geçinceye kadar solidarist haliyle Türkiye’de uygulanan bir model olma vasfını muhafaza etmiştir. 1930’lu yılların sonuna doğru “faşist korporatizm” modelinde ısrar eden Kemalistler olduğu halde, Atatürk korporatizmin daha çok solidarist, yani dayanışmacı modeline yaklaşarak bireyi hepten ret etmeyen ama onu “devlet dairesi” içinde hareket eden, devletin çıkarlarına zarar vermediği sürece “yaşama hakkını” kabul eden bir sisteme yöneldi ve bu sistem 1950 yılına kadar katı bir şekilde varlığını sürdürdü.

        *

        Ben Ziya Gökalp’i Cumhuriyetin en önemli “kurucu ideoloğu” olarak biliyordum şimdiye kadar. Taha Parla’yı okuyunca bu konudaki kanaatimde bir miktar değişiklik oldu. Ölümünden sonra “kurucu ideolog” payesi, resmi yolla ona verilmedi. Bütün fikirleri, Mustafa Kemal’in fikirleriymiş gibi topluma sunuldu. Fikriyatı Kemalizm içinde eritildi, zamanla o fikrin bütün izleri silindi.

        Taha Parla’ya göre Atatürk, ödün vermez, katı bir “devrimci”, Ziya Gökalp ise acelesi olmayan bir “evrimci”ydi. Atatürk hedefe kitlenmiş, oraya varmak için (Şükrü Hanioğlu’nun saptamasıyla, Fransız Üçüncü Cumhuriyet modelini Anadolu’da inşa etmek), önüne çıkan her şeyi yıkmaya azimli, gerekirse tarihi mirası da ret etme pahasına eskiyi yıkıp yerine yeniyi inşa etmeye koşullanmışken, Ziya Gökalp “devrimci olmayan, hızlandırılmış evrimci bir değişim” yanlısı bir mütefekkirdir. Taha Bey kitabında uzun uzun anlatır; her ne kadar Atatürk, Latin alfabesinden soyadlarına, Devlet anlayışından Türk dilinin sadeleştirilmesine kadar, daha sonra gerçekleştirdiği toplumsal devrimlerin teorik izahlarını Ziya Gökalp’in Diyarbekir’de çıkardığı “Küçük Mecmua” dergisinde çıkan yazılardan aldıysa da; mürşidin bir araya getirilmemiş, her biri bir yerde, dağınık bir halde duran yazılarının Milli Eğitim Bakanlığı tarafından sistematik hale getirmesi için 1973 yılını beklememiz gerekti. Öte yandan Gökalp’ın 1924’te ölümü ile Atatürk’ün 1938’de ölümü arasında geçen sürede mürşidin hiçbir kitabı 1928’de resmi yazı haline gelen Latin alfabesine çevrilmemiş; ırkçı bir milliyetçi grup tarafından “Türkçülüğün Esasları” ancak 1939’da yayınlanmış, 1944 yılında da kitap devlet tarafından yasaklanmıştır. (Taha Parla’nın da vurguladığı gibi Ziya Gökalp’in milliyetçiliği en yanlış bilinen yönüdür, çarpıtılmıştır. Onun Turancılığı “mevkurevi”dir. “Irk”a ve “dünya hakimiyetine” dayanmaz. Net bir biçimde “dil ve kültür esasına” dayalı, “ulusların eşitliğine” inanan kültürel milliyetçiliktir. Reşit Galip bile onun milliyetçiliğini “pasifist” bulmuş, “harsiyatçılının” yerine “aksiyonculuğu” önermiştir.)

        *

        Eski bir İttihatçı olan Ziya Gökalp’ın fikirlerinden yola çıkan Mustafa Kemal; İttihatçıların 1913’ten sonra kurdukları fiili tek parti modeline (Gökalp de geçiş sürecinde “tek parti”yi savunur ama “belli bir süre için” şerhini koyar), karizmatik “Şef” yönetimini ekleyerek, yine Parla’nın belirttiği gibi, “toplumu dayanışmacılık temelinde örgütleyecek, devleti yeniden yapılandıracak, kendi başına bırakılmayacak halkı yönlendirecek” yeni fırkasıyla (daha sonra CHP adını alacak) mutlak iktidarını kurmuştur. (Gökalp’ın fikriyatında ise belirgin bir “Şef”, kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan “tek parti” ve otoriter devlet anlayışı yoktur.) Mustafa Kemal, CHP’yi kurarken, kuruluş sürecinde lazım gelen bütün bilgileri Ziya Gökalp’ten almış, Gökalp’ın Durkheim’den mülhem, “Toplumdaki bütün meslekler birbirlerine gerekli ve bağlıdır” sözünü şiar edinmiş, “bunların arasında bir çıkar çatışması olamaz” diyerek de milliyetçi mürşidin, mesleki zümrelerin “yekdiğerine son derce muhtaç ve dost oldukları” fikrinden hareket etmiştir.

