Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya "Hakkâri'de Bir Mevsim" ile "Kuru Otlar Üstüne"de köy öğretmenleri!

        Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne” filmini Ankara’da seyretmemle; Erden Kıral’ın, Ferit Edgü’nün “O” romanından uyarladığı, 1982 kışında Hakkâri’de çekilen, “memleketin durumunu Avrupalılara kötü gösteriyor” diye beş yıl yasaklı kalan “Hakkari’de Bir Mevsim” (Baudelaire’in “Cehennemde Bir Mevsim”ine nazire, sadece bir kelimesini değiştirerek) filminin yenilenerek yeniden sinemaya kazandırıldığı haberini okumam aynı güne rastladı.

        Bu durum da ister istemez bazı çağrışımlar yaptı bende. “Köy öğretmenliği” iki filmin de ana hikayesi, birisinde birçok öğretmen var, ötekisinde tek öğretmen… İkisinde de öğretmenler “dışarıdan” gelmiş bu “kuru otlarla bezeli” coğrafyaya… (Gerçi Ferit Edgü’nünkinde “kuru ot” yok, tıpkı Ceylan’ın bize gösterdiği bir kara kış var, sessizlik var, uğultu var, bir de duyulmayan çığlıklar var…) Ceylan’ınkinde öğretmen bir an önce “sadece iki mevsimin, kış ile yazın yaşandığı” buradan İstanbul’a gitmek istiyor, yaşadığı yerde kendini “metruk bir değirmene” benzetiyor. (Nuray ile Samet konuşuyorlar: NURAY:Bütün sıkıntılarının faturasını buralara çıkarıyorsun, bence alâkası yok. İstanbul'da seni ne bekliyor sanıyorsun? / SAMET: Bilemem tabii. / NURAY: İnsan nereye giderse, kendini de götürüyor sonuçta. / SAMET: Tek bildiğim burada algımın bile yorulmaya başladığı. Nereye baksam bir boşluk. Soğuktan kıvranmış, büzülmüş nesneler. Aç, hasta, biçare köpekler. / NURAY: Senin gibi biri İstanbul'u bırak, İsviçre'ye de gitse görülecek benzer şeyler bulur,”); Edgü’nün öğretmeni ise bize gidişle ilgili fazla bir şey anlatmıyor, o daha çok tıpkı referans verdiği Kafka’nın bir sabah uyanınca kendini dev bir hamam böceği olarak gören kahramanı Gregor Samsa gibidir, yeyüzünde böyle bir yer var diye hayretler içindedir, iç sesiyle meşguldür, yedek subay öğretmen olarak gelmiş buraya, askerliğini bitirince çekip gidecek zaten. Ceylan’ın öğretmenlerinin sosyalleşme imkanları var, başka öğretmenler var, komutan falan var, kasabaya gidebiliyorlar, AVM var yakın bir şehirde; Edgü’nünki sadece yılda bir kez şehir merkezine gidebiliyor, sosyalleşebileceği insanlarla arasında dil problemi var, bu yüzden çat pat Türkçe bilen muhtarla konuşabiliyor sadece, bir de kaçakçı Halit var tabi… Evet Halit… Halit de olmasa… Uzaklara gitmeyi, -uzaklar dediği de bir kurşun atımı mesafedeki Oremar’dır-, orada bir ev yapmayı hayal eden Halit! (Filmde Erkan Yücel mi Halit’ti, romanda Halit mi Erkan Yücel’di doğrusu ayır edemedim. “Her ölüm erken ölümdür” demişti ya dostu Cemal Süreya… Ama Erkan Yücel’inki “çok erken” ölümdü, nur yağsın kabrine!)

