İnsan hayatında bazı günler, berrak bir suyun dibinde her daim ışıl ışıl parlayan çakıl taşlarına benzer. O taşlar yıllar yılı üzerinden akan onca suya rağmen renklerinden, parlaklıklarından nasıl bir şey kaybetmiyorlarsa; o günler de insan hafızasında tıpkı o taşlar gibi, üzerinden zamanın onca gürültüsü, törpüsü, silindiri geçtiği halde tazeliklerinden hiçbir şey kaybetmez, hep dün olmuş gibi belleğimizde canlılığını korur, aklımıza geldikçe hiçbir ayrıntısını kaçırmadan biraz önce olmuş gibi hatırlarız onları.
Hepimiz etkileyen, hepimizin başından geçen büyük felaket günleri böylesi günlerdir işte. 17 Ağustos depremi, yakın bir zamanda vuku bulan 6 Şubat felaketi mesela... Darbe günleri de hakeza… O günleri yaşayanlar, hiçbir ayrıntısını unutmadan hafızalarında ölünceye kadar o günü muhafaza ederler. Çoğu olayın da miladı sayılır böylesi günler. Başka bir hadiseyi birisine anlatmaya çalıştığımızda o günü milat alarak ya önünden ya da arkasından başlatırız zamanı.
*
Rahmetli babacığım, geçmiş zamana dair bir hadise anlatmaya başladığında hep “sala roj xeyrî”, derdi. “Güneşin tutulduğu yıl”ı esas alırdı anlayacağınız. Kendi yaşını da hesaplarken aynı gün esastı onun için.
Tam güneş tutulmasını yaşamamış, onun hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir insan için o gün çok tuhaf bir gün olsa gerek. Babam tarlada çeltik biçerken yaşadığı o günden bahsederken; nerede olursa olsun, yaz günü evin önünde akan ırmağın kenarında, asırlık ceviz ağacının altına serilmiş bir kilimin üzerine konmuş mindere bağdaş kurup önündeki hasır sepetten terli üzüm tanelerini ağzına atarken olsun, ya da kış günü eve gelmiş bir misafire ya da hikayeyi defalarca dinlemiş ama o günü yaşamamış olan bir köylüsü olsun fark etmez, o günün bu coğrafyada yarattığı korkuyu, endişeyi anlatmaya başladığında ben anında oradan uzaklaşır bir masal ülkesine giderdim.
Sahi güneş nasıl tutulurdu ki?
“Böyle güpegündüz ortalık karardı. Kül yağacak sandık gökyüzünden önce, sonra güneş kayboldu, gündüz aniden geceye döndü, tarlada elimde orak kalakaldım öyle.”
Kaynaklara baktım, babamın anlattığı an 21 Ağustos 1914 günüydü. Saat öğleden sonra ikiyi on yedi dakika geçiyordu. Dünya gri bir renge bürünmüş önce, sonra büyük büyük bulutlar belirmiş gökyüzünde, sonra güneş o zamana kadar görmedikleri tuhaf bir hal almış. Herkes kafasını kaldırmış gökyüzüne, dua etmeye başlamışlar. Ne oluyordu, daha önce güneşin böyle bir hal alacağını kimseler söylememişti onlara. Köyün imamına gidip “kitaba bakmasını” isteyecek vakit yok, Yaradan’a yakarmaktan başka yapılacak hiçbir şey kalmamıştı.
Peki, babamın ve o sırada orada bulunanların bir mana vermedikleri hadise neydi? Aslında bütün dünya o gün güneşin tutulacağını biliyordu. Tutulmanın da en iyi Trabzon ile Rize arasında bir bölgede izlenebileceği ilan edilmişti. Bu yüzden bir sürü Avrupalı ve Rus alim yanlarına “alat-ı rasadiye” (gözlem aletleri) alarak tutulmayı izlemek üzere Trabzon’a gelmek için önceden Osmanlı hükümetine başvurmuştu.
