İslam dünyasında, Arap dilinde bir dünya tarihi yazmaya teşebbüs eden ilk tarihçi mi desem, alim mi desem, müfessir mi desem, muhaddis mi desem, fakih mi desem, galiba bütün bunları bünyesinde barındıran ilk şahsiyet “Taberi” diye bilinen Ebu Cafer Muhammed bin Cerir bin Yezid el-Taberi’dir. 839 ile 923 yılları arasında yaşamış, İranlı bir alimdir. “Tarixa Taberi” diye bilinen “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi” beş ciltlik devasa bir eserdir. Vakti zamanında Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında çıkanı var bende. Büyük bir hikaye derleyicisidir Taberi. Anlatmaya başladığı her hikayesine, o hikayeyi kimden duyduğunu belirterek anlatır, bütün referansları şahsiyetlerdir anlayacağınız.
*
ALDI TABERİ
Bu hikâyeyi Taberi’ye “Hasan bin Yahya söylemiş, ona ve arkadaşlarına Abdurezzak” anlatmış, “ona da Zeyd bin Eslem’den Ma’mer nakletmiş” ki hikaye şöyle:
Babil diyarına bayram gelir gelmez zengin fakir, çoluk çocuk, torun torba, küçük büyük, kadın erkek, fakir zengin yıkanır arınır, taranır paklanır, giyinir kuşanır, süslenir püslenir bayram yerine koşardı. Şehir bir anda boşalır, herkes aynı yere giderdi. O gün bayramdı. Bayram yerine gidenler sadece ahali değildi; putların hizmetkarları da o gün işini bırakmış bayram yerine gitmeye hazırlanıyorlardı.
İçlerinden bir İbrahim var, o bayram yerine gitmeye pek gönüllü değildi. Gece yıldızlara bakmış, bayram yerine gitmemeye karar vermişti. “Haydi sen de gel ya İbrahim, bayrama gidelim” dedi akranları, “Ben yıldızlara baktım gece, rahatsızım biraz, kendimi iyi hissetmiyorum bugün, siz gidin ben gelmeyeceğim” dedi.
Aslında İbrahim hasta falan değildi. Fırsat kolluyordu.
“Gelmiyorsan madem, dışarı çık, kapıları kilitleyeceğiz” dedi puthane hizmetçileri ona. İbrahim dediklerini yaptı, dışarı çıktı, kapılar sıkıca kapatıldı, hizmetkarlar da bayram yerine gitti. Herkes gidince İbrahim, kendi kendine dedi ki:
“Kapatın kapıları bakalım. Sıkıca kapatsanız da kapıları kilitleseniz de tekrar içeri girer o putları teker teker kırar, paramparça ederim.”
En son çıkan iki hizmetkar, İbrahim’in ağzından çıkan bu sözleri işittiler ama pek önem vermediler, “Delidir bu çocuk, kendi kendine konuşuyor” dediler, diğerlerinin arkasına takılarak onlar da gitti.
Bekçiler, hizmetkarlar uzaklaşınca oradan, İbrahim puthanenin anahtar deliğinden mi girdi, nereden girdi bilinmez ama puthaneye girdi. Elinde bir balta vardı. Önce teker teker putların önünden geçti. Hepsinin önünde türlü türlü yiyecekler vardı.
Kâfirin bir adeti vardı. Bayram günü ne pişiriyorlarsa, Büyük Putun payını ayırırlardı. Her putun önüne de o gün pişen yiyeceklerden koyarlardı. Akşam bayram yerinden döndükten sonra, putların önündeki yiyecekleri iştahla yerlerdi; o yiyecekler “ilahların bakışıyla bereketlenmişti” çünkü. İbrahim putların arasında dolaşmaya başladı. Teker teker isimlerini sordu. Sorduğu hiçbir soruya hiçbir puttan cevap alamadı. Sonra döndü onlara, “Niye sorularıma cevap vermiyorsunuz? Önünüze konan bu yiyeceklerden neden yemiyorsunuz?” diye sordu. Tekrar cevap almayınca onlara dedi ki:
“Tabi cevap veremezsiniz. Çünkü putsunuz. Söyleyin bakalım bana, madem sorularıma cevap veremiyor, yemek bile yiyemiyorsunuz, bu koca ahaliye, bu büyük kavme nasıl ilahlık yapacaksınız?”