        *

        “Hakkâri’de Bir Mevsim” ile “Kuru Otlar Üstüne” kırk yıl arayla çekilmiş iki filmdir ve ne yazık ki aradan kırk yıl geçtiği halde değişen hiçbir şey yok.(Filmden önce de hikayenin on beş yıllık ömrü var!) Belki de aydının “söylemi” değişmiş biraz bu süre zarfında. Ferit Edgü kuşağından aydınların çoğu sosyalistti, toplumcu gerçekçi bir pencereden bakıyorlardı hadiselere, umut aşılamaya çalışıyorlardı eserlerinde, hep bir yerlerde bir ışık vardı. Belki de tek kusurları o ışık yerli malı bir gaz lambasından, bir çıradan, bir kandilden değil de uzak bir kıtanın uzak şehirlerinde yanan modern elektrik ampullerinden sızıyordu eserlerine ama olsun, bunu da onların memleketlerine bakışlarındaki naifliğe verelim… Bu yüzden Ferit Edgü’nün öğretmeni “olup biten hiçbir şeyi alınyazısı” olarak görmez, bütün bu facianın müsebbipleri vardır evet, ama o suçluları parmağıyla da işaret etmez, “suçlu ayağa kalk, hesap günü geldi” demez kendi kuşağından “köy romanlarını” yazan diğer yazar arkadaşları gibi… Onun romanında öğretmen bir kurtarıcı değildir. (Bu yüzden Ferit Edgü gibi yazarlar, Edip Cansever gibi şairler o dönemde “küçük burjuva duyarlıklarının” yazarları, şairleri diye küçümsenirdi.) Hatta hiçbir şeydir, adı bile yoktur öğretmenin. Sesi kısıktır, değiştirmekten çok anlamaya çalışır olup biteni, çevreyi. Gemisi bir fırtınada batmış, haritada bile yeri olmayan bir başka gezegene fırlamıştır. Nuri Bilge Ceylan’ın kahramanları ise "umut etmenin yorgunluğunu yaşayan", bu yüzden umudunu çoktan kaybetmiş, "hayatın ortasına geldikleri halde içlerindeki çölden başka hiçbir kazancın olmamış, elleri bomboş", inançsız, nihilist, belki de bir önceki kuşaktan biraz daha gerçekçi ama bir hayli sefil tiplerdir. “Akın var güneşe akın/ Güneşi zapt edeceğiz/Güneşin zaptı yakın” diye slogan atmıyorlar (burada yaklaşıyorlar “O”ya, “O” sadece kendini değil, “karda çıplak ayakla yürüyen, çaresiz, esmer, Dağlı çocukları, gözleri sürmeli erkek ve kadınları, kulakları ve burunları küpeli, alınları dövmeli tüm yaralıları” düşünür; Ceylan'ınkilerin arada bir “ne olacak buraların hali” sorusu çıksa da ağızlarından dertleri daha çok kendileriyledir) ama onların da kendilerine özgün bir dilleri var; hepsi “Nuri Bilge Ceylanca” konuşuyor, hepsi “insanın tekinsiz karanlığı” içinde bocalayıp duruyorlar.

        Bana bu yazıyı yazdıran meselelerden birisi bu; daha sonra döneceğim belki buraya…

        *

        Yazıyı yazmaya sebep şeylerden ikincisi ise “köy öğretmenliği” hadisesinin bizzat kendisidir. Evet, Cumhuriyetin kuruluşundan beri köy öğretmenliği bir hadisedir. Madem cehalet her fenalığın başıdır, o halde cehaleti ortadan kaldırarak başlayalım işe dediler kurucu babalar. Bu yüzden köy öğretmenlerinin omuzlarına fena bir yük bindirdiler. Tek amaçları “devlet memuriyetine” geçerek meslek sahibi olup eve ekmek götürmek olan bu yoksul, kara kuru “irfan ordusu mensupları” aslında memleketi kurtaracak birer nefer olma vazifesini aldıklarından bihaberdiler. Yolu olmayan, hatta gaz lambası bile olmayan, köy odalarının derslik haline getirildiği, tahtalardan derme çatma sıraların yapıldığı köylerde bu neferler çocukları eğitecek, onlara çağdaş uygarlığa giden yolu gösterecek, onlar da aydınlanmanın birer feneri haline geleceklerdi; hep birlikte işe böyle koyuldular.

        Dağ başlarındaki köyler, yolu olmayan kasabalar, tozun yuttuğu izbe mezralar, kayıp yerleşim yerlerinde uzak bir gezegenden gelmiş gibi gelen o öğretmenlerin yapacağı tek şey vardı oralarda; uzun uzun düşünmek ve düşündüklerini yazmak… Türk edebiyatında öğretmen yazar bolluğunu biraz da buna yormak gerek bence…

        *

        Ferit Edgü’nün de Nuri Bilge Ceylan’ın da öğretmeni felaket karlı bir günde giderler vazife başına. Edgü’nün öğretmeninin elinde bavul, Ceylan’ınkinde omzuna astığı sırt çantası vardır. Ceylan’ın öğretmeni ara tatilden dönüyor, Edgü’nünki ilk defa ayak basıyor oraya. Ceylan’ın öğretmeni “kaloriferi bile olan” bir okula gidiyor, Edgü’nünkinin gidebileceği bir okulu bile yok. Ceylan’ın öğretmeni herkesin Türkçe bildiği bir Kürt köyüne gidiyor, Edgü’nünki herkesin Kürtçe konuştuğu… Ceylan’ınkinin öğretmen arkadaşları var, Edgü’nünki yapayalnızdır.

        Ferit Edgü’nün öğretmeni “teknesi kayalara çarpıp batmış ve bir anda kendini burada bulmuş” bir “kazazededir”, “dilini anlamadığı insanlar arasında” gözlerini açıyor. Ansiklopedilerden derlediği bilgiyle, geldiği Hakkâri dedikleri yeri şöyle tanıtır bize:

        “Doğusunda İran, Güneyinde Irak devletleriyle sınırlı, Kuzeyinde Van ve Batısında Siirt vilayeti toprakları bulunan Hakkâri vilayeti, Doğu Anadolu’nun Güneydoğusunda, köşede yer alan çok engebeli bir bölgemizdir. Vilayette bugün şehir görünüşünde hiçbir topluluk yoktur. Vilayet merkezi olan Çölemerik kasabası daha küçük bir kasabadır. Bu bölgenin tarihi de kesin olarak bilinmiyor. Çünkü bölge yüzyıllar boyunca