Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Unutamadığımız film sahneleri üzerine konuşuyorduk. İflah olmaz sinema tutkunları hep yapar bunu, birbirlerine hafızalarından silinmemiş film sahnelerini anlatırlar. O kadar çok filmden aklımda kalan o kadar çok sahne var ki… Hangisini anlatsam acaba? Ha, tamam!

        “Zeki Ökten’in ‘Sürü’ filminden bir sahneyi, filmi Van’da Şehir Sineması’nda seyrettiğim ta 1979 yılından beri hiç unutmadım,” dedim arkadaşıma. “İki kardeşin yaylaya gelen çerçiyle yaptıkları alışveriş sahnesini... Küçük kardeş çerçiye bir kilo lokum ve kuru üzüm karşılığında deri kaplı elyazması eski bir kitap verir, çerçi tartar lokum ve kuru üzümü, kitabı alır, orada oturup avuç avuç yerlerken aldıklarından küçük kardeş büyüğüne der ki, ‘Adamın şehirde bir işi olsa her gün kuru üzüm yer, lokum yer.’ İşte bu sahneyi çok seviyorum.”

        “Niye seviyorsun?” diye sordu arkadaşım.

        “Bilmem, belki o yaşlarda doyasıya lokum yiyemediğimdendir. Peki seninki hangisi?” diye ben sordum bu kez.

        “Benimki de Yılmaz Erdoğan’ın ‘Vizontele Tuuba’ filminden,” dedi ve anlatmaya başladı: “12 Eylül olmuş, kütüphaneci Güner Abiyi gençlerle birlikte alıp Diyarbakır’a götürmüşler, geride karısı ve sakat kızı Tuuba kalmış, onlar da ertesi gün şehirden gidecekler, Tuuba ile Emin vedalaşıyorlar. Tuuba diyor ki, ‘Yazarım sana’, Emin, ‘Yazma’ diyor, ‘O zaman bekliyor insan. Buraya çok az insan geliyor, çok insan gidiyor. Kalan da bekliyor ama bazen çok uzun bekliyor. Yani hani insan mesela zannediyorsun ki, bi yoldan birisi gelecek… Boş, uzun bir yol. Devamlı bekliyorsun… Sonra kimse gelmiyor. Yazma.”

        “Niye seviyorsun bu sahneyi?” diye sordum.

        “Uzun beklediğim bir anımı bana hatırlattığı için,” dedi hafifçe gülümseyerek ve bir hikâye anlatmaya başladı bana.

        *

        O sene bütün bir yaz bekledim.

        Uykusuzluktan mustarip birisi kaçıp giden uykuyu, sevdiğinden ayrı düşmüş bir aşık kavuşmayı, sabırsız bir anne adayı doğacak olan çocuğu, bağrı yanık bir ana askeri giden oğlunu, sevgi denilen şeyin tadını almamış bir nasipsiz sevgiyi bekler. Kimisi aradığı halde hiçbir kuytulukta karşısına çıkmamış olan aşkı, kimisi piyangodan çıkacak ikramiyeyi, sabırsız bir damat düğününü, hapishanede yıllarını geçirmiş emektar bir mahpus tahliyesini bekler. Kimisi parayı, kimisi saadeti, kimisi çekip gelmesini, kimisi çekip gitmesini, kimisi bir daha dönmeyecek olan gideni, kimisi baharı, kimisi kışı, kimisi yağmuru, kimisi tatili, kimisi saygıyı, kimisi adaleti, kimisi demokrasiyi, devrimi, düzenin değişmesini, kimisi olmayacak olanı, kimisi güzel haberi, kimisi namaz için ezanı, kimisi o büyük şair gibi “yeryüzü sürgünlüğünün” bitmesini bekler. Üstattan desturla acılar içinde kıvranan bir hasta sabahı bekler, derin bir mezar taze ölüyü bekler, onunla beslenen şeytan günahı bekler… Ben ise daha basit bir şey bekliyordum o yaz; beklediğim bir mektuptu...

