"Ulysses" Türkçeye, "Tutunamayanlar" İngilizceye neden çevrilemez?
James Joyce’un meşhur romanı “Ulysses”i, Nevzat Erkmen tarafından Türkçeye çevrilip yayınlandığı 1996 yılından beri kaç kez okumaya teşebbüs ettim bilmiyorum ama her girişimimde başarısız olup geri çekildim, hatta bir seferinde otuz sayfa kadar da okudum ama ilerlemek ne mümkün, nasip olmadı.
Kitabı esas dilinden, İngilizceden okumuş sanırım bu memleketteki birkaç kişiden biri olan meşhur bir yazar arkadaşıma bir gün, bir türlü kitabı okuyamadığımı söylediğimde yüzüme tuhaf tuhaf bakmış, “Bir Müslüman ben Kuran-ı Kerim’i okuyamıyorum diyebilir mi? Bence bir laikin de ‘ben Ulysses’i okuyamıyorum’ deme hakkı yok” demişti. Bu kez de ben tuhaf tuhaf yüzüne bakmış, “Her halde ben imanı o kadar kuvvetli bir laik değilim” demiştim gülerek.
Çeviride bir sentaks sorunu mu vardı, sanmıyorum, zira çok iyi bir tercümanın elinden çıkmıştı. Peki, bu kitabın Türkçe çevirisini bu kadar güçleştiren şey neydi? Bu soruyu çok sordum kendime ama cevabını bulamadım. Ta ki günün birinde Murat Belge’nin vakti zamanında bu kitap üzerine yazdığı yazıyı okuyuncaya kadar. Murat Belge, yazıyı romanın Türkçeye çevrilmesinden on sene önce yazmıştı; yazı “Ulysses çevrilir mi?” sorusuyla başlıyordu. Fransızca ve Almanca çevirileri olduğuna göre demek ki bu tür girişimlerde bulunanlar vardı dünyada diyordu.
Murat Belge çok iyi bir edebiyat çevirmenidir, özellikle Faulkner’dan ve başka yazarlardan mükemmel çeviriler yapmış. Ona göre “Ulysses” kesinlikle Türkçeye çevrilemez. Dahası böyle bir çeviriye gerek de yok. Çünkü bu kitabı çevirmek için, “İngiliz dili içinde üretilmiş bir ‘etki’nin bir başka dilde yeniden-üretimi gerektiriyor” ki bu imkânsız, olayın olmazlığı da buradan geliyor zaten.
*
Çeviri insanların birbirlerini anlama ihtiyacından doğdu. Bu işin tarihi de insanın tarihi kadar eskidir. İki ayağı üzerine doğrulduktan sonra, şöyle etrafına bakıp yalnız olmadığını anladığı andan itibaren insan, o sırada gördüğü yaratıklar kimlerse, insan olsun hayvan olsun, onlarla anlaşma ihtiyacını hissetti. Önce el kol hareketlerini yaptı, sonra boğazından mırıltılar şeklinde tuhaf sesler çıkardı. Sonra iletmek istediklerini resme, çizgilere döktü, taşlara, ağaç gövdelerine, bulabildiği her uygun nesneye resimler, çizgiler çizerek derdini anlatmaya çalıştı. Mağara duvarlarına çizdiği bu şekiller zamanla yazıya dönüştü. Sonra papirüs saplarından kâğıda benzer bir şey icat etti, bu kez derdini o papirüslere yazmaya başladı. Çok sonra matbaa denilen bir icat yaptı, yazı yaygınlaştı ama hâlâ farklı diller konuşan insanlar birbirini anlamıyorlardı. Önlerinde iki yol vardı ya anlamadıkları o dili öğrenecek ya da o dili kendi diline tercüme edeceklerdi. Çeviri dediğimiz şey böyle doğdu. Zamanla gelişti bu teknik, günümüzde de sanat halini aldı.
