Köpek tehciri de onların eseri!
Yaşar Kemal, Türkçedeki “umut” kelimesinin mucididir. Hayatının son yıllarında yazıp tamamladığı dört ciltlik “Bir Ada Hikayesi” romanının birinci cildi “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”nın başkahramanı umuttur.
Yıllardır süren savaşlardan, katliamlardan, kıtlıktan, sürgünlerden, büyük felaketlerden arta kalan bir avuç insan, mübadeleyle Yunanistan’a gönderilen Rumların boş bıraktıkları bir adaya, yara bere içinde, kan ve gözyaşına bulanmış, umudunu kaybetmiş, geleceği tarumar olmuş bir halde gelirler. Adaya Poyraz Musa’nın gelmesiyle birlikte her şey değişir; umut tekrar yeşermeye başlar.
Şahane hikayedir.
Günün birinde bir Doktor’un da yolu düşer adaya. Doktor, doktor değil bir alim. Poyraz Musa’ya anlattıkça anlatır, o anlattıkça Musa aydınlanır. Ve gitme vakti gelir. Doktor gittikten sonra Poyraz Musa onun anlattıklarıyla yaşar, her daim onları hatırlar.
Doktorun anlattıkları geçer aklından:
“(….) Sivriadada olan oldu on on beş yıl önce. Dedi var idi bir Şehremini, toplatmış idi bütün köpeklerini İstanbulun, doldurmuş idi Sivriadaya. Dedi İstanbulda beş yıl hiçbir köpek kalmadı. Dedi, İstanbul şehri bomboş kaldı. Sivriadada köpekler üst üste yığıldılar, sivri, keskin kayalıkların aralarına, su yok, yiyecek hiçbir şey yok. Köpekler açlıktan susuzluktan, deniz suyu içip yanaraktan, her bir ağızdan gece gündüz hiç kesmeden ürüşmeye başladılar. Dedi, o kadar çok ürüşüyorlardı ki, sesleri İstanbuldan duyuluyordu. Sivriadanın yakınlarından geçmez olduk. Bilmeyip de geçenler, kulaklarını tıkadılar. Balıkçılar, Sivriadanın yakınlarına bile uğramadılar. Köpekler, sonunda birbirlerini parçaladılar, birbirlerinin etini yiye yiye tükendiler. Şehremini, bir yıl sonra, birincisinden de daha çok binlerce köpeği adaya doldurdu. Onlar da birbirlerini yediler, bitirdiler... Üçüncü, dördüncü yıl... Dedi, şehremini ölmedi, daha yaşıyor. Osmanlı çok merhametli, çok iyidir, köpeklerin gözlerini oymuyor, dedi.” (Yaşar Kemal, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, YKY, s.219)
*
Poyraz Musa’nın Doktor’dan duyduğu İstanbul sokaklarında başıboş dolaşan köpeklerin Sivriada’ya götürülerek “üst üste yığılmaları”, “deniz suyu içerek yanmaları” hadisesi bundan tam 114 sene önce bir yaz günü başladı.
Üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmiş, biz hâlâ, şehirlerimizin sokaklarında “başıboş dolaşan köpekleri ne yapalım” sorusunu soruyor, her kafadan bir ses çıkıyor; kimisi uyutalım diyor, kimisi uyutarak yaşatalım diyor, kimisi köpek taklidi yapıyor, kimisi de sadece bağırıyor. Onca gürültüye rağmen şu ana kadar henüz aklıselim bir çözüm bulmuş değiliz.
*
İttihatçı Troyka; Enver, Talat ve Cemal Paşalar, beş altı sene sonra imparatorluğun bir kısım gayri Müslim tebaası üzerinde uygulayacağı tehcirin ilk denemesini 1910 yılında İstanbul’daki sokak köpekleri üzerinde yaptılar.
Şehirde, ahaliyle birlikte barış içinde yaşayan 80 bin köpeği toplayıp Sivri Ada’ya sürgün ettiler.
Bu şehrin tarihinde o kadar uğursuz, o kadar korkunç bir faciadır ki, yıllar yılı bura ahalisi, şehirlerinin başına daha sonra gelen bir yığın felaketi bu korkunç hadiseye bağladılar.