Baltayı sağ eline aldı. Girişti putlara. Kiminin başını uçurdu, kiminin ayağını kolunu kesti, kimini belinden ikiye ayırdı, kiminin kafasını yardı, kimini devirdi yüzüstü bıraktı, kimini sırtüstü uzatarak un ufak etti. Put kırma işi bittiğinde yorgun düşmüştü, ilişmediği Büyük Putun önünde durdu. Büyük Put bütün azametiyle som altından bir tahtın üzerinde oturuyordu. Mücevherlerle, yakut ve zümrütlerle öylesine ışıldıyor, öylesine zengin bir hava yayıyordu ki puthaneye, İbrahim durup bir süre onu seyretti. Yaklaştı ona İbrahim, elindeki baltayı boynuna astı. Yorgun argın dışarı çıktı sonra, puthanenin kapısını bekçilerin kapattığı şekilde kapattı, kapının eşiğine oturup beklemeye başladı.
Bayram şenlikleri akşama doğru bitti, herkes bayram yerinden evlerine döndü, puthane hizmetkarları içeri girer girmez karşılaştıkları manzara karşısında deliye döndüler. Ne olmuştu böyle, dünyanın sonu mu gelmişti. Feryat figan hemen Nemrut’a koştular.
Onun adı Nemrut Köş bin Kenan bin Ham bin Nuh’tu. Yeryüzünde yaşamış ilk cebbardı o.
Puthane hizmetkarları korku ve heyecanla Nemrut’un huzuruna vardılar, korka korka “Putların alayı kırılmış” dediler. Nemrut, kulaklarına inanamadı, hemen fırladı yerinden puthaneye gitti, karşılaştığı manzara dehşet vericiydi. Esip gürlemeye başladı, “Bunu yapan kimse, tez elden bulup bana getirin,” dedi. O sırada, çıkarken İbrahim’in dediklerini duymuş olan iki bekçi öne atıldı, “İbrahim diye bir gencin, putlarınızın tümünü kıracağım dediğini işittik,” dediler Nemrut’a. Her ne kadar kafirse de Nemrut, iki kişinin şahitliği olmayınca hüküm vermezdi. “Tez getirin onu bana, söylediklerini duyanlar da şahitlik yapacak, ona cezaların en büyüğünü vereceğim,” dedi. İbrahim, Vezir’in oğluydu, tutup huzura getirdiler. Nemrut kızgınlıkla sordu:
“Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ya İbrahim?”
İbrahim kendini savundu:
“Hayır, ben yapmadım. Bunu putların en büyüğü yaptı. Konuşabiliyorsa eğer ona sorun, o size gerçeği anlatır” dedi.
Nemrut iyice sinirlendi:
“Sen de biliyorsun ki onlar konuşamazlar” dedi.
Bunun üzerine İbrahim şunları söyledi:
“Madem putlar konuşamıyor, o halde kimseye faydası olmayan, kimselere zararı dokunmayan şeyleri neden İlah yapıp tapıyorsunuz?”
Nemrut, bunun üzerine putları kırmış olanın İbrahim olduğuna kanaat getirdi ve öfkeyle bağırdı:
“Bunu derhal cezalandırın, işkence edin bu densize” dedi.