*
Sanat dedim, zira çeviri kelimeler, cümleler arasında bir seçim yapmadır. Mevcut, yüzlerce kelime arasında uygun kelimeyi, uygun cümleyi seçip ona karar verme sanatıdır. İnsan aklına dayalı bir uğraştır yani, bir makine bunu yapamaz. Bugün, Google hazretlerinin yaptığı çevirilere çeviri demememizin sebebi budur, makine kelimeler arasında seçim yapmaz, uygun olanı değil, verili olanı oraya koyar ki, ortaya çıkan metin “direkt” bir metin olur. Bildiğim iki dilden bir örnek vereyim: Kürtçede, “Ez têm çavê te” cümlesini makineye verdim, bana “Gözüne geliyorum” diye motomot çevirdi ama dilin inceliklerini, duygusunu bilen bir çevirmen bu cümleyi, “Gözlerinden öperim” diye çevirir ki, doğrusu da budur.
Çeviri bir dilde yazılmış bir metni, anlamı değişmeyecek şekilde başka bir dilde ifade etmektir. Kendini çevirdiği metnin yazarı yerine koyup, “yazar şu anda çevirdiğim metni benim dilimde yazsaydı nasıl yazardı” diye düşünüp ona uygun çevirmektir. Bu yüzden çok iyi İngilizce bilen ve Shakespeare’in de aralarında bulunduğu birçok yazardan çeviriler yapmış olan şair Can Yücel, “çeviren” değil de “Türkçe söyleyen” diyordu yaptığı çevirilere.
Yine, mesela Kuran-ı Kerim başka bir dile çevrilemez, çünkü çeviri insan sözüdür ama Kuran’ın Arapça olan özgün metni Allah’ın kelamıdır, Allah’ın sözüne bir başkası kendi duygusunu katamaz, müdahale edemez, kelimeler arasında seçim yapamaz, o metin nasıl indiyse öyle kalmak zorundadır. Bu yüzden Kuran çevirilerine “çeviri” değil de “meal” denir, insan onu aklının erdiği kadar yorumlayabilir ancak.
Haydi gelin, “inşallah” kelimesini Türkçeye çevirelim. Bu kelime Türkçeye birkaç değişik şekilde çevrilebilir:
“Allah izin verirse."
"Allah nasip ederse.”
“Canım pek istemiyor ama bakarız.”
“Söz vermeyeyim.”
Şimdi “inşallah”ı bu cümlelerden biri olarak çevirdiğimizde ortada “inşallah” diye bir şey kalıyor mu? Kelimenin bütün büyüsü çoktan kaçtı gitti elden.
*
Dünyada ne kadar çevirmen varsa, birbirinden farklı o kadar çeviri vardır.
Mesela Umberto Eco’nun “tıpkı Beethoven’ın 5. Senfonisi gibi olağanüstü bir davul vuruşuna” benzettiği “Komünist Manifesto”nun bütün zamanların o en meşhur kitap açılış cümlesini, kitabı Türkçeye çeviren altı çevirmen birbirinden farklı çevirmiş. Bütün çevirilere baktım; Muzaffer Erdost, “Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor-komünizmin hayaleti”; Nail Satlıgan “Avrupa’da bir heyula kol geziyor-komünizm heyulası”; Rekin Teksoy “Avrupa’da bir umacı dolaşıyor: Komünizm umacısı”; Celal Üstel “Avrupa’ya bir heyula korku salıyor: Komünizm heyulası”; Levent Kavas “Avrupa’da bir hortlak kol geziyor-komünizm hortlağı”; Tanıl Bora ise “Avrupa’da bir heyûla dolanıyor-komünizm heyûlası” biçiminde çevirmiş.
(Ha bu arada ben en çok Tanıl Bora’nınkini beğendim.)
*
Tahminlere göre bugün dünyada yedi biden fazla dil var. Bu dillerin içinde sadece 76 tanesiyle edebiyat yapılabiliyor, geride kalanlar zaman içinde ölüp gidiyor. Dilleri ayakta tutan, onları var kılan tek şey edebiyattır; edebiyatın içinde de romandır. Bir dilde, başka bir dile çevrildiği zaman bir anlam ifade edebilen, okunan, sevilen romanlar yazılıyorsa, o dile artık kolay kolay zeval gelmez.