        Ziya Gökalp, zaferden sonra memleketi geleceğe taşıyacak olan parti “halkçı olmalı” derken, seçkinliği ret eden, katılımcı, çoğulcu ve özerk alanlar açan bir halkçılığı, yani solidarist korporatizmi tarif ediyordu kendince. Ancak Mustafa Kemal, ondan aldığı bu fikirlerin esasını alarak, yine Parla’nın demesiyle “elitist, katılımı sınırlayan, siyasi güç temerküzüne hizmet eden ve aşırı ölçüde merkeziyetçi bir halkçılık veya solidarizm” geliştirecektir. Ziya Gökalp korporatizmi “demokratik yönetimin yolunu açan bir toplumsal örgütleme” olarak tarif ederken; Mustafa Kemal’e ise ondan, meslek zümrelerinin oluşturduğu “millet adına” yapılacak yukarıdan aşağıya bir siyaset sonucunu çıkarıyordu.

        *

        Taha Parla’nın kitabından şunları da öğrendim:

        Ziya Gökalp’ın “içtimai mefkürecilik” (toplumsal ideal) diye adlandırdığı üç bileşen var: Kültürel Türkçülük, Çağdaş Avrupa korporatizmi ve İslami tasavvuf ahlakı… “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları” geçince sentezinin içindeki tasavvuf, başka bir deyimle din faktörü giderek ikinci plana düşer.

        Ziya Gökalp doktrin, Mustafa Kemal aksiyon adamıdır. Kemalizm, “doktrin, aksiyondan sonra gelir” şiarını benimsemiş bir ideolojidir. Bu ideoloji zamanla devletin “resmi ideolojisi” halini alınca, Gökalp’ın pozitivist ideali, epeyce çarpıtılmış bir biçimde aşırı sağın ırka dayalı milliyetçiliğinin ideolojisi haline geldi. Türkiye’de sosyalist sola göre Ziya Gökalp ırkçı ve totaliter yönetimden yanadır. Aşırı sağ da aynı nedenle ona sahip çıkar. İkisinin de yanıldığını söyler Parla. Gökalp’ın milliyetçiliği dil ve kültür milliyetçiliğidir. Onun solidarist korporatizmi de Kemalistlerin, aslında solidarist olan ama yer yer faşizan ve yarı otoriter bir karakter taşıyan korporatizminden çok daha çoğulcu ve yumuşaktır.

        Gelenekçi çevrelere göre Gökalp’ın “üçlü sentezi” eklektiktir, fazla batıcıdır; bazı Kemalistlere göre ise sentez dinci, hatta gericidir, “milli harsın” içinde dinin yeri fazladır. Oysa Gökalp laikliğe karşı değildi, birliğin ahlaki harcı karılırken, birleştirici maddenin din olduğunu söylüyordu o kadar. Onun tarih felsefesi de, bazı Kemalistlerin savunduğu gibi, tarihi bir yerde durdurup, geçmişin istenmeyen bölümünü silip, sıfırdan yeni bir toplum ve yeni bir devlet yaratmaya imkan tanıyan bir felsefe değildi. Kemalistlerin cumhuriyetçiliği ve milliyetçiliği Gökalp’ın çizdiği sınırlar içinde kalırken, onun devletçiliği ve seçkinci olmayan halkçılığı Kemalistler tarafından idari devletçiliğe ve vesayetçi bir halkçılığa dönüştürülmüş; solidarist korporatizm fikrini de zaman zaman faşizan korporatizme zorlamışlar. Bu yüzden; Taha Parla’ya göre Kemalizm, Ziya Gökalp düşüncesinden daha sağda yer alan bir ideolojidir.

        Jön Türklerin ve devamı olan İttihatçıların kaynaklarından beslenen, onların entelektüel gıdasıyla serpilmiş Kemalistlerin, yeni bir devletin temellerini atarlarken, yeni bir toplumsal düzen inşa ederlerken yollarının Ziya Gökalp’la kesişmesi, memleketin hayrına olduğu muhakkaktır. Gökalp’ın “yumuşatıcı müdahalesi” olmasaydı eğer,Kemalist ideoloji hangi uçlara savrulurdu, tahmin etmek bile zor olmasa gerek.

        *

        Gogol’un “Palto”sundan çıkan, yazının girişinde birkaçının adını andığım Rus edebiyatının o dev yazarları, o “Palto”nun içine sığınıp o korunaklı alanda kalmadılar, oradan sıyrılıp her birisi sadece kendisinin söyleyebileceği muazzam birer “balalayka” tutturup Rus edebiyatının ses bayrağını, dünyanın en yüksek bayrak direğine astılar. Peki Ziya Gökalp’ın “entarisinden” çıkanlar kendilerinden beklenen, bugün dinlesek hepimizi muazzam duygulara gark edecek siyasal dertlerimizi yumuşatacak benzer bir güzel “türkü” tutturabildiler mi? Ne gezer! Tutturabilselerdi eğer, tam yüz seneden beri Tanpınar’ın deyimiyle “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul” olmalarına imkân verirdi herhalde.