Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Kitapla yeni insan yaratmak
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yazıya büyü muamelesi yapan, yazılı olan her şeye körü körüne inanan, birisini bir gerçeğe inandırmak için “gazetede yazıyor” demeyinceye kadar onu o gerçeğe ikna etmede zorlanılan, yazılı olan her şeye kutsal kelam muamelesi yapan bizde, okuma oranının bu kadar düşük olmasının izahı bir hayli zor olsa gerek.

        Oysa Allah “oku” demiş, “yaz” dememişti!

        Asırlar boyunca kutsal kitabı “okumuş”, geride kalan her şeyi “dinlemeyi” tercih etmişiz. Özellikle hadisler davranışlarımıza yön vermiş, gündelik hayatımızı onlara göre tanzim etmiş, iyilik kötülük bahsinde onların gösterdiği yoldan sapmamaya özen göstermiş ama çoğu zaman o yoldan sapmış, helal-haram ilişkisini yine onlardan feyz alarak düzenleyip daha çok harama tamah etmiş, velhasıl o kutsal metinlerin dışında yazılı olan şeylere pek itibar etmemiş, onların emrettiğini de tam anlamıyla yerine getirmeyip kendi bildiğini yapan bir cemiyetin mensuplarıyız.

        Matbaanın; icadından üç yüz sene sonra memleketimize girmesiyle birlikte hayatımıza giren yazılı evraka, kitap olsun, gazete olsun, belki de asırlarca mukaddes kelam muamelesi yapmamızın sebebi budur. Batıda gelişen burjuvazinin en büyük buluşlarından birisi olan roman, bizde birazcık serpildikten, tefrikaları sayesinde ahali tarafından benimsendikten sonra, onu bir “eğitim aracına” dönüştürmenin çeşit çeşit yollarını aramışız mesela; öyle ki bu aracı kullanan yazarlarımız, yazdıkları şeylerin tıpkı muska gibi halkın derdine kısa sürede deva olacağına, eğitim düzeyini yükselteceğine, yeni bir görgü aşılayacağına, yeni bir kültür yaratacağına o kadar yürekten inanmışlar ki, bir süre sonra kendilerini sınıfta talebelerine parmak sallayan birer öğretmen olarak görmeye başlamışlar. Bugün bile, her sabah yüzlerce köşe yazarı hemen hemen hepsi, yüz yıldan beri hep aynı konuyu yazıyor, yek biri bir diğerinin yazdığı yazıyı bir asırdan beri tekrarladığının farkında olmaksızın sadece kendi yazdığının yaralarımıza merhem olacağına inanıyor, yazdıkları köşe yazısını akşamları televizyonda kendine benzer başka birisiyle tartışırken de “yarınki yazımda da bunu yazdım” diyerek kâinatın sırrına son noktayı kendisinin koyduğuna bizi de inandırmaya çalışıyorlar.

        Başka ülkeleri pek bilmem ama “Step ve Bozkır” adlı kitabında şahane bir Rus-Türk edebiyatı karşılaştırması yapan Murat Belge olsun, başka araştırmacılar olsun, bu konuda Rusların da bize benzediğini söylerler. Ama Rusların bizden farkı, bizden yüz elli sene önde olmaları ve on dokuzuncu yüzyılda gelişen muazzam edebiyatlarında, özellikle romanda yazarların, yarattığı kahramanların hepsine eşit mesafede yaklaşmalarıdır. Turgenyev olsun, Tolstoy olsun, Dostoyevski olsun, bazı kahramanlarını yüceltip ötekilerini yerin dibine batırmıyorlar. Hepsi onların eseridir, kahramanlar pür iyi veya pür kötü değiller. Başka bir deyişle kötüler tam kötü, iyiler tam iyi değildir. İnsandır hepsi, içlerinde iyilik de var kötülük de.