İbrahim o sırada peygamberliğini ilan etti. Ahaliyi Hakk’a çağırdı. Ahali ona, “Atalarımızın dininden çıkın mı diyorsun bize ya İbrahim?” diye sordu. İbrahim, “Atalarınız da sizin gibi sapkın bir dinin mensuplarıydı” cevabını verdi. Bunun üzerine Nemrut, “Senin ilahın ne yapıyor, söyle bana ben da aynısını yapayım,” dedi. İbrahim, “Benin Rabbim hem diriltir hem de öldürür” dedi. Nemrut buyruk verdi, zindandan iki kişi getirdiler. Birisini öldürdü, ötekinin de ellerini çözüp serbest bıraktı ve İbrahim’e, “Ben de diriyi öldürdüm, elleri bağlı olanı da bağışladım, salıverdim, ona yeni bir hayat verdim” dedi. Bunun üzerine İbrahim Nemrut’a, “Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor, sen de onu Batıdan getir” dedi. İşte Nemrut’un çaresiz kaldığı an bu andı, cevap veremedi, sustu, adeta dili tutuldu. İbrahim bunun üzerine ahaliyi tekrar Hak yoluna davet etti. Ama herkes Nemrut’tan korktuğu için kimse dediğini yapmadı. Nemrut buyruk verdi; “Çabuk bunu zindana atın” dedi.
İbrahim uzun süre kör karanlık bir zindanda bir başına kaldı. Elleri ayakları bağlanmıştı. Bir süre sonra Vezir olan babası Azer öldü. Nemrut da onu öldürmeye karar verdi. Ama öyle kolay bir ölüm olmayacaktı. Onu o zamana kadar kimsenin görmediği gür bir ateşte cayır cayır yakacaktı!
Ateşin her yerden görülebileceği yüksek bir yer inşaatına girişti Nemrut. Başka bir yere sıçramasın diye ateşin yakılacağı yerin etrafı duvarlarla çevrili olacaktı. Öyle azametli bir ateş olacaktı ki insanoğlunun yaşadığı her yerden görülecekti.
Ateşin yakılacağı yerin inşaatı bitince Nemrut buyruk verdi. Çoluk çocuk, kadın erkek yaşlı başlı demeden herkes yakılacak ateş için odun toplamaya gidecekti. Buyruk kesindi, herkes odun toplamaya başladı. Odun toplama işi günler, haftalar, aylarca devam etti.
Dünya öyle bir hal aldı ki ne dağlarda ne ovada ne kırda bayırda odun kaldı. Nemrut’un hükmünün geçtiği her yerde ormanlar tükendi. Dağlar kel kaldı, bayırlar, yamaçlar ağaçsız, yakacak namına tek bir parça bile kalmadı. Bulunabilen bütün odunlar develerle, katırlarla, eşeklerle yangın yerine taşınmıştı.
*
ALDI MUHSİN
Şimdi anlatacağım hikayeyi ilk defa bana eski Urfa belediye başkanı, uzun yıllar milletvekilliği yapmış İbrahim Halil Çelik anlattı. (Meclis tutanaklarında da var, oraya da geleceğim.) Ona da büyükleri anlatmış. Onlara da daha büyükleri… Hikaye meşhurdur, Nemrut’un hükmünün geçtiği Urfa’da Adıyaman’da bu hikayeyi bilmeyen yoktur.
Nemrut, İbrahim’i yakmak için insan elinin yetiştiği her yerde bütün odunları yangın yerine taşıtınca, ahali ateşsiz kaldı. Zaten Nemrut ülkesinde o günlerde ateş yakmak da yasaktı. Kimin elinde bir parça odun varsa Nemrut’un inşa ettiği yere bırakmak zorundaydı. Millet ne yapsın, ateşte pişmeyen yemekler, çiğ sebzeler yemeye başladı. İnsanın çene yapısı çiğ et yemeye el vermediğinden o sıralarda et de yenmez oldu.
İşte o zamanlardan bir gün bir avcı ava çıktı, bir ceylan çıktı yoluna, elindeki mızrakla ceylanı vurdu. Kimselere görünmeden de ceylanı sırtlayıp eve getirdi. Çocuklar sevindi, kursaklarından et geçecekti. Ama odun yok, bulunsa da ateş yakmak yasak. İnsanoğlu çaresizlikten çare üreten yaratıktır. İşte o sırada avcının karısının aklına bir fikir geldi. Ceylanın kol kısmından sinirsiz, yağsız bir parça lup et kopardı. Eti bir taşın üzerine koydu, başka bir taşla eti dövmeye başladı. Et iyice kıyılınca koydu toprak kaba. Verdi içine bir miktar bulguru, biber ezmesini, isotu, tuzu, yoğurdukça yoğurdu, köfte kıvamını alınca içine taze soğan, maydanoz kattı, koydu yemek bekleyen kocasının ve çocuklarının önüne.