Tam tutulma İsveç’te başlamış, Rusya’nın Batısından, Kırım’dan, Trabzon’dan, Doğu Anadolu ve İran üzerinden geçen bir kuşak boyunca bir kavis çizmiş, belki de o kavis Hakkari’de son bulmuştu. (Kaynaklara baktım, bu tutulma hadisesiyle ilgili, sınırlı bir iki makaleden başka bir bilgi bulamadım.)
Hangi tarihte doğduğunu bilmeyen babam, yaşından bahsederken, “güneş tutulduğunda ben delikanlıydım,” der, o güne hayatı için her şeyin açıklamasında kullandığı özel bir gün muamelesi yapardı.
21 Ağustos’ta güneş tutuldu, yedi gün sonra cihan harbi patlak verdi. Çoğu kişi, dünyanın güpegündüz kararmasını harbin gelişinin habercisi saydı daha sonra.
*
Güneşin tutulduğu 21 Ağustos 1914 günü (sala roj xeyrî) babam için neyse, benim için de 12 Eylül 1980 Cuma günü öyle bir gündü. Onlu yaşlarımı sürüyordum. Ortaokulu bitirmiş, liseye kaydımı yaptırmış, en büyük ablamın yaşadığı eski bir Nasturi köyü olan Bazê’ye annemle birlikte onu ziyarete gidecektik. Gitmişken, çok az insanın yaşadığı, o dağlar arasında gizlenmiş köyde siyasi bir vazife de ifa edecektim. Siyasi abilerim bana bir anket formu vermişlerdi. O zamanki Kürt sol örgütleri arasında tartışılan ülkemizin “sosyo-ekonomik yapısı anlaşmazlığına” açıklık getirecek, köylere kapitalizmin girip girmediğini o anketlerle ispatlayacaktık. (Kimse bize, ne kapitalizmi yahu, köylerimize el feneri bile daha yeni giriyor dememişti!) Başka arkadaşlar da başka köylere dağılmıştı. Anket köydeki üretim araçlarının tespitine dairdi. Neyse bu uzun mevzu, girmeyeyim şimdi... Geceyi, çocukluğumun geçtiği bir dağ başı yaylasında, ablamın kara kıl çadırında geçirmiştik annemle. Ertesi gün, yani 12 Eylül günü yola çıkacaktık. Annem sabah namazını kılmış, öyle yola çıkmıştık, o katırın sırtında, ben de ardı sıra yürüyordum, bir hayli yol aldıktan sonra güneş yetişti bize. Önce bir vadide bir hayli yol aldık, sonra o yol bizi yüksek bir dağın tepesine götürdü ki bu doruğa “Kêpe” diyorlar. Kêpe doruğundan aşağı baktığında çanağa benzer bir vadi görünür aşağıda; insan ve hayvan ayaklarının aşındırdığı bir yoldan başka bir yol yok o çanağa inmek için, işte Nasturilerin ve Kürtlerin Bazê, devletin Çanaklı dediği köy bu vadinin dibindeydi. Köye vardığımızda çoktan gün yarılanmıştı. Köy ağasının eşi olan ablamların evinin damında bütün gün elinde dürbün, köye tek giriş olan Kêpe doruğunu gözleyen Salo yanından radyosunu ayırmaz, radyo türkü söyler, o da köye girenleri ta doruktan köyün içine girinceye kadar takip ederek kimliklerini belirler, tehlike varsa eğer köydekileri uyarırdı. Yıllardan beri işi buydu Salo’nun. Evin önünde katırın yükünü indirirken, elinde radyosuyla Salo indi damdan. Şehirden geliyordum, mutlaka biliyordum, elindeki radyo kapalıydı, salladı radyoyu, “Benim radyoma bir şeyler olmuş galiba hısım, bugün hiç türkü söylemiyor,” dedi. Radyo neden türkü söylemiyor acaba? Yoksa büyük bir hadise olmuş da yas mı ilan edilmişti memlekette? Birkaç günden beri ben de bu dağ başı yaylalarında dolaşıyordum, olup biten hiçbir şeyden haberim yoktu, kaç günden beri radyo dinlememiştim. “Aç hele radyoyu Mamê Salo” dedim. Elini açma-kapama düğmesine götürdü, çevirdi, duyduğum son söz, o zamanki TRT spikerlerinden birisinin ağzından çıkan mükemmel aksanla, “Milli Güvenlik Konseyi” oldu. Belli ki spiker bildiriyi okumuş, bildiriyi yayınlayan makama yetişmiştim ben. Hemen arkasından Hasan Mutlucan’ın sesi duyuldu.