        Mektup denilen haberleşme aracının henüz hayatımızdan çıkmadığı, bazen bir çiçek resmi, bazen kâğıda bastırıp elimizin şeklini çizdiğimiz, bazen bir kuş resmiyle süslediğimiz o mektup zamanlarından kalma yapış yapış bir yazdı. Şehir sıcak karşısında mecalsizdi. Herkes serin bir gölgelik arıyordu. Güneş alev olmuş mahlukatı, evleri, bayırları yakıyordu. Bense o sıcakta, ateşlerin en şiddetlisine yakalanmış, beklemenin narında kavruluyordum.

        Önceleri hafif bir yüktü beklemek, günler günlere eklendikçe yük ağırlaşmaya başladı, bir süre sonra demir bir külçe gibi oturdu omuzlarıma. Sanki gelip bir uçurumun başında durmuştum.

        Şimdi bekleyecek pek bir şeyim yok. Bu yüzden aradan yıllar geçtikten sonra beklemenin ne demek olduğunu anlatabilirim galiba oynadığımız bu oyun vesilesiyle.

        *

        Aynı sınıfta arka arkaya sıralarda oturuyorduk. Saçlarını seyrediyordum. Bir şelale akıyordu sanki sıranın üzerine. Birer isim verdiğim saçlarının her teli, ıssız, ferah, kokularla dolu serin, koyu bir ormanın derinliklerine çağırıyordu beni. Bazen dönüp bana bir şey söylediğinde, içimden bir kuş kanatlanıyordu. Gözleri gözlerime değdiğinde, gözlerindeki küçük çayırlık şahlanıyordu. Kokusu deli ediyordu beni. Her sabah duyduğum o koku nasıl bir kokuydu Allah’ım! Şimdi gitsem o uzak şehre, o sınıfa girsem, o sıraya otursam, aradan yarım asır geçtiği halde o kokuyu o sıraya sinmiş halde bulacağıma eminim.

        Hiçbir zaman içimden geçenleri anlatmadım ona. Okul bitecekti ve o gidecekti bu şehirden. Babası, dışarıdan gelmiş bir memurdu, tayini çıkmıştı çok uzak bir şehre, kızının liseyi bitirmesini bekliyordu. Bense onun gitmesini beklemiyordum, ama o gitmeyi bekliyordu. Benim için zaman bir atlı, onun için zaman bir taşa oturmuş kaygısızca tespih çeken bir miskindi; bunu sabırsızlığından anlıyordum.

        Tuuba, Emin’e demişti ya “yazarım sana,” Emin de beklemenin cehenneminde yanmamak için “yazma” demişti ya o sahnede. Ben yekten “yazarım” dedim ona, o “yazma” demedi, gideceği şehirdeki adresini verdi bana.

        Sonra günün birinde onun için taşa oturmuş olan zaman denilen miskin ayağa kalktı, tespihini cebine koydu, hızlı hızlı yürüdü ve onu alıp götürdü. Ben de birkaç gün sonra yazdım ona. Ona söyleyemediğim her şeyi yazdım. Kokusunu, içimde kanatlanan kuşu, gözlerinde taşıdığı küçük çayırlıkta derleyip koklamak istediğim çiçekleri, her şeyi… Nasılsa yüz yüze bakamayacaktık bir daha, ben de bunları söylemekten utanmayacaktım. Uzaktan ret edilmek de o kadar koymayacaktı bana. Bir iki seneden beri bağlanmış olan dilimi mektup çözdü. (Mektubun cevabı eve gelsin istemiyordum, babam, annem, kardeşlerim görsün istemiyordum, berberlik yapan bir arkadaşımın dükkânın adresini yazmıştım, cevabını “Berber Sabri’nin eliyle” gönderecekti.)

        Postaneye gittim. Bir yakınımızın, bizim oralarda o zamanlar evlilik yaşı çoktan geçmiş kızı Nermin çalışıyordu postanede, ondan pul aldım, mektubu verdim Nermin’e, o da alırken zarfa bakıp müstehzi müstehzi gülümsedi bana.