Bugün kime ait olduğu hususunda, Adıyaman ile Urfalılar arasında bir “savaş” çıkarmaya namzet “çiğköfte” işte o gün doğdu.
*
Şimdi anlatacağım, adına “çiğköfte vakası” dediğim hikayeyi bana Derya Bengi ile Erdir Zat’ın “100. Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası-3” (YKY) kitabı hatırlattı. Kanun yapmakla görevli TBMM’de bulunan bir grup milletvekili, 8 Aralık 1992 gecesi “kanun yapmaya” kısa bir ara vererek “çiğköfte yapmaya” başlamışlardı. Yeni Türkiye'de olsa o gün kopan kıyamet gibi küçük bir kıyamet kopmayacaktı. Çünkü eski Türkiye’de Türk matbuatında görevli gazete yapıcıları, köşe yazarları, yazı işleri çalışanları, haber müdürlerinin alayı dük ve kontesti. Hepsi yüksek sosyeteye mensuptu. Hepsi Fransız kültürüyle yetiştirilmişti. Hiçbirisinin kursağından henüz çiğköfte geçmemişti. Hepsi şatobiryanla, mantarfileminyonla besleniyor, ayran yerine pahalı Fransız şarabı içiyor, sabahları röpteşambır giyiyordu. Adını duyunca “ay çiğköfte de nedir?” diyorlardı. Çiğköftenin ne olduğunu bilenler de “nedir nedir, Şener Şen’in Züğürt Ağa filminde sattığı sağlığa zararlı bir yiyecektir!” cevabını veriyorlardı. Çiğköfte hakkındaki bütün bilgileri bu ve benzeri Şener Şen filmlerinden edindikleri bilgilerden ibaretti.
Dönemin mizah dergileri de çiğköfte, lahmacun yiyip İbrahim Tatlıses türküleriyle içlenen veya göbek atanları “zonta” diye tanımlıyordu. Memleketin dört yanında zontadan geçilmiyordu.
O gece Meclis’te yoğrulan çiğköfteyi hayatlarında ilk defa gören parlamento muhabirleri, şaşkınlıktan ağızlarına birer çiğköfte atınca, hepsinin acıdan yüzü buruşmuş, sesi kısılmış, Allah’tan Urfa isotu dile damağa verdiği kadar parmaklara zarar vermiyor, yoksa o gece olup bitenleri gazeteciler kalemleriyle ak kağıtlara geçiremeyecek, biz de bu önemli vakadan mahrum kalacaktık. Efendim hadise şuydu:
DYP Urfa milletvekili Abdürrezak Yavuz memleketten iki çiğköfte ustasını getirtmiş, “Somali ile Bosna’ya asker gönderelim mi göndermeyelim mi” tartışmasından yorgun düşmüş olan vekillere, damakları şenlensin diye gece yarısı çiğköfte yoğurtmuştu. (İşin erbabı çiğköfteyi gece yer zaten.)