1912 yılının ağustos ayında meydana gelen Mürefte-Şarköy depremini de, bir yıl sonra çıkan İkinci Balkan Harbini de iki yıl sonra çıkan cihan harbini de, şehrin bir süre sonra İngilizler tarafından işgal edilmesini de o günahsız köpeklere reva görülen o korkunç muameleye yordular.
Sonradan gelen bir yığın uğursuz musibeti de hakeza...
*
Bir hayvan dostu olan Sultan Abdülhamit’i devirir devirmez İttihatçıların yaptıkları ilk işlerden birisi bu “köpek tehciri” oldu.
Daha önce de İstanbul’un köpekleri çok çekmişti zalim yöneticilerin elinden.
Abdülhamit dönemi, ona muhalif bir yığın insan için katlanılması zor bir istibdat dönemiydi amenna, bu konuda hemen hemen herkes hemfikir. Hafiye teşkilatı muhaliflere nefes aldırmıyordu ama galiba sokak köpekleri, tarih boyunca en rahat nefesini onun döneminde aldılar.
Sultan hakiki bir hayvan dostuydu çünkü. Yıldız Sarayı’nın bahçesi aynı zamanda bir hayvanat bahçesiydi. İstanbul sokakları da nasıl insanların gezinti yeriyse, aynı şekilde köpeklerin de yuvasıydı. Yönetimin gösterdiği itibar, halkın verdiği değerle birleşince bir süre sonra kuduz vakalarında artış görüldü şehirde. Bunun üzerine Sultan Abdülhamit, kuduz köpekleri tedavi ettirmek için, kuduz aşısını bulmuş olan ünlü Pasteur’ü İstanbul’a davet etti. Doktor hemen gelmeyince kurduğu enstitüye padişah 10 bin Fransız Frangı bağış yaptı. Buradan Paris’e, enstitüde eğitim görsünler diye uzmanlar gönderdi.
Bir süre sonra “memlekete hürriyet getirmek için” İttihatçılar Sultan Abdülhamit’i bir askeri darbeyle devirdiler.
O sırada Avrupa’da parfüm ve kimya sanayinde denek olarak kullanılmak üzere köpeklere büyük ihtiyaç duyuluyordu. Bizde köpek çok, onlarda teknoloji... Henüz onların teknolojisine tam anlamıyla sahip olmadığımız için, pekâlâ onlara hammadde verebilirdik!
Böylece onlara Batılılaşmaya ne kadar eğilimli olduğumuzu da göstermiş olacağız, bir taşla iki kuş misali.
Fransızlar İttihatçılardan İstanbul’un sokaklarında hür doğmuş hür yaşayan, halkın beslediği başıboş köpekleri istediler.
Allah verdi iki göz!
Ne de olsa, “Ne yapıyorsun bre hayvanlar” diyecek bir Sultan da yok artık başlarında.
Şehrin sokaklarında köpek avı başladı. Halk, İttihatçılar gibi düşünmüyordu, direnişe geçti. Eylem büyüdü. Tophanede toplanmış, oradan gemilere bindirilerek Fransa’ya götürülecek köpekleri halk bir baskınla kurtardı, serbest bıraktı hepsini.
Ancak devlet kararlıdır, cahil halk bizi Batı’ya rezil mi edecek? Bir kez söz vermişiz. Tekrar köpek avı başladı, serseriler ava çıktı, toplanan köpeklerin başına bu defa zaptiyeler nöbet tutmaya başladı. Kısa sürede 80 bini aşkın köpek toplandı. Ancak Fransa’dan bir türlü vize çıkmadı. Satmayı düşündükleri “mal” ellerinde kaldı. Diplomatik görüşmeler başladı, bir süre sonra kara haber geldi, Fransa köpek almaktan vaz geçmiştir! Bunun üzerine ittihatçılar, köpekleri bedava vermeyi önerdi, ancak gavur bunu da kabul etmedi.
Elde kalan köpeklere tek yol kalmıştır; yaşadıkları şehirden tehcir!
