Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Ha kitapçı dükkânı, ha çiçekçi dükkânı…
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” romanında kitapçı dükkanlarıyla çiçekçi dükkanlarını birbirine benzetir. İkisi de güzel kokular yayar etrafa… İkisi de birbirine yakın ürünler satar… İkisi de albenili, rengarenk mekanlardır. İkisinin de ürünleri sevinç yaratır insanda.

        Büyük romancıya göre kitaplarla çiçekler özel itina isteyen varlıklardır. Bu yüzden işin erbabı olmayan, gelişigüzel insanlar kitapçılıkla çiçekçilik yapmamalı. Ama ne yazık ki bu meslekler de artık olur olmaz kimselerin elinde çok uzun bir süreden beri, sattıklarıyla pek ilgileri olmayan kişilerin… Onlar da durmadan kitaplara ve çiçeklere eziyet ederler, onlara nasıl davranılacağını bilmezler. Olric’e seslenerek şöyle devam eder Oğuz Atay o muhteşem parçaya:

        “Herkes bu işi yapamaz. Bazı zalim insanlar, bin bir itinayla hazırlanan o çiçek gibi kitapları alırlar, hiçbir koruyucu tabakaya sarmadan, evet olduğu gibi, üst üste koyarlar: Sonra kalın ve çirkin bir iple bağlarlar. Zavallı kitapların, özellikle en üstte ve en altta kalanları, bu işlem sırasında kurban edilirler: Kapaklarının üstünde haç biçimi yaralar meydana gelir. Kaba taşıyıcılar da onları oradan oraya fırlatırlar. Lekeler ve buruşukluklar kitapları incitir. Kapaklar, dizgiler, baskılar için gösterilen bunca itinaya yazık olmaz mı? Satıcılar da gelişigüzel dizerler onları: İsimlerini bile öğrenmeden. Onlar için en iyi kitap, en çok satılan kitaptır. Müşterinin ne biçim bir insan olduğuna bakmadan, yalnız en çok satılan kitapları överler onlara. Bu adamları bir imtihandan geçirerek yeterlilik belgesi verilmeli Olric. Herkes kitap satamamalı. Cahil kitapçıların, iyi okuyucuları rahatsız etmelerine izin verilmemeli artık. İyi okuyucu az bulunan, ürkek bir kuş gibidir. Kapıdan girer girmez kaçırmamalı onları. Bir zamanlar Selim, Balkanların ve Ortadoğu'nun en hassas okuyucusu olmakla övünürdü. Bu çeşit okuyucular, daha kapıdan içeri girer girmez sonsuz bir hürriyet havası duymalıdırlar. Kitapları serbestçe koklayarak başıboş dolaşabilmelidirler. Oysa, bu cahil kitapçılar hemen yanına yaklaşır, tüyler ürpertici kitap adları sayarlar. Kendi akıllarınca müşteriye yararlı olmak isterler. Ne gibi bir kitap istediğinizi sorarlar size: Polisiye bir şey mi olsun, yoksa bir aşk romanı mı? Bazı kitapları insanın burnuna sokarak, bunların çok tutulduğunu, herkesin satın aldığını söyleyerek baskı yaparlar. Oysa bu okuyucular, kaçmak için küçük bir bahaneye bakarlar: Uçup giderler hemen. Bu az bulunur kuşların çekingenliğini hep yanlış yorumlarlar aptal kitapçılar. (…) İnsan bazı kitapçıları kapıda görünce, onların bekleyişinden korkar da içeri adımını atamaz.”

        *

        Girdiğim her kitapçıda, büyük romancının “çiçekçi dükkânı” benzetmesi gelir aklıma. Çiçekçi dükkanlarında çiçek kokusu karşılar insanı, kitapçı dükkanında da kitap kokusu…Çiçek kokusundan daha güzel kokudur kitap kokusu bana göre. Kitap kokusu, eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasırdır, hafif küflü, keskindir. Müptelasına dünyanın en güzel kokusu olarak gelir.