Vay vay vay, ertesi gün memleketin tam ortasına acıdan müteşekkil bir çiğköfte bombası düştü, düştü ki ortalık toz duman… O zamana kadar “ihaleci”, “iktidar yalakası” gibi manşetlerle birbirine saldıran gazeteler o gün uzun yıllardan beri ilk defa iç savaşa ara vererek aynı noktada birleştiler. Manşetleri aynıydı. Hürriyet’te çiğköfte yiyen vekillerin büyük bir fotoğrafının üstünde “İşte Somali’ye asker yollayan Meclisimiz” manşeti yer alırken, Milliyet haberi, “Milletvekilleri çiğköfte ve lahmacuna büyük bir iştahla saldırırken, salon kebapçı dükkanını andırıyordu” başlığı vardı. Sabah ise olaya daha geniş bir perspektiften bakmıştı. “DYP’liler grup masalarının üzerinde yoğrulan çiğköftelerin kıvamına gelip gelmediğini anlamak için tavana fırlatılmasına göz yumdular. Kurulduğu günden beri böylesine bir olay yaşamamış olan tarihi binanın tavanına yapışan çiğköfteler orada asılı kaldı,” şeklindeki haberinin ayrıntısında kullanılan malzemenin listesini hayatlarında çiğköfte yememiş olan okurlarına şu şekilde sıralıyordu: “Urfa’dan getirilen 6 kilo köftelik et, 6 kilo ‘simit’ denilen köftelik bulgur, 3 kilo biber, 1 kilo biber salçası, yarım kilo normal salça, 5 kilo yeşil soğan, 10 bağ maydanoz.” Çiğköfte partisine iştirak eden vekillerin içinde DYP’li bakanlardan Cavit Çağlar, Sümer Oral, Yıldırım Aktuna, SHP’li Bakan Hikmet Çetin ve SHP’li Fehmi Işıklar’ın isimleri ön plana çıkartılmıştı. Haberi veren gazeteye göre Başbakan Demirel’in odasına da bir tabak çiğköfte gönderilmiş ancak Demirel çiğköfteye dokunmamıştı. Bütün gazeteler hep bir ağızdan “vekilleri millete şikayet” ediliyordu:
Yüce Meclis kebapçı dükkanına dönmüş ey millet, uyan da bak haline! Çiğköfte yoğurmakla kalmamışlar, yüce Meclis’in tavanı kıvam testi için kullanılmış, köfteler fişek gibi tavana fırlatılmış, unutma ey halkım!
Mevzua dair ilk makaleyi Milliyet’ten Altan Öymen kaleme aldı. Duayen gazeteci ironiye sarılmış, çiğköftenin milli yemeklerimizden biri olduğunu vurgulamış, kıvam testi için yüce Meclis’in tavanını kullanmanın yanlışlığını vurgulamış, devamla “işin erbabı hamuru tepsiden kaldırmaya çalışır, hamur tepsiyi bırakmaz da tepsi de hamurla birlikte kalkarsa köfte kıvamını bulmuş demektir” diyerek çiğköfte yapımı hususundaki derin bilgisini okurlarına aksettirmişti.
Sabah gazetesinde Zülfü Livaneli ise çiğköfteyi suçlamanın yersiz olduğunu belirterek, bu yiyeceğin “Doğu aleminin bir güzel köftesi olduğunu” belirterek onun “masumiyeti” üzerinden kalem oynatıp meseleye soğukkanlı bir giriş yapmıştı. Milliyet’te Necati Doğru ise doğrudan çiğköfteyi hedef tahtasına koymuş, batna zararlı bir yiyecek olduğunu vurgulamış, o güzelim yemeği “ibiş bir yemek” statüsüne indirmişti.