Konudan, yani çeviri meselesinden uzaklaşmamak için gelin bir deney yapalım.
Bir ara Maarif Vekilliği de yapmış, Türkçe ezanın da mimarlarından olan Reşit Galip’in yazarak ilk defa kızlarına okuttuğu, 1930’lu yıllardan itibaren okullarda her sabah yüksek sesle okutulan, yakın zamanda Ak Parti tarafından kaldırılan, kaldırılmasına parlamentodaki sosyalist bir kadın milletvekilinin “hayıflandığı” meşhur “Andımız”ı önce İngilizceye, sonra İngilizceden Fransızcaya, ondan Almancaya, böyle böyle sırayla şu anda dünyada bulunan yedi bin dile çevirelim ve en sonunda elimizdeki metni tekrar Türkçeye çevirelim ve ortaya çıkan halini parlamentoda bulunan o sosyalist milletvekiline gösterelim. O kederli milletvekili metne bakıp saçını başını yolmaz mı, “güzelim Andımıza ne olmuş böyle, esas Andımızı isterim, bana Andımızı getirin” demez mi?; der, zira ortaya çıkacak olan metin bambaşka bir metin olur. Keşke böyle bir imkânımız olsa da böyle bir oyun oynayabilsek… Ben en çok, metnin içindeki “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” cümlesinin alacağı hali merak ediyorum mesela!
*
Bizde, Türk aydınının “tercüme bürosundan” çıktığı söylenir. Bu mevzu uzun, buraya girmeden şunu söylemek mümkün. Hasan Ali Yücel’in Maarif Vekaleti sırasında girişilen “klasiklerin tercümesi” hamlesi, bazılarına göre “aydınlanmaya” yol açtı ama mesela Hilmi Yavuz’a göre bir kuşağı da “solcu” yaptı. “Ceviz Sandıktaki Anılar” kitabında Hilmi Hoca “Bizim kuşak sola edebiyattan gelmiştir. Sol edebiyattan değil. (…) Marks’ı, Engels’i, Lenin’i okuyarak değil, size tuhaf gelebilir, Tolstoy’u, Balzac’ı, Dostoyevski’yi okuyarak ‘solcu’ olmuştuk,” der.
Solculukla alakaları olmayan Balzac, Tolstoy ve Dostoyevski, nasıl oldu da bizim münevverleri solcu yaptı? Balzac kralcı ve koyu Katolik, Tolstoy bir ahlakçı, Dostoyevski ise berbat bir milliyetçi ve koyu bir dindardı.
Edebiyatın gücü budur işte. Bu kitaplarda o büyük yazarlar bir siyasi fikrin propagandasını yapmıyorlardı, hikayelerinin merkezinde “insan” vardı, zaaflarıyla, pişmanlıklarıyla, ıskaladıklarıyla, küçük zaferleri, büyük yenilgileriyle pür insan... Dünyayı felakete, büyük yıkıma götüren zorba anlayışa kafa tutmuşlardı, İsmail Coşkun Hocanın şahane deyimiyle “bir ideolojinin hoparlörü” sanatçılar değildi. Bu yüzden Hilmi Yavuz ve kuşağına onların kitaplardan geçen şey, “bilinç” değil, “liberal ve hümanist bir ahlak” anlayışıydı. Bu anlayış “duygularını” etkiledi, yeni bir “kimlik” aşıladı onlara. Onlar da bunu Türkiye’ye özgü solculuk sandı. “Sola” yönelmeleri Yavuz’un deyimiyle, “soyut ve teorik bir bilgilenmeden yoksun, ama somut insanlık durumlarından yola çıkan bir ahlaki duyuş ve tavır alışla gerçekleşmişti.”
Onları komünist bir ihtilal yapmış olan Lenin değil, Lenin’in “gerici bir pislik parçası” dediği Dostoyevski gibi yazarlar “solcu” yapmıştı.