        Aşağıya doğru inen bir merdivenle girilen izbe bir sahaf dükkanından bahsetmiyorum, bu tür dükkanlarda kitap kokusuna çoğu zaman rutubet kokusu karışır ki rutubet kokusu kitap kokusuna karışırsa hissedilen kitap kokusu değildir artık. Benim sözünü ettiğim, böyle ferah, iyi ışık almış, geniş geniş yayılmış, rafları çok yüksek olmayan, kitapla müşteri arasında hiçbir engelin bulunmadığı, çoğu zaman konuların rafların üzerine büyük harflerle yazıldığı, böyle rengarenk kitapçı dükkanlarıdır. Böyle bir kitapçı dükkanını dizayn etmek, bir resim sergisini, bir müzeyi dizayn etmekle aynı şeydir bana göre, hüner ister. (Ha dükkanda sadece kitap olacak. Kitabın yanına kırtasiye malzemesi, ıvır zıvır, hediyelik eşya falan koydun mu orası kitapçı dükkanı olmaktan çıkar. Kitap eşyanın içinde en muteber olanıdır, biriciktir, rakip istemez, hiçbir eşyanın onu gölgelemesine gelemez, böyle; kitaplara başka malzemeleri karıştırarak satan dükkanlardan fellik fellik kaçarım, oralar kitapçı dükkanları değildir, düşünsenize çiçekçilerin çiçek yanında bir de inşaat malzemesi sattıklarını…)

        Kitapçı dükkanını dizayn eden kişinin iyi okuyucunun “ürkek bir kuş” olduğunu bilmesi lazım, dükkâna girer girmez ona bir şey satmaya kalkışmamalı… Bilecek ki kitapçıya iki tür insan girer. Bir kitabı aramaya gelen ki o kişi zaten çoğunlukla aradığı kitabın adını sorar kitapçıya, bu gerçek okur değildir, “ürkek kuş” sınıfına girmez, işi aceledir, aradığını hemen alacak, ya çocuğuna öğretmenin verdiği bir ödevin kitabını aramaya gelmiş bir anne veya babadır ya bir arkadaşına hediye almaya gelen biri ya ne aradığını bilen kararlı okurdur; ikincisi asıl müşteridir ki ne aradığını bilmeyen müşteridir. Heyecanla girer kitapçıya, en çok merak ettiği “yeni çıkanlardır”… (Mesela ben “çok satanlar” rafına bakmıyorum bile. Çünkü son zamanlarda aynı zamanda kitapçılık da yapan bazı yayınevleri veya bir görüşe yakın duran dükkan sahibi ille de satmak istediklerini veya kendi yayınlarını alıyor “çok satanlar” rafına.) Bir de üçüncü bir kategori vardır ki bunlar kitapçı dükkanına serbestçe zamana kıymaya, kitap kokusunu ciğerlerine çekmeye gelenlerdir ki işin erbabı kitapçı, daha girer girmez, kendisinden önce dükkana giren burnundan tanır onları.

        *

        İşinin erbabı kitapçı bütün kitaplara eşit mesafede yaklaşan kitapçıdır. Kitaplar arasına görüş ayrılıklarını sokmaz, onları meşrebine göre ayırmaz, sevdiği veya sevmediği yazar kategorilerine ayırmaz… Bütün kitaplar, sayfaları arasında hangi fikri barındırırsa barındırsın, yazarı ister iyi ister kötü insan ister sağcı ister solcu olsun işin erbabı kitapçı için hepsi onun velinimetidir. Mesleğini seven işin erbabı kitapçı o gün ne kadar kitap sattığına ne kadar kâr ettiğine bakmadan o gün ne kadar insanla, gelen insanların kitaplarla ne kadar haşır neşir olduğuna bakan kitapçıdır; eğer gün boyunca dükkanında kitaplara gösterilen ilgi onun istediği seviyedeyse o dünyanın en mutlu kişisidir.

        İşin erbabı kitapçı, dükkândan girer girmez müşteriyi hareketleriyle değil, ona hissettirmeden onu göz ucuyla takip eder. Gerçek kitap okurunu tanır, gelen gerçek okursa eğer, ilgilendiği kitaplara bakarak, daha sonra dükkanında onun ilgisine göre düzenlemelere gider. Kitapları seven işin erbabı kitapçı kitapları hep aynı yerde tutmaz, gezdirir, her kitap bulunduğu yerdeki yerini beğenmeyebilir, işin erbabı kitapçı kitabın niyetini bilir, yerini değiştirir zaman zaman ya ön yüzünü ya sırtını müşteriye gösterir.