        Ben de o lahza beklemeye başladım. Gelecek olan cevapta, sadece tek bir şey olsun istiyordum. Biliyorum bir daha hiçbir zaman karşılaşmayacaktım onunla ama o bana “niye bu kadar bekledin” desin yeterdi veya içinden geçen neyse...

        İlk hafta, mektup ancak eline geçmiştir diye bekledim. İlk on gün mektubu ancak okumuş, cevap yazmıştır diye bekledim. Bir haftayı da mektubunun bana ulaşmasına ayırdım, bekledim ve bundan sonra asıl bekleme denilen azap başladı. Artık her sabah o gün Berber Sabri’ye gitmenin heyecanıyla uyandım. Oraya gidinceye kadar zaman normal akışında aktı; Berber Sabri beni görüp “yok” dedikçe zaman çiğnenmiş sakız gibi yapıştı yere. Her şey dondu, gördüğüm her şey, yoluma çıkan her şey taş kesildi, bulutlar bile gökte aynı kaldı. Zaman akıyordu ama ben içinde değildim, bir sel halinde her şey yanımdan hızlıca geçiyordu ama ben aynı yerde taş kesilmiştim. Ayaklarımın altından hiçbir şey o sele kapılmıyordu. Yalnızlaşmıştım, zaman sanki beni dışına tükürmüştü.

        Bazen de Berber Sabri’nin dükkânı yerine doğrudan postaneye gidiyordum. Her gidişimde Nermin’i bir masanın üzerinde birikmiş mektupları tasnif ederken buluyordum. O mektuplardan birisi mutlaka bana gelen mektuptu. Bu kadar çok mektubun içinde neden benimki de olmasındı! Bankonun arkasından gelişimi gördükçe, yüzünde hep mektubu ilk teslim ettiğim günkü ifade olurdu Nermin’in. Sanki o alaycı ifade de zamanla birlikte donmuştu. Mektubu soracağımı biliyor gibi, böyle umutsuz bir el hareketiyle “ne yazık ki yok” diyordu bana.

        O andan itibaren zamanın nasıl geçtiğini sadece ben biliyordum. O duyguyu kimseye anlatamazdım, anlatsam bile kimse anlayamazdı. Göğüs kafesimin içini sanki kürek kürek korla doldurmuşlar gibi, boğazım dışarıya alev püskürten bir boru sanki… Boş bir teneke kutu gibi işe yaramaz, bozulmuş bir nebat gibi tatsız, aklını yitirmiş bir meczup gibi şuursuz, ne yapacağını şaşırmış bir insan gibi iradesiz bir halde günleri günlere ekliyordum ve o mektup bir türlü gelmiyordu.

        Yüzlerce bahane buldum ona. Mektup yolda kaybolmuştu. Verdiği adres yanlıştı. Mektup başka şehre gitmişti. Ama yine de bekliyordum. İşi gücü vardı, ancak yerleşmişler, üniversite heyecanı sarmış kızcağızı, onca işi arasında oturup sana mektup mu yazacak. Ama bulduğum hiçbir bahane beni yine de o mektubu beklemekten alıkoymuyordu.

        Bir isim arıyordum halime, en sonunda uçurumda karar kıldım. Evet beklemek bir uçurumdu! Küçük bir adım o uçurumdan düşmeme yeterdi.

        Tam bu sırada iyi bir haber aldım. Üniversite sınavını kazanmıştım. O yaşıma kadar tuttuğum kaç dilek varsa bu gerçekleşen en büyük dileğimdi. Bu şehirden gidecektim. Birkaç gün bu haberin sevinciyle yaşadım, sonra tekrar o mektubu beklemeye başladım. Bir postaneye, bir berbere gittim. Sıraya koymuştum. Postaneye gidince artık berbere gitmeme gerek kalmıyordu, ben de ertesi günü bekliyordum.