“Darbe oldu” sözleri bir dehşet haberini verir gibi çıktı ağzımdan. O sırada orada bulunan köylülerin yüzüne baktım, en ufak bir kaygı yoktu hiç birisinin yüzünde. Bu haber sanki sadece beni ilgilendiriyordu. Onlar için darbe hiçbir şey ifade etmiyordu. Salo türkü derdindeydi:
“Bu yüzden mi türkü söylemiyor?” dedi.
“Bir süre türkü yerine marş dinleyeceksin Mamê Salo” dedim. Söylediklerimden hiçbir şey anlamadı, madem radyo türkü söylemeyecekti, bende kalabilirdi, o gün radyonun söyleyecekleri onu zerre kadar ilgilendirmiyordu, radyoyu bana bıraktı, boynundaki dürbünü düzelterek köye gelen yolu gözlemek için damdaki yerine geri döndü.
Saat 13.00 haberlerinde her şey belli oldu. Demek annem sabah namazına kalktığında ve biz köye gelmek üzere yola çıktığımızda, bizden iki saat önce askerler kışlalarından çıkmış, memleket yönetimine el koymuş, darbe bildirisini radyo ve televizyonda okutmuş, bütün memleket sathında sokağa çıkma yasağı ilan etmişlerdi. Galiba; o sabah sokağa çıkma yasağını ihlal edenler varsa eğer, biz de o “ihlalcilerin” arasındaydık. 12 Eylül sabahı bütün memleket korkudan kaskatı kesilmiş, telaşla herkes can derdine düşmüşken ben heybemde memleketin sosyo-ekonomik düzenini açıklığa kavuşturacak anket formları ve Fakir Baykurt’un “Kaplumbağalar” romanıyla, kekik kokan dağ havasını soluyarak, arada bir benim gibi meçhul yolcuların uğradığı o dağlar arasında gizlenmiş köye doğru gidiyordum olan biten her şeyden habersiz bir lakaytlıkla.
Kafam allak bulak, olup bitene bir mana aramaya çalışırken, Salo’nun sesi duyuldu tekrar:
“Jandarmalar geliyor!”
Demek operasyon başladı ha! Demek bu kadar hızlı davranmışlar! Başlarında bir uzatmalı çavuş, on asker bir süre sonra bizim bulunduğumuz yere geldiler. Hepsi nefes nefese, yorgun argın, mecalsizdi. Ürkektiler, yabancıydılar, bir an önce vazifelerini yapıp geri dönme derdindeydiler. Hiç darbe yapmış askerlere benzemiyorlardı. Uzak bir mesafede bulunan bir karakoldan yola çıkmış, geceyi buraya yakın başka bir köyde geçirmiş, onlar da bizim gibi darbe sabahı her şeyden habersiz, erkenden buraya gelmek üzere yola çıkmışlardı. Bir asker kaçağını arıyorlardı, gerçi bu köyün erkeklerinin yarısı asker kaçağıydı ya neyse. Ben de heyecandan mı şaşkınlıktan mı bilmiyorum, “Darbe olmuş bu sabah” dedim. Uzatmalı çavuş, “Darbe nedir?” dedi gayet umursamaz. “Hükümet devrildi, bütün yetki askerlere geçti” dedim, adam bir anda ciddileşti, bir cengâver çıktı içinden; canlandı, ruh geldi yüzüne sanki, kuvvet yayıldı kaslarına. “Sen kimsin?” dedi bana sert bir sesle, “Köy öğretmeniyim” dedim yekten. (Oysa köyde okul yoktu.) Çocuk halime bakmadan, “Hocam söyle bunlara, herkes evine gidip kimliğini getirsin, kimliklerini kontrol edeceğim” dedi. Kolundan tutup kenara çektim, “Sakin ol komutan, bu köylüler belalı, çoğunun kimliği yok, zorlama, başına da belayı alma” gibi bir şeyler söyledim, biraz sakinleşti, “O halde bize binek hayvanı bulsunlar, yarın sabah bizi karakola kadar götürsünler,” dedi, “Tamam, hal ederiz” dedim, sakinleşti çavuş.