        *

        Bolşevik ihtilali, Rus edebiyattaki bu muazzam sıçramayı, radikal bir hamleyle kesti. Komünistler yeni bir doktrin ortaya attılar. Bundan sonra bütün yazarlar, geçmişin köhne anlayışını terk edecek, “sosyalist gerçekçiliğe uygun” yeni edebi ürünler verecekler!

        Edebiyata devletin müdahalesi ilk defa bu ihtilalle oldu.

        Stalin’e göre sanatçı “insan ruhunun mühendisiydi.” Bu mühendisler, yaratılacak bu yeni insanı, baştan ayağa yeniden dizayn edeceklerdi. Entelektüel kapasitesi Stalin’den birkaç gömlek üstün olan, Stalin’in ülkesinden sürgün ettiğiyle yetinmeyip Meksika’ya kadar kovaladığı, orada da kafasını bir çekiçle ezdirdiği Troçki’nin şu sözleri, palabıyıklı Gürcü’ye ilham kaynağı olmuştur muhakkak:

        “İnsan nedir? Elbette tamamlanmış veya ahenkli bir varlık değildir. Hayır, oldukça becerikli bir yaratıktır. İnsan, bir hayvan olarak, bir plana uygun olarak değil kendiliğinden gelişmişti. Ve pek çok karşıtlık biriktirmişti. İnsanın nasıl eğilip düzelebileceği, fiziksel ve ruhsal yapısının nasıl geliştirilip tamamlanacağı, sadece sosyalizm temelinde anlaşılabilecek muazzam bir problemdir. Büyük Sahra boyunca demiryolu inşa edebiliriz. Eyfel Kulesi’ni yapabiliriz ve direkt New York’la konuşabiliriz ama elbette insanı daha iyi yapamayız… Evet yapabiliriz! İnsanın yeni ‘gelişmiş versiyonu’nu üretmek; komünizmin gelecekteki görevi bu. Ve bunun için önce insanla ilgili her şeyi öğrenmeliyiz, anatomisini, fizyolojisini ve fizyolojisinin psikoloji denen kısmını. İnsan kendine bakmalı ve kendini hammadde olarak görmeli ya da iyi ihtimalle yarı işlenmiş ürün ve ‘en sonunda, sevgili homo sapiens, senin üzerinde çalışacağım’ demeli.”

        Bu fikre göre sanatçı, yeni insan inşaatında ustabaşıydı. Tanrının görevi sanatçıya verilmişti. 1935’teki Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi’nde Stalin tarafından, oldukça kırılgan, çoğu zaman kaypak, çoğu korkak, bir tarafı eksik, hayatta pek başarılı olmamış, “tutunmakta” güçlük çeken sanatçılara, roman yazarlarına, hikayecilere, sinemacılara, ressamlara Tanrıyla yarışma görevi verildi. Sanatçı yeni Sovyet toplumunu resmedecek ancak bu resim mevcut haliyle görüldüğü gibi bir resim olmayacak, tam tersine sanatçıya devlet tarafından izah edildiği gibi bir “robot resim”, başka bir deyimle “olması gerektiği” gibi bir resim çizdirilecekti. Şu söz Stalin’indir:

        “Ve sosyalist gerçekçinin yarattığı sanat çalışması, sanatçının hayatta gördüğü ve çalışmasına yansıttığı ikilem çelişkisinin nereye gittiğini gösteren çalışmadır.”

        Parti veya “önderlik” nasıl bir sanat istiyorsa, sanatçı o sanatı yapacaktı. Yeni Sovyet yazarı, kendi muhayyilesinde gelişen imgelerin, olayların, hikayelerin yazarı değil, partinin veya “önderliğin” belirlediği hikayelerin yazarı olacaktı. Daha sonra icat edilecek bir tür kayıt aracı, teyp gibi çalışacaktı yazar. Yazarların eline bir “ana plan” verdiler. Bu plan da Maksim Gorki’nin “Ana” romanından alınmıştı. Yeni edebiyatın ana kaynağı, bundan böyle bu roman; yazarı Maksim Gorki de “yeni sosyalist gerçekçi edebiyatın” modeli olacaktı.