        Her uzvum yorulmuştu artık. Bedenim, ruhum, canım, ayaklarım, belim, boynum, gözlerim, soluğum… Her şeyim... Dipsiz bir kuyunun ta dibindeydim, ağır bir taş gibi. Şairin deyimiyle “zaman gövde gösterisi” yapıyordu bana beklemekle. Semirmiş, şişmanlamış, azman olmuş, göğüs kafesime oturmuş, beni mecalsiz bırakmıştı zaman. Her şey büyümüş, şehri çevreleyen dağlar, kel tepeler, tarihi kale, aşağıda gürül gürül akan nehir, her şey büyümüştü. Bir tek ben küçücüktüm. İşe yaramaz boş bir çuval gibi… Kalbimin etrafını çepeçevre bir örümcek ağı sarmıştı.

        Böyle böyle yaz bitti ve o mektup gelmedi.

        Eylül başıydı. Bir sabah, bir büyük şehirde üniversiteye gitmek için otobüsün kalktığı yere geldim. Elimde kırık bir bavul, içinde de birkaç parça giysi vardı. Gidiyordum, beklediğim o mektup bu şehre gelmeyecekti artık.

        Otobüs postanenin önünden kalkıyordu. Annem, babam, kardeşlerim, arkadaşlarım beni uğurlamaya gelmişti. Otobüsün önü kalabalıktı. Herkesle vedalaştım, oturdum yerime. Camdan görüyordum. Tam o sırada Nermin postaneden çıktı, koşa koşa merdivenlerden indi, elinde bir mektup vardı, kalbim göğüs kafesimden fırlamak üzereydi, otobüsün kapısı kapanmadan yetişti, en ön koltukta oturan bana mektubu uzattı, yüzünde artık ezberlediğim o değişmeyen müstehzi ifadeyle bana kısacık baktı, hiçbir şey söylemeden indi otobüsten, koşa koşa merdivenleri çıktı. Ben de alelacele mektubu ceketimin iç cebine koydum, yolda okuyacaktım.

        Bekleyiş bitmişti.

        Otobüs hareket etti. O zamana kadar önümde duran uçurum dümdüz bir yol oldu. Kalbimin üstünde bütün bir yaz boyunca oturmuş olan o külçenin ağırlığı aniden kalktı. O külçenin yerinde duran mektup kuş olup uçmadan açıp okumalıydım.

        Otobüs şehirden çıkıyordu. Mektup cebimden çıktı. Ters katlanmış mektuba baktım, bu benim mektubumdu. Benim ona gönderdiğim mektup… Açıktı. İçine baktım, benim yazdığım satırlar…

        Yanında fazladan bir not vardı… Tek satırlık:

        “Ben istemeden hiçbir mektup bu şehirden çıkmaz.

        Nermin”

        *

        Hikayesini bitirdi arkadaşım, sözü sanki bitmemişti. Gözlerinde iki damla yaşla, “Sonunda beklemekle sabır arasında ilişkiyi gördüm be kardeş. Sabır yoksa, beklemek azaptır,” dedi ve sustu.

        “Madem sabırla bekleme arasındaki ilişkinin ilmini yapmışsın, o halde sence Hazreti Eyüp neyi bekliyordu?” diye sordum.

        “İşte modern edebiyatın cevabını aradığı en önemli sorulardan birisi,” dedi ve devam etti: “Bilirsin, tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında Eyüp’ün mahsus bir yeri var. En iyisi ben sana ‘Kitabı Mukaddes’teki versiyonunu anlatayım, diğerleri de aşağı yukarı benzerdir.

        Hazreti Eyüp pamuk gibi bir adam. Günahsız, doğru, kalbinde Tanrı korkusu olan bir adam. Yedi oğlu, üç kızı olan bir baba. Çok zengin. Yedi bin koyunu, üç bin devesi, beş yüz büyük baş hayvanı, beş yüz merkebi var. Hizmetkarlarının sayısı ise bilinmiyor. Sineği bile incitmiyor. Her sabah kalkıyor, olur ya ev ahalisinden birisi elinde olmadan bir günah işlemiştir diye hane halkı kadar kurban kesiyor, böyle bir huzur içinde mutlu bir hayat sürüyor.