İyi edebiyat çevrisinin bir “faydası” buysa, kötü teorik metin çevirilerinin de yarattığı başka bir felaket vardır başka yerde. Marksist klasiklerin kötü çevirileri, Hilmi Yavuz’dan sonra gelen solcu kuşağı da kendi toplumuna yabancılaştırdı, 19. yüzyıl Avrupa’sını tahlil eden metinler sanki Anadolu’yu anlatıyormuş gibi algılandı, öyle okundu. Mesela Lenin’in “Devlet ve İhtilal” kitabında geçen bir çeviri cümlesi şöyle:
“Kolonilerde kolonların söz hakkı yoktur.”
Bu kitabı okuyan birçok kişi buradaki “kolonu”, apartmanın altına galeri, beyaz eşya mağazası yapmak için kestiğimiz “kolon” sanır.
*
Biz dönelim Murat Belge’nin bize anlattığı “Ulysses neden Türkçeye çevrilemez” meselesine. Belge’ye göre bu kitabın çevirisini imkânsız kılan şey “İngilizceyi Joyce’un kullanış biçimi”dir. İngilizcedeki “kaleidoskop” kelimesiyle oynayarak Joyce’un türettiği yeni anlamları örnek verir, sonra da romanda “Doğumevi”ni anlattığı bir bölümde yazarın “İngiliz edebiyatının üslup tarihinin parodisini” yaptığını söyler Belge. Çeşitli yazarların üsluplarını taklit ederek İngiliz edebiyatının klasik döneminden modern dönemine kadar gelir Joyce. Amacı fiziksel doğumla edebiyatın doğumunu birlikte anlatmaktır. Şimdi, bu bölümü Türkçeye çeviren mütercim ne yapacak? Diyelim ki uyarlama yoluna gitti, Joyce Türk edebiyatının doğuşunu bize Mercimek Ahmet’ten başlayarak mı anlatacak? diye soruyor Belge haklı olarak, ona göre bu imkansız bir iş. “Shakespeare, Milton çağlarında biz Baki, Fuzuli parodisi yapacağız”; bu işi de o zamanlar bizde hak getire düzyazıyla yapacağız üstelik, hey lolo!
Belki benim bütün girişimlerime rağmen “Ulysses”i okuyamamamın sebebi çeviriye gelmemesidir; yoksa “imanı gevşek bir laik” olduğumdan değil.
*
Murat Belge’nin bu yazısına, denemelerini topladığı “Sanat Edebiyat Yazıları” kitabı içinde rastladığım sırada, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanını ikinci kez okuyordum. Sağa sola bakarken “Tutunamayanlar”ın yazılmasından 35 sene sonra, 2017 yılında, Oğuz Atay’ın kitabını adadığı kıymetlisi Sevin Seydi tarafından İngilizceye çevrildiği haberi ilişti gözüme.
Benim de ilk aklıma gelen, Murat Belge’nın “Ulysses” için söyledikleri oldu; ben de “Tutunamayanlar”ın en azından bazı bölümlerinin başka bir dile çevrilemeyeceğini düşünüyorum. Öztürkçe veya Osmanlıca parodisini yaptığı bölümlerde çevirmen “Özingilizce” veya “arkaik İngilizce” parodisi mi yapmış acaba? Yetmedi, romanın 646 ile 651. sayfaları arasında Türk edebiyatında yazılmış metinler arasında bir gezintiye çıkarak o metinlerin üsluplarını taklit eder Oğuz Atay. Çevirmen burada ne yapmış sahiden?
Romanın kahramanı Selim Işık’ın “mahrem-i esrarım” dediği bir defteri var, o deftere 3 Nisan günü “başkalarının düşüncelerini” de yazmaya başlıyor, aklına gelen her şeyi yazıyor. Şiirle başlıyor, yabancı dillerden Türkçeye çevrilmiş, “yabancı dil kokan” şiirler. Bu şiirler “Orada her şey büyülü ve usandıran bir haşmetle görünür/Bütün renkler ve kokular iç içe/Kader duvarları koyu ve karanlık gölgelerini salar/Buradan ebediyete kadar” gibi şiirlerdir ve başka bir dilden Türkçeye çevrilmişlerdir. Şimdi “Tutunamayanlar”ın çevirmeni, bu çevirinin çevrisi olan şiirleri İngilizceye tekrar nasıl çevirmiş çok merak ediyorum. Bir de eski dilde olan şiirler var, “Mutasevver ve mülayim bütün muadeletlerin müphemiyeti/Bu sakim heyûlâyı fıtretle kaydediyor/Deniz cisimlerinin mütemadi in’ikâsı içinde/Zulmet, bana artık zannedildiği kadar müstakim görünmüyor,” gibi… Sahi İngilizcede bu dizeler nasıl duruyor acaba? Geliyoruz Cumhuriyet devrine: “Seni hürmete lâyık yapan kara sapandır/Toprak altında yatan ya deden ya babandır” veya “Ekmek yirmi beş kuruş, bu ne biçim hükümet/Kalmadı artık bizde hakka hukuka hürmet”, gel de İngilizceye çevir ve bir anlamı olsun bu dizelerin.