        İşin erbabı kitapçı, “daima meşgul görünen” kitapçıdır. İçeri girdiğinde kitapçı derin bir meşguliyet içindeyse müşterinin içi açılır. Adamın işi var, nasılsa bana bir kitap satmaya kalkışmaz diyerek müşteri rahat rahat gezinir, eşelenir. Kitapçı da meşguliyetine ara vermeden onu göz ucuyla takip eder.

        Yukarıda tarif ettiğim bir kitapçı dükkânı, kitap kokusuna müptela, kitap dolu bir mekanda ruhu huzur bulan bir kitap kurdu için bir işkence mekanıdır aynı zamanda. Acı çeker orada. Aynı anda karşısına çıkan bütün o kitapları okumak ister, bu duyguyla baş etmeye çalışırken, daha kaç kitap okumaya yetecek kadar yaşayacağının hesabını yapar, daha sonra da belki bir iki kitap alarak, belki de eli boş dükkândan çıkar, sokakta gezerken bile kendini bir süre o mekanda hisseder. Kitapçı dükkanları insanları kendi hayatları hakkında derin muhasebeler yaptıkları ender mekanlardır.

        Kitapçı dükkanlarında zaman kırık bir ayna olur dağılır ortalığa. O kadar yavaş, o kadar yavaş akar ki, aynanın her kırık parçasında insan kendinden bir yığın kendiyle karşılaşır. Ayak basar onlara, zamanın üstünden yürür. Kitapların arasında yürüyen insan, ayaklarının altında kendisinden parçalar olduğunu sanarak olduğundan daha yavaş yürür. Her hareketi yavaştır, zaman çekiştirerek uzamış bir sakızdır artık, yakasını bırakır insanın, kendini unutturur. İçerde bir müzik varsa da o müzik de o yavaşlığa eşlik eder. (Yine geliyoruz Milan Kundera’nın “yavaşlıkla hatırlama,” “hız ile unutma”arasında “gizli ilişkiye” dair o meşhur sözüne ki şöyle:

        “Bir şey hatırlamak isteyen yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır”.

        Kitapçı dükkanlarında, raflar arasında gezinen, bir rafın önünde durup bir kitap karıştıran, bir kitabı eline almış sağına soluna bakan, sayfalarını çeviren hemen hemen herkesin yüzündeki ifade benzerdir; hepsinin suratından bilgiçlik akar! Kitaplar mı insanları bu şekle sokar, yoksa aç bir insan vitrininde türlü türlü leziz yemeklerin sergilendiği bir lokantaya girdiğinde onun da suratına “bu yemeklerin hepsinden yiyeceğim, beni artık kim tutar” ifadesi mi yerleşir belki ama kitapçıdaki insanın suratına, “ben var ya ben, deniz deryayım ben, ilimde benimle kimse yarışamaz” ifadesinin gelip kurulması tartışmasızdır. Bilgi dolu mekanlarında bilgin tavrı takınmak insanın bilerek yaptığı bir şey olmasa gerek, yığın halinde duran bilginin halesidir belki de o sırada insanın suratına yansıyan.

        *

        Deminden beri anlattığım bir kitapçı dükkanına benzer bir mekanı dizayn etmek, bir sanat sergisini, bir müzeyi dizayn etmek gibi meşakkatli bir iştir, bu işi yapacak kişinin küratör niteliklerine haiz olması gerekir.

        İslam Ansiklopedisi’nin verdiği bilgiye göre, eskiden Vakıf kütüphanelerinden sorumlu“hafız-ı kütüb”ler varmış. Bu kütüphanecilerin, “esâmi-i kütüb-i mu’tebereye ârif ve müderris ve mu’idd ve müsta’iddînin muhtaç oldukları kütübün tafsiline vâkıf” yani “kütüphaneci sadece kitapların isimlerini bilmekle kalmayacak, aynı zamanda müderris, kütüphaneye gelecek olanlara kitapların tafsilatını anlatacak kadar bilgi sahibi” olması gerekirdi. Yetmez, hafız-ı kütüb’ün “mütedeyyin, mü’min, müstakim ve sahib-i vakar,” kendisine emanet edilen kitaplara hıyanet etmeyecek kimse olması da gerekirdi.