        *

        Önce Maksim Gorki’ye dair biraz malumat…

        Maksim Gorki, yoksul bir ailenin çocuğuydu. Nakliyeci olan babasını beş yaşındayken kaybetti, annesi yeniden evlendi, 11 yaşındayken tamamen öksüz kaldı, ninesi ile dedesi onu büyüttü. Okula sadece birkaç ay gidebildi, daha sekiz yaşındayken çalışmak zorunda kaldı. İşçi sınıfını, yoksulları yakından tanıdı. Tam anlamıyla bir “acıların çocuğu”ydu, bu yüzden Rusça “acı” anlamına gelen “Gorki” adını kullandı.

        “Ana” romanını 1906’da yazdı. Çar rejimine karşı çıktı, birkaç kez tutuklandı. Birçok devrimci ile arkadaş oldu. Lenin’le 1902 yılında tanıştı. Bolşeviklerle hareket etti. Ancak “proletarya diktatörlüğü” gibi bir kavram sözlüğünde yoktu. Devrimden sonra kurulan “proletarya diktatörlüğü” onu dehşete düşürdü. Özellikle arkadaşı şair Ahmatova’nın kocası Nikolay Gumilev’in kurşuna dizilmesi karşısında düştüğü çaresizlikle Avrupa’ya kaçtı. Ama sürgün hayatı dayanılır bir hayat değildi. Yaşadığı İtalya’da faşizm gittikçe gemi azıya alıyordu. Stalin Rusya’sını daha katlanabilir bir yer olarak gördü. 1928’den itibaren yaz aylarını Rusya’da geçirmeye başladı, 1931’de memlekete kesin dönüş yaptı. Kayıp evlat, eve dönmüştü! İtibarı gittikçe yükseldi. Adı caddelere, okullara, binalara, çiftliklere verildi, hayatını anlatan filmler yapıldı, doğduğu şehre adı verildi. Lenin Nişanı ile ödüllendirildi. Eski milyoner Pavel Ryabuşinski’nin malikanesine (şimdi Gorki Müzesi) yerleştirildi, şehir dışında da bir yazlık ev tahsis edildi ona ve Yazarlar Birliği başkanlığına getirildi.

        Onun kafasındaki edebiyat anlayışı ile Stalin’in düşündüğü birbirine uyuşmuyordu aslında. O “yıkıcı sınıf” savaşını durdurarak, Sovyet edebiyatını, hayranı olduğu Tolstoy tarafından geliştirilen estetik temellere oturtmak istiyordu. Stalin ise, edebiyatı yeni insan mühendisliğinin aracı haline getirme derdindeydi.

        Ekim 1932’de Stalin, yanına birçok politbüro üyesini alarak, 50 yazarla, Maksim Gorki’nin evinde bir toplantı düzenledi. O toplantıda edebiyatta “sosyalist gerçekçilik teorisi” formüle edildi. Gorki, o sırada bu “doktrinin” herkesi bağlayacak bir kesin kuralar bütünü olduğunu bilmiyordu. Ona göre ondokuzuncu asır Rus edebiyat geleneği, devrimle gelen romantizmle birleşecek, yeni bir biçim doğacaktı. Rus halkının sıradan gündelik hayatı, devrim destanıyla hemhal olacaktı. Ama Stalin tersini düşünüyordu; eski edebiyat eskiden kalacak, yeni edebiyat, yeni hayatın olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi bir resmini tuvale geçirecekti.

        Bu işi başarma görevi de Maksim Gorki’ye verildi. Çerçeveyi de zaten onun “Ana” romanı yıllar önce çizmişti. Ona düşen, bütün Sovyet yazarlarını “Ana”nın çizdiği çizgide hizaya sokmaktı.

        *

        Peki, Gorki’nin “Ana” romanı neyi anlatıyordu?

        Bu roman Rus proletaryasının Çarlık Rusya’sına karşı verdiği devrimci mücadelenin romanıdır. Olaylar “Ana” karakterinin etrafında gelişir.

        Romanın başkahramanı “Ana” olarak bilinen “Pelage”, kendisini sürekli döven işçi kocası ölünce oğlu Pavel ile baş başa kalır. Kocasının baskısı ve eziyetleri karşısında bunalan kadın önce kendi içinde devrim yapar, okuma yazmayı öğrenir. Oğlu mahallenin diğer serseri çocuklarından farklıdır. Bir süre sonra evleri kitaplarla dolmaya başlayınca Ana, oğlunun gizli yaşantısını merak eder. Pavel, anasını sosyalizm, ezilen sınıflar, sınıf düşmanları burjuvalarla olan çatışmasıyla tanıştırır. Pavel, her gün evlerine farklı arkadaşlarını getirir, sabahlara kadar tartışırlar. Öte yandan da her gün bildiriler yazıp dağıtır. Başta ürkek davranan Ana, bir süre sonra oğlunun arkadaşlarıyla samimi olur. Artık o da bu yolun yolcusudur. 1905 devrimi patlak verir. Başta köyde çalışmalarını sürdürüp gizlice işçilere ve köylülere bildiri dağıtan Ana, bir süre sonra bir militan olup çıkar. Oğlu ve arkadaşları hapishaneye düşer. Ana da oğlunun arkadaşlarından, sosyalist bir genç olan Nikolay'ın evine yerleşir. Mahkemeye çıkan Pavel ve arkadaşları sürgün cezasına çarptırılır. Ana Moskova’ya gider, oğlu Pavel'in mahkemede yaptığı savunmayı bildiri haline getirip dağıtmak ister. Farkına varırlar, Ana’nın sonu ölümdür.

        Bu roman, yeni gerçekçi edebiyatın şablonunu ortaya çıkarır:

        Genç işçi kahraman, sınıf mücadelesine katılır, bilinçli partili aydın yoldaşlar tarafından eğitilir, böylece devrimin bilincine varır ve sonunda bu uğurda şehit düşer.

        (“Ana” romanı bizde 1970’lerin başında Türkçeye çevrildi, bütün bir 70’li yıllar boyunca “Ana”yı okumamış devrimciye kimse devrimci demezdi.)

        Bu ana plana, daha sonra birkaç yazar yeni şeyler eklediler. Dimitri Furmanof “Çapayef” romanıyla buna “iç savaş kahramanı” modelini ekledi; Fyodor Gladkov “Çimento”su, Nikolay Ostrovski “Ve Çeliğe Su Verildi”siyle Troçki’nin sözünü ettiği “yeni insanı”, yani bilinçlenmiş komünist işçiyi, militanı, partinin müsaade ettiği çerçevede, önüne çıkan her şeyi yok etme gücüne muktedir bir Prometheus düzeyine yükseltti.

        Herkes ama herkes, her yazar, kıdemli olsun bu işe yeni başlıyor olsun, bu ana plana bağlı kalmak zorundaydı.

        Orlando Figes, “Nataşa’nın Dansı” kitabında Aleksandr Fadeyev örneğini verir. Fadeyev’in, 1946’da İkinci Cihan Harbi sırasında, işgal altındaki Ukrayna’da illegal gençlik örgütünün durumunu anlattığı “Genç Muhafız” romanı önce Stalin Ödülü’nü kazandı. Daha sonra “önderliğin” rolünü yeterince vurgulamamış diye basının saldırısına uğradı. Yazar, romanını yeniden yazmaya zorlandı. O da isteneni yaptı, yeni malzemeler ekledi romanına, 1951’de basılan “genişletilmiş yeni baskısı”, daha sonra klasik sosyalist gerçekçi romanın başyapıtı olarak kabul edildi.

        *

        Doğu toplumlarının çoğu yazılı olana iman eder. İnsanlar edebiyata dini menkıbelerde yazılanların inancıyla yaklaşır, oralarda yazılan her şeyi hayatları için örnek alınacak derslerle dolu metinler olarak görür, kurgu denilen şeye “yalan” der geçer, onlara da çok itibar etmez. Kitaplarda yazılan hikayelerin kahramanlarını yaşamış veya yaşamakta olan gerçek insan sanır, gerektiğinde onlarla tartışır, suçlar, hatta çoğu zaman onlara öfke bile besler, ya da onları kendine örnek alır. Bunun böyle olduğunu bildiği için de bu coğrafyanın devletleri kitaplardan korkar. Tıpkı Stalin’in tasarladığı gibi, yazılan romanlar nasıl geleceğin toplumunu biçimlendirecekse, bizde de onlara benzer kitapların mevcut düzenin yıkımını getireceğine inanıldı. Okumayla pek işi olmayan, koyun kaçakçısından yapsatçı müteahhidine kadar herkesin bir “yazıhanesinin” bulunduğu memleketimizde, öteden beri devletimizin kitaptan bu kadar korkmasının, kitap toplatmasının, yasaklamasının, yazarı hapishanede çürütmesinin, sürgüne göndermesinin sebebi budur işte.

        Bütün totaliter rejimler kitabın düşmanıdır, önce onları yok etmek isterler; amenna. Ama hangi kitapları? İşte burada devreler karışır. Zira “zararlı” kitapla “zararsız” kitabı birbirinden ayırmak bir hayli zordur. Hele bu işi devlet yapıyorsa… Devletin “zararlı” diye bildiği kitap çoğu zaman “zararsız”, “zararsız” diye bilip yaygınlaştırdığı ise çoğu zaman asıl korktuğu şeyin kaynağıdır. Rus entelijansiyası içinde Bolşevikler kitaba en uzak olan gruptu derler. Ama zafer onların eseri olunca, onlar da önce kendi edebiyatlarını geliştirmek istediler. “Yeni sosyalist gerçekçilik” zırvasıyla, Turgenyev, Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin, Ahmatova, Mayakovski gibi dev yazarların yarattığı o görkemli edebiyat geleneğinin köküne kibrit suyu döküp, halkını okumaktan soğutan tek tip kahramanlık hikayeleri uydurdular. Bizim devletimiz de, çeviri yoluyla bize gelen ve benzerleri Türkçede yazılmış olan o abuk sabuk kitapları “zararlı” kategorisine sokup gençlerden uzak tutmaya çalıştı. Oysa Rusya’da komünist ihtilalin bazı öncülerini de bizde komünizm fikrini savunan aydınları da sosyalizm fikrine yaklaştıran, onlara haksızlıklara karşı çıkarak adil davranmayı öğütleyen Tolstoy, Dosyoyevski, Gogol, Flaubert, Balzac gibi büyük yazarlardı. Kısaca devletin “zararlı” bulduğu zırvalar gerçekte zararsız, kendisinin ahali okusun da “aydınlansın” diye Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla basıp dağıttığı “zararsız” kitaplar ise tam da arayıp yasaklaması gereken kitaplardı.

        Allahtan bunun farkına varmadılar.

        *

        Edebiyat böyle bir şeydir işte. Baskıcı devletlerin, totaliter rejimlerin, güneşle eşdeğer tutulan önderliklerin, şeflerin, diktatörlerin döktüğü kalıba oturmaz, taşar oradan. Onların, onlar için uygun gördüğü kalıptan farklı bir biçim alır. Elinden kayar, çoğu zaman arka kapıdan girip onları gafil avlar.

        Kitap okuyanlar rejimleri değiştirmez, rejimin bekçileri asıl kitap düşmanlarından korkmalı.