Mevcut düzeni beğenmeyip o düzeni “devrim” yoluyla değiştirmek isteyen onlu yaşlarını süren, yakalanırsa eğer anında bir işkence odasında kendini bulacak olan bir çocukla; mevcut düzeni beğenmeyip onu “askeri bir ihtilalle” devirmek için harekete geçen ve bunda başarılı olan bir kuruma mensup askerler olan bitenlerden bihaber, çok az insanın yolunun düştüğü bir dağ köyünde buluşmuş, ağanın evinde gece boyunca sohbet etmiş, sabah erkenden de o genç, o askerlerin istediği binek hayvanlarını köylülerin tedarik etmelerine yardım etmiş, askerler öğretmen sandıkları “devrimci gençle” vedalaşmış, onu orada bırakmış, kendileri iki konak uzaktaki karakollarına doğru yola çıkmışlardı.
O gün, an ben an her lahzası bugün, tıpkı babamın anlattığı “güneşin tutulduğu güne” benzer bir gün olarak üstünden geçen kırk dört yıla rağmen berrak bir suyun dibinde parlayan parlak çakıl taşları gibi pırıl pırıl duruyor hafızamın bir yerinde.
Anlatmaya devam etsem roman olur vesselam.
*
Yarın 27 Mayıs… Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesinin yıldönümü. 27 Mayıs 1960 günü; tıpkı 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 darbeleri gibi cuma gününe rastlamıştı. Çoğu ekonomik tedbirin ilanı borsa karışmasın diye hep cuma gününün son saatlerine denk getirilir ya galiba askeri darbeler için de bilerek cuma günlerini seçiyor darbeciler. Sokağa çıkma yasağı ilan edecekler ya hafta sonu milleti evde tutmak daha kolay diye düşünüyorlar olsa gerek.
*
Sezai Karakoç, 27 Mayıs gününü nasıl karşıladığını etraflıca anlatır hatıralarında. Darbe günü bazı denetlemeler için genç bir müfettiş olarak Van’dadır şair. Çok tuhaf bir yerde haberdar olur darbeden.
Diyarbakır’dan Van’a uçakla gelir Sezai Karakoç. Uçak inerken, bir tarafta göl, bir tarafta dağ manzarasına bakar hayranlıkla. Bir memur karşılar şairi, önceden haber vermişler valiye, şehre bir müfettiş gelecek karşılayın diye. Van’da iki otel varmış o tarihlerde, Turistik Otelde yer olmadığı için Kristal Palas’a yerleşir. Şehre şairin geldiğini duyan ufak bir “maneviyatçı çevre” var, çıkardıkları gazetede Karakoç’un gelişini haber yaparlar. Bu haberle müfettişin aynı zamanda bir şair olduğunu öğrenen vali hemen onu ziyaret eder. Van Gölü’nde günbatımları muhteşemmiş, hazır şair de gelmişken bir gün göl kenarından günbatımını birlikte seyrederiz demiş vali ama o gün bir türlü gelmemiş.