        Hülagu’nun Bağdat seferi sırasında tarumar ettiği, binlerce kitabı ateşe verdiği Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’ndeki kütüphane; Milli Kütüphane eski genel müdürü Müjgan Cumbur’un verdiği bilgiye göre vakfiyesi olan ilk kütüphanedir. Vakfiye’nin varlığını haber veren vak’ayı Müjgan Hanım, Nizaülmülk’ün “Seyahatname”sine dayandırarak şöyle aktarır:

        “Nizamülmülk Medrese-i Nizamiye’yi yaptırdıktan sonra hafız-ı kütüplüğünü Şeyh Ebu Zekeriya Hatîb Tebrizi’ye tevcih eder. Bunun her gece şarap içtiği ve birtakım güzel gençlerle meşgul olduğu Nizamülmülk’e haber verilir. Nizamülmülk, Şeyh Ebu Zekeriya’ya karşı güzel duyguları olduğunu söylemekle birlikte, şüphelendiği için, bir gece yalnızca medreseye gider; kütüphanenin damına çıkıp penceresinden bakar. Söylentilerin doğruluğunu gözleriyle görür. Evine gelince vakfiyeyi ister ve şeyhin maaşına bir misli zammeder. Beratını yazdırır, adamlarından bir vasıtasıyla Şeyh’e gönderir ve ona masraflarının bu kadar çok olduğunu bilmediğini, bilmiş olsa ilk maaşını ta’yin ettiği sırada vakfiyede şeyhin adına yazdığı vazifenin azlığına razı olmayacağını da söyletir. Şeyh Ebu Zekeriya bunu işitince Nizamülmülk’ün esrarına vakıf olduğunu anlar. Yaptıklarından mahcup ve nâdim olur. Tövbe eder ve ömür boyunca bir daha kötülük yapmaz.”

        Oysa biz kütüphanelerden değil, kitapçı dükkanlardan bahsediyorduk. Kütüphane ayrı, kitapçı ayrıdır. Çay satan yere çayhane diyoruz ama kitap satan yere kütüphane demiyoruz. Kütüphane daha çok bir ücret ödemeden kitap okuduğumuz, ama okuduğumuz kitaba zinhar sahip olamayacağımız müesseselerdir, amme hizmeti yaparlar… Kitapçıları kütüphanelerden ayıran şey, hepsini okumasak da bizi kitap sahibi yapmalarıdır.

        “Okumasak da” dedim de aklıma bir kitap kurdu olan Umberto Eco’nun söyledikleri geldi.

        Evinde binlerce kitabı ola üstada “bu kitapların tümünü okudunuz mu?” diye sorduklarında iki cevabı olduğunu söyler.

        Birinci cevap, “Hayır, bu kitaplar yalnızca önümüzdeki hafta okumam gerekenler, okuduklarım üniversitede.” İkinci cevap da şu: “Bu kitapların hiçbirini okumadım. Yoksa niye tutayım ki?”

        *

        Neyse konuyu dağıtmayalım. Sonuçta kitapçılara Şeyh Ebu Zekeriya gibi olmalarını tavsiye etmiyorum ama iyi bir kitapçı, bir “hafız-ı kütüb” gibi sadece kitapların isimlerini bilmekle kalmayacak, aynı zamanda bilgili olacak ve Oğuz Atay’ın deyimiyle bir çiçekçi dükkanına eşdeğer hassasiyette bir dükkân işlettiğini bilecek.

        Kitapsever dükkânından içeri girdiğinde yine Oğuz Atay’ın deyimiyle “sonsuz hürriyet havası” soluyacak ve “kitapları serbestçe koklayarak başıboş dolaşabilecek…”

        Bu niteliklere haiz iki kitapçı bilirim; biri “Pandora Kitapevi” İstanbul’da, öteki “Dost Kitapevi” Ankara’da…