Meclis’te çiğköfte partisini düzenleyen DYP Urfa milletvekili Abdürezzak Yavuz ise matbuat tarafından hedefe konmuş, gelen geçen muharrir sivri kalemini mızrak gibi kullanıp her tarafına batırınca o da kendini Cumhuriyet’e verdiği bir mülakatla “Çiğköfte fakir, ortadirek, zengin her sınıfın yemeğidir. Yöremizde oruç ayında iftar sofrasından eksik olmaz. Bizim evde çiğköfteyi hanım yoğurur, yanında ayran içmek usuldendir, ayrıca o gece çiğköfte Meclis’in tavanına atılmadı, hem Meclis tavanı çok yüksektir” diyerek kendini savundu. Çiğköfte hadisesi dallanıp budaklanınca siyasi parti genel başkanları da topa girdi, ertesi gün ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, Meclis kürsüsünde DYP’lilere, “Meclis’te çiğköfte partisi düzenleyerek hiçbir sorunun altından kalkamazsınız” derken, Refah Partili milletvekilleri söz alarak “bir oyunla karşı karşıya olduklarını, milletvekillerini halkın gözünden itibarsızlaştırma operasyonu yapıldığını” vurgulayıp vekilleri kenetlenmeye çağırdılar. İşin ucu vekillere dokunca, 13 Aralık günü kürsüye çıkan ANAP’lı Halit Dumankaya, “Neymiş vekiller çiğköfte yemiş. Ne olmuş çiğköfte yemişse? Herif nane yiyor onu yazmıyorsunuz da çiğköfte yiyeni yazıyorsunuz” diyerek matbuata çattı. Tartışmalar dinmedi, iki gün sonra kürsüye çıkan RP Urfa milletvekili İbrahim Halil Çelik, “Çiğköfte demokrasidir, çiğköftenin yapılışına tahammül edemeyenler, demokrasiye de tahammül edemiyorlar” deyince iş iyice zıvanadan çıktı.
Zülfü Livaneli ertesi gün Sabah’taki yazısında, “çiğköftenin kültürel analizine” girişti. Üstada göre biz Doğu ile Batı arasında bir salıncakta sallanan bir milletiz. Süreç içinde Ajda Pekkan’dan İbrahim Tatlıses’e geçmişiz. Yılmaz Güney bile Arkadaş filminde yazlıkta denize giren orta halli vatandaşları kınıyor, piknik sahnesinde çiğköfte yapmayı önererek bunu halkçılık adına övüyordu. İşte biz sağcısı solcusuyla böyle bir kültürün ürünüydük. Sonraki yazısında da Livaneli mizahın dozunu yükselterek Meclis’te sadece Doğulu (Kürtlere o zaman “Doğulu” deniyordu, Doğu, Pakistan’dan mı başlıyordu, Hindistan’dan mı işte orası meçhuldü!) vekiller yoktu, haftada bir sırayla hamsi, muhlama, çerkes tavuğu, Arnavut ciğeri, katmer, alinazik, etli ekmek, pişmaniye, büryan partileri de düzenlenmeliydi. Çetin Altan üstadımız da Livaneli’nin bıraktığı yerden sözü almış, o da vekillere çiğköfteyle birlikte farklı tatlar öneriyordu. Kokoreç, işkembe, kuzu çevirmeye yazık değil miydi? Neden onların adına da Meclis’te parti düzenlenmiyordu? Aynı gazeteden başka bir Altan, Mehmet Altan da babasının yazdıklarından farklı olarak meseleyi mizah alanından çıkarıp çiğköfte bahanesiyle eğitim ve kültür politikasının açmazlarına sözü getiriyor, yazısının sonunda da “hem çiğköfte yiyip hem de bilgi toplumuna erişmenin yollarını araştıran bir toplum olabiliriz” diyerek her zamanki alimane tavrını sürdürüyordu. Milliyet’ten edebiyatçı şair Ahmet Oktay’ın da bir çift sözü vardı. Üstada göre “Toplumun diğer yargılarının çözüldüğü, ucuz şöhret ve kazanç yollarının kışkırtıldığı, köşe dönme düşüncesinin egemen olduğu, mafya babalarının ünlü politikacılarla sıkı fıkı dostluk kurduğu bir dönemde (Demek ki eski Türkiye’de de bu işler oluyordu!) Meclis’te çiğköfte partisi düzenlemenin sözü mü olurdu?” Şair şu önemli soruyu soruyordu: “Çiğköfte yoğuranlar magandaysa diğerleri neydi?”
O sırada Fenerbahçeli Tanju Çolak kaçak Mercedes hadisesinde yargılanmış ve hapis cezası almıştı. Çiğköfte meselesi milli bir mesele halini alınca Tanju Çolak elinde bir pankartla gazetelerin spor sayfalarını süslemeye başladı. Pankartı Paşalı Amigo Birol yazmış, Tanju Çolak’ın eline tutuşturmuştu. Pankartta şunlar yazılıydı:
“Meclis’te çiğköfte yiyenlere sesleniyorum. Tanju’yu idam edin bari!”