27 Mayıs günü çok erken kalkar şair. Otelden çıkar, her zamanki günlerden bir gündür. Van’da muhteşem bir bahar sabahı… O gün Cuma’dır, namaza gidecek, önce hamama gidip paklanmak ister. Şehir hamamına gider, yıkanır, giyinir, parasını ödemek için kasaya yaklaştığında kasadaki genç, orada bulunan birisine, “Seninkiler gitti” der. Öbürü, “Haydi oradan” deyince, “Haberin yok mu ihtilal oldu” der genç. Öbürü bu haberi şaka sanır. Şair, haber karşısında şaşa kalır ama tereddüdü de elden bırakmaz. Gelin görün ki haberi veren genç ısrarcıdır. Parasını öder, hamamdan çıkar, otele döner. Otelin altındaki kahvede, “erkenden başlayan bir gramofon akşama kadar türkü, şarkı yayını” yapmaya başlar. Ama hep aynı türküler, belli ki kahvecinin elinde fazla plak yok. (27 Mayıs karışık şarkı ve türkülerle, 12 Eylül ise Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türküleri ve marşlarla gelmiş demek.) 12 Eylül günü, o dağlar arasında gizlenmiş köyde, benim Salo’nun radyosundan medet ummam gibi, 27 Mayıs günü Sezai Karakoç da Van’da, kaldığı otelin altındaki kahvede, gramofonu susturup radyoyu açmasını ister kahveciden. Salo hemen radyosunu vermişti bana ama Sezai Bey’in gramofonu susturup radyoyu açtırması bir hayli meşakkatli olmuş anlattığına göre. Ama sonunda kahveci radyoyu açmış. Radyo yayını Van’da meseleymiş o azmanlar, zor bela duyuluyor spikerin sesi ama duydukları yetmiş ona, hamamda çalışan delikanlı haklı çıkmış, memlekette gerçekten de darbe olmuştu o sabah. Kendisine “Milli Birlik Komitesi” diyen İhtilal Komitesi durmadan bildiriler yayınlıyor. Kahveden çıkar, otele girer, otelde de bir radyo açıktır. Orada bulunan herkes radyonun başına üşüşmüş, dinleyenler adeta bayram havasındalar. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, o halde defterdarlığa gidemez. Otelde kapalı kalır, Cuma namazı da kılamaz. Radyonun başından ayrılmaz. Celal Bayar’ın tutuklanma haberini, “Sayın Cumhurbaşkanı gözetim altında” diye verir radyo, Karakoç’un yazdığına göre bugünkü anlamda “gözetim” kelimesi ilk defa o gün girer tedavüle. Haberde, sanki Bayar’ı “güvenliği” için “korumak” maksadıyla almışlar gibi bir hava var. Orada bulunanlar fazla gürültü yaptıklarından, ne olacağını bilinmemesinin verdiği heyecanla, “Henüz Menderes bulunmamış” der şair yüksek sesle. Bunu duyan birisi hemen şamataya başlar, şair zor yatıştırır onu, kısa bir süre sonra da Menderes’in yakalandığı haberini duyarlar radyodan. O zamana kadar yumuşak olan yayın, bir anda sertleşmeye başlar.
“Van’da bir günde yüz yıllık bir değişiklik olmuş gibiydi” der şair. İlerleyen günlerde şair, orada tanıştığı birkaç münevverle oturup rahatlıkla konuşabilecekleri bir yer bulmakta güçlük çeker. Sanki her yer casus kaynıyor. Oysa onlar DP’li değildi ama darbeye sempatiyle bakmayanların vay halineydi, nefes aldırmayan bir baskı rejimi tesis ediliyordu adım adım. Buluşup konuşmak için hiçbir yer emniyetli değildi onlar için. O günlerde anlar ki, “hakiki anlamda emin yer ancak Allah’ın evi olan camidir” ve yine anlar ki “insana en hakiki özgürlüğü ancak cami verir.” Arkadaşlarıyla, Said-i Nursi’nin de bu şehirdeyken sık sık gittiği kalenin eteklerindeki küçük Nur Camide buluşmaya başlar.