        Şeytan, Hazreti Eyüp’ün bu halini görünce sinirden deliye döner. Hele tanrı kendisine bağlılığın ne demek olduğunu anlatmak için “hizmetkârım Eyüp” dedikçe kudurur. Ve günün birinde Tanrıya, “Sen Eyüp’ün bir elini yağdan bir elini baldan çıkarmadığın için böyle davranıyor, hele verdiklerini esirge bakalım ondan, bak bakalım o hizmetkarım dediğin adamdan geriye ne kalıyor” der.

        Tanrı, Şeytan’ın şartını kabul eder ve ertesi gün Eyüp’ü sınamaya karar verir. Ve Eyüp’ün malına mülküne hırsızlar, haydutlar saldırır, hayvanlarını kesip yer, her şeyini talan eder, ekinlerini ateşe verir, yetmez göklerden ateş düşer, tarlasını bağını bostanını yakar, deprem olur, çocuklarının tümü sofrada yemek yerken enkazın altında kalır, ölür. Başına gelen bütün bu felaketlere şahitlik yapan Eyüp kaderine razı bir halde hırkasını yere serer, üzerine diz çökerek sadece Tanrıya dua eder.

        Tanrı bu davranışına o kadar sevinir ki, meluna, “gördün mü sevgili hizmetkarımı bre zındık, bak beni suçluyor mu?” der. “Tamam” der şeytan, “onun canına dokunmuyorsun ki, bedeni sapasağlam, hiçbir şeyi canında hissetmiyor şimdi, hele bedenine, canına dokun bak ne yapıyor,” der. Tanrı Eyüp’ten emin, bu yüzden bütün bedenine büyük acılar veren, kaşıntıdan uyutmayan çıbanlar çıkarır bedeninde. Eyüp yine şikayet etmez, yerden bir kırık tas alır, onunla çıbanlarını kaşıya kaşıya yanan evinin külleri arasında oturmaya devam eder. Karısı daha fazla dayanamaz, “artık bir şeyler yap aptal herif” diye onu azarlar ama Eyüp yine de sesini çıkarmaz, Tanrı ile arasını bozmaz. Dostları onu zorlar ama o isyana kalkışmadan, doğru bildiği şey neyse öyle davranmaya devam eder.

        Bu hikâyenin sonunda Eyüp galip gelir tabi. Sabrıyla Tanrı’yı durdurmayı başarır. Tanrı zaferini kabul eder ve hizmetkarını ödüllendirmeye karar verir. Tez zamanda elinden aldıklarının iki mislini tekrar ona ihsan eder.

        Her hikâye mutlu sonla bitmez ama Eyüp’ün hikayesi böyle bir mutlu sonla biter.”

        “Dur şimdi kafam iyice karıştı. Bu hikâyede ‘Eyüp neyi bekliyordu?’ sorusunun cevabını nasıl bulacağım şimdi ben?” dedim.

        “Hikâye bize sabırla beklersen, mutlu sona ulaşırsın diyor. Ama bence bu durum hikâye icabı böyle. Kutsal kitaplar iyilik vazeder. Bu yüzden bize Eyüp’ün ibretlik hikayesini anlatırlar. Herkeste Eyüp sabrı olmayabilir, herkes onun kadar beklemeyebilir ama yine de denemekte fayda var. Fakat bence gerçek hayatta bu işler böyle değil.

        Beklersin, beklersin ama çoğu zaman, sadece beklemiş olursun. Benim hikayemde olduğu gibi, günün birinde beklediğin mektup, senin mektubun olarak sana geri gelir. Bu yüzden umut, beklemenin azabına karşı insanoğlunun bulduğu tek yoldur. İnsan hep o yolu gözler... Gelecek!”