Çiğköfte tartışmaları tam iki buçuk yıl sürdü. 6 Haziran 1995’te ANAP’lı Mahmut Orhan çiğköfte üzerinden DYP’lilere sataşınca tartışma tekrar alevlendi. İşte o gün Meclis kürsüsüne çıkan RP’li İbrahim Halil Çelik, yukarıda yazdığım çiğköftenin tarihine dair Nemrut ile İbrahim hadisesini anlatarak çiğköftenin menşeini yüce Meclis’in tutanaklarına geçirmiş oldu. Çiğköfte, İbrahim’i yakmak için toplanan odun kıtlığından çıkmıştı. Konuşmasının bağlayıcı cümlesi şöyleydi:
“Çiğköfte bir kültürdür, bir simgedir. İbiş ve iğdiş değildir.”
*
ALDI TABERİ
Taberi, yukarıda anlattığım hikayenin devamını uzun uzun anlatır. Hülasası şu.
Toplanan odun dağı ateşe verildi. Alevler arşa yükseldi. Ayakları prangada İbrahim’i getirdiler ancak, ateş hiç kimseyi kendine yaklaştırmadı. Şeytan’ın aklına bir fikir geldi, Nemrut’a mancınık yaptırdı. Bir dizi olaydan sonra İbrahim mancınık marifetiyle ateşe doğru fırlatıldı. Havada Melek Cebrail ona eşlik etti, Allah seninledir dedi. İbrahim, cehennemi alevlerin tam ortasına düştü ama bir anda düştüğü yerden bir pınar fışkırdı. Sular göğe yükseldi, etraf çayır çimen oldu. (Şu an Urfa’nın tam ortasında kalmış olan Balıklı Göl böyle oluştu-mk) Yüksek bir yerde onu seyreden Nemrut gözlerine inanamadı, İbrahim ateşin üzerinden yürümeye başladı. Bastığı her yerden sular fışkırıyordu. Mucizeyi gören ahali İbrahim’in safına geçti, Nemrut kaçarak sarayına kapandı. Kurtuldu sandı ama Yüce Allah, bir gözü kör bir ayağı topal, en zayıf sineğini gönderdi. Sinek Nemrut’un burnundan girdi, oradan beynine ulaştı ve yavaş yavaş beynini kemirmeye başladı. Nemrut, yüzüne gözüne vurup, kafasını duvardan duvara çarpmaya başladı. Kafasını salladığında sinek duruyor, durunca da sinek kemirmeye devam ediyordu. Bu durum günlerce, haftalarca, aylarca sürdü. Sinek ufak ufak ufak beynini yedi yedi yedi… Başını sallamaktan aciz düştüğünde bu iş için birileri görevlendirildi. Tokmakla başına vurmaya başladılar görevliler. Nemrut hızlı vuranlardan memnun, yavaş vuranlardan memnun kalmadı. Bu işkence de aylarca sürdü, en sonunda Nemrut acıdan haykıra haykıra öldü.
*
ALDI MUHSİN
Nereden nereye? Gazetecilerin çiğköfteyi keşfettiği 9 Aralık 1992 gününden bugüne köprünün altından ne çok su aktı. Çiğköfte ustasının elinden çıkıp sektörleşti. Bugün her şehirde sadece çiğköfte satan dükkanlar var, ustası da yoğurmuyor artık, çiğköfte yoğuran makine icat edilmiş, belki de ayrandan sonra yaptığımız ender buluşlardan birisidir bu makine. Lahmacun ise baş tacı…
Yeni Türkiye’de şimdi Bodrum’daki lüks lokantalarda çiğköftenin tabağı kaç paraya satılıyor bilmiyorum ama bir lahmacunun 500 liraya satıldığını herkes biliyor.
Hepimizi monşer gibi yaşadığı ne güzel memleketimizdin sen eski Türkiye!