İhtilal olunca Garnizon Kumandanı general, radyodan yapılan yayına uyarak ilde idareyi ele alır. Bütün memurlar, sıraya girerek paşayı ziyarete giderler. Şair de gider ziyaretine. Ama o hengamede, şairin merkezden gelmiş bir müfettiş olduğunu anlamaz paşa. Bir hafta sonra da Van’a bir askeri vali tayin ederler. “Türkiye’de sadece birkaç vilayete askeri vali tayin edilmişti, o illerden birisi de Van’dı” der Karakoç. Van’a gelen yeni vali daha önce burada jandarma komutanlığı yapmıştı, bu yüzden herkes tanıyor onu. Büyük bir sevgi gösterisiyle karşılarlar valiyi Vanlılar. Ancak bunun samimi bir duygu mu yoksa politik bir gösteri mi olduğunu anlayamaz Karakoç.
DP’li olmadığı halde uyandığı her sabah 27 Mayısçıların devrildiğini görmek arzusuyla uyanır, bu umudunu birkaç ay muhafaza eder, sonra herkes gibi o da alışır darbecilerin düzenine.
Bir süre sonra da yedek subay okulunda askerliğini yapmak üzere Ankara’ya hareket eder.
*
Arkadaşı Cemal Süreya, Sezai Karakoç’tan önce gitmiş askere. Yedek subay okulunu bitirdiğinde ihtilal olmuş, Genelkurmay da Cemal Süreya’nın da aralarında bulunduğu genç maliyecilere özel bir görev vermiş. Cemal Süreya her şeyiyle ihtilali destekleyen bir şairdir, hatta ihtilalden önce Ankara’da yapılan “555K” eyleminin isim babalığını yaptığı gibi, bu eylem için bir de uzun bir şiir yazmıştır. İhtilalciler bu genç maliyecilere kendilerine mali işlerde yol göstermelerini isteyince onlar da adres olarak o sırada Hazine Genel Müdürlüğü görevini ifa eden hocaları Ziya Müezzinoğlu’nu gösterirler. Bunun üzerine askerler Müezzinoğlu’nun evine giderler, hoca tevkife geldiler sanır, meğer bir üst makama geçirmek için gelmişler.
Sezai Karakoç’un anlattığına göre, o sırada Cemal Süreya’ya Menderes’in Çiftliğini araştırma görevini vermişler. Meğer Menderes çitliğini “örnek çiftlik” gösterip devletten para almış! Cemal Süreya tetkik edince durumun tam tersi olduğunu görmüş. Devlet tarımda yeni bir uygulama başlatmış. Ancak Ege’de bulunan hiçbir çiftlik sahibi kendi çiftliğini “örnek çiftlik” yapmaya yanaşmamış. Çünkü, bir çiftlik, örnek çiftlik yapılmışsa, birçok zararı da göze almış demektir sahibi. Bu yüzden kimse çiftliğini devlete örnek çiftlik olsun diye vermeyince, Adnan Menderes kendi çiftliğini örnek çiftlik yapılmasına izin vererek, çevreye örnek olmak istemiş, bu yüzden de çok zarara uğramış.
Cemal Süreya, yaptığı incelemelerden sonra bu sonuca ulaşmış ve bunu bir raporla komiteye bildirmiş. Böylece Başbakanın “örnek çiftlik” uygulamasıyla devleti zarara uğrattığı tezi akamete uğramış.
Cemal Süreya, çok değil birkaç ay önce yazdığı "555K" şiirinde "....sizi Tanrılar bile kurtaramaz" dediği Adnan Menderes'i isnat edilen bir suçtan kurtarmıştı. "Namus işçisi" demişti Ahmed Arif bir şiirinde şair için.
*
Bazı günler, insan hafızasında berrak bir suyun dibinde her daim parlayan çakıl taşlarına benzer. Babam için tarlada çeltik biçtiği 21 Ağustos 1914 günü; benim için uzun bir yolculuk sonucu ulaştığım bir dağ köyünde 12 Eylül 1980 Cuma günü; şair Sezai Karakoç için Van’da bir hamamda yıkandığı 27 Mayıs 1960 Cuma günü böylesi günlerdir mesela…
Sizin de her ayrıntısını bir bir hatırladığınız bir gününüz vardır mutlaka…