Buradan Cumhuriyet’ten önce Türkçeye çevrilmiş romanlara geçer Oğuz Atay. Şöyle çeviriler mesela:
“Lagraj, Lökok’a sert bir nazar atfetti. Aşağı Löretaya’nın bu iki muannit serserisi için mutavaat kabul etmez bir vaziyet hasıl olmuştu. Her ikisi de müthiş bir hâlet-i ruhiyenin esiri olmuşlardı. Lökok, nevmidâne konuştu:
‘Hissiyatına mağlup oluyorsun. Mersiyer bu elim vaziyetten bilistifade, Margörit’i avucunun içine, o menfur arzularına râm etmek üzere ve gayri kabili red bir şekilde bu toprakların üzerinde bize hayat hakkı tanımayarak alacaktır.”
Dil devriminden sonra çevrilen bir romandan birkaç cümle:
“Günün bu saatlerinde, Tosfanya vadisi derin bir sükûnet içindedir. Ağaçların yaprakları, bir nebze olsun kımıldamaz. Vatre’nin malikânesine giden tozlu ve kış mevsiminde nakil vasıtalarının seyrüseferine imkân vermeyen yol, Şolye dağının eteklerinden kıvrılarak, bu nefis manzarayı, seyyahların gözlerinin önüne, gayri kabili nisyan bir şekilde serer. (…)”
Çevirinin çevirisini yaparken ne acılar çekmiştir çevirmen!
Ve önsözler… yazarları hayat hikayeleri, dergilerde çıkan eleştiri yazılarından, polemiklerden örnekler…
Bütün bunlar İngilizceye nasıl çevrilmiş dersiniz?
Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”ı yazmadan önce muhtemelen James Joyce’un “Ulysses”ini İngilizcede okumuş, onun İngilizcede yaptığını Türkçede yapmaya çalışmış, yani “esrarını” ondan almış tıpkı Şeyh Galip’in “Hüsn û Aşk”ın esrarını “Mesnevi”den alması gibi.
Bütün büyük yazarlar birbirlerini daima besler.
*
Yazıyı çevirmenliğime dair bir hatırayla bitirelim o halde.
Mehmed Uzun’un romanlarını 1990’lı yıllarda Kürtçeden Türkçeye çevirdiğimde, bazı milliyetçi Kürtler bana çok kızıyordu, onlara göre bu işi yaparak Kürtlere ait bu metinleri Türklere peşkeş çekiyordum. Dilim döndüğünce, “Olur mu öyle saçmalık? Dostoyevski, Tolstoy, Balzac Türkçeye çevrilmeseydi, biz o yazarlardan mahrum kalmayacak mıydık” diyor, beyhude bir çabayla kendimi savunmaya çalışıyordum. Sonra, uzun yıllar hapis yatıp çıkmış, hapishanede okumadık kitap bırakmadığını söyleyen bir “siyasi abi” çıktı karşıma Mersin’de, benim kitaplarımı da okumuştu mahpushanede. Yekten bana, “Seninle Mehmed Uzun’un üslupları ne kadar birbirine benziyor” dedi. Ben de “Sen Mehmed Uzun hangi dilden okudun?” diye sordum, “Senin yaptığın Türkçe çevirilerden,” dedi.
Sadece gülümsedim ben de.