Kavurucu bir Ağustos günü bütün hayvanları mavnalara atarak, suyun ağacın olmadığı, kör engereklerin, derisi kalın sürüngenlerin bile yaşamadığı, sadece bir kayadan ibaret olan Sivri Ada’ya götürüp bıraktılar. Su yok adada, ağaç hak getire ne sığınılacak bir gölge ne de bir parça ot vardır çevrede.
İlk gün adanın her yerini keşfettiler hayvanlar. Bir su kuyusu vardı adada. Teker teker atladılar kuyuya. Atlayan çıkamadı bir daha. Kısa bir süre içinde kuyu, köpek cesetleriyle doldu. Geride kalanlar yiyecek, su aradılar. Yok! Susuzluk ve açlık başlayınca, uzun uzun ulumaya başladılar, hep bir ağızdan. İnsan dostlarına seslendiler kendi dilleriyle, ancak şehirden bile duyulan çığlıklarına hiç kimse yetişmedi. Yavaş yavaş çıldırıp birbirini yemeye başladı köpekler.
*
Dr. Zekai Muammer Tunçman, Türkiye’nin Pasteur’ü olarak bilinir. 1920’lerde İstanbul’da doktorluk yapıyor. Bir yazı gelir Anadolu’dan ona, yüz bin kişilik çiçek aşısı, kolera ve veba kültürleri temin etmesi istenir.
İstanbul işgal altındadır. İşgalciler, İstanbul’dan Anadolu hareketine her türlü yardımı yasaklamışlar. O sırada İstanbul’un Sıhhiye Müdürü ünlü düşünür Dr. Abdullah Cevdet’tir. (Tam bir köpek düşmanı olduğu söylenir.) Abdullah Cevdet göz yumar, Dr. Tunçman yanına bol miktarda aşı alarak Anadolu’ya gider, Kuvayı Milliyeye katılır. Milli Mücadele sırasında binlerce aşı ve serum hazırlar.
Cumhuriyet kurulunca hükümet onu Paris’e yollar. Pasteur Enstitüsü’nde kuduz konusunda eğitim görür. Bundan sonraki hayatı, bu ölümcül hastalıkla mücadeleyle geçer.
Dr. Tunçman ister istemez, İstanbul’dan Sivri Ada’ya tehcir edilen köpekler konusuyla da ilgilenir. 1948’den başlamak üzere 1970’li yıllara kadar yayınını sürdürdüğü “Mikrobiyoloji” dergisinde, bir adada ölüme terk edilmiş köpeklerin halini yerinde görmek için İstanbul’a gelen bir Fransız gazetecinin gözlemlerini aktarır. Adada olup bitenlerle ilgili Fransız’ın yazdıkları hemen hemen birinci elden tek kaynaktır. Piyer Loti de mevzuya el atmış, hatta büyük düşünür Jean Paul Sartre, “Uyanış” romanında bir kahramanına, “Onları sokaklarda tuzağa düşürmüşler, çuvallara, sepetlere koymuşlar ve sonra ıssız bir adaya bırakmışlardı. Köpekler birbirlerini yiyorlardı. Açık deniz rüzgarı onları bağırışlarını denizcilerin kulaklarına kadar getiriyordu. Oraya bırakılması gereken köpekler değildi...” dedirterek bahsetmiş hadiseden ama Dr. Muammer Tunçman’ın Ada’daki köpeklerin durumunu bizzat görmek isteyen Fransız gazetecinden aktardıkları facianın boyutlarını çok daha çarpıcı bir şekilde anlatıyor bize.
*
Fransız gazeteciye göre dayanılmaz derece bir sıcak vardı Marmara denizinde o gün. Sıcaktan kaçmak için gemideki kabinine kaçar gazeteci. Vapur durmuş, o da biraz kestirmiş. Hemen kalkar. Acele merdivenleri çıkarak güverteye kendini atar: Gemi adanın yakınında demirlediği için adada olup biten her şey açık seçik görülüyor. Karşılaştığı manzara korkunçtur. Üst üste yığılmış küme küme köpek cesetleri vardır her yerde ve etrafa kesif, iğrenç bir koku yayılıyor. Kaptan köprüsünde toplanmış olan arkadaşlarının yanına çıkar. Hepsini mendilleriyle burunlarını tıkamış bir halde bulur. Koku o derece dayanılmaz bir hal alır ki ikinci kaptan emir verir. Kamaraların kapılarını, pencerelerini kapatırlar. Vapurun diğer kısımları da kapatılır.
Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden yoksun yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyor. Güneşin parlak ışınları görme yeteneklerini azaltmış olduğundan üzerinde bulunan hayvanları önce fark edemezler. Ada üzerinde bulunan taşlar hareketli, büyük bir kütle halinde çalkalanıyor, kaynaşıyor sanıyorlar. Bunu güneşin kendilerine oynadığı bir oyun zannediyorlar önce.
Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor. Bir kısmı kıyıya yayılmış, güneşin yakıcı sıcağından kurtulmak ve biraz serinlemek için kendilerini suya atıyorlar. Diğer bir kısmı tepelere tırmanmış adeta tiyatrolardaki panoramaları andıran acıklı bir tablo vücuda getirmişler. Yaklaştıkça durum ve görünüşler daha belirgin hal alır. Dürbüne ihtiyaç duymaksızın gözleriyle her şeyi, bu zavallı hayvanların çaresiz çırpınışlarını kederle görüyor ve izliyorlar.
Köpeklerin büyük bir kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmışlar. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar. Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, kovuk arıyorlar. Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar. Seslerini şimdi tam olarak işitiyorlar. İşittikleri bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadına benziyor.
Kaptan geminin düdüğünü çaldırır. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlanırlar. “Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam” diyor gazeteci. Şöyle devam ediyor:
“Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler... Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor.”
Vapur hareket eder. Zavallı köpekler yine onları son bir ümit ile takip etmeye çalışarak çırpınırlar.
“Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan vardı. Uzaktan bir romorkörün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Sivri Ada'nın aç sakinlerine İstanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk...”
*
Kısa bir süre içinde adaya bırakılan 80 bin köpeğin hepsi öldü. Ada’dan pis bir koku yayıldı İstanbul’a. Derler ki, o kesif köpek cesedi kokusu, İstanbul’un Anadolu yakasının sahil şeridinde, üç dört sene boyunca kovaladı insanları her yerde.
Bu olaydan sonra Sivri Ada’nın adı değişti, “Hayırsız Ada” olarak yerleşti İstanbul halkının diline.
*
Poyraz Musa Doktor gittikten sonra hep onun anlattıklarıyla cebelleşip durdu. Yarı uykuda yarı uyanık sabahı zor edebildi. Doktor’un sözleri kulaklarında çınlıyordu:
“Dedi, bir tek köpek kurtuldu Sivriadadan, milleri yüze yüze Burgazadasına geldi, kıyıya, kumların üstüne serildi kaldı. Dedi, merhametli insanlar onu gördüler. Bir derin derin soluk alıyor, bir, soluğu kesiliyor, küçük, tüyleri birbirine yapışmış, daha da küçülmüş turuncu köpek cansız kalıyor, sonra da birden karnı kabarıp inerek soluk alıyor, kıyıda, onun macerasını, yani Sivriadadan kaçıp canını kurtardığını bilenleri sevindiriyordu. Dedi, bir baytar, kalabalığın arasından sıyrıldı geldi, kucakladı köpeği götürdü. Bir hafta sonra küçük turuncu köpekle adada dolaşıyor, dedi, sevinçlerinden insanlara gözyaşı döktürüyorlardı.” (Yaşar Kemal, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, YKY, s.220)
- Bisiklet!1 gün önce
- Kitapla yeni insan yaratmak5 gün önce
- "Deli Kont"un esrarengiz kitabı1 hafta önce
- Cesaret, iki kadın, iki şair1 hafta önce
- Reçel yapar, dantel işler, örgü örer, roman yazardı2 hafta önce
- Kitaplar bize ne yapar?2 hafta önce
- Arkadaş hafızasında saklanan "emanet" şiir3 hafta önce
- Bazı günler…4 hafta önce
- Kim yaşıyorsa öksüz değilsiniz?1 ay önce
- Nemrut, İbrahim ve tarihimizde bir çiğköfte vakası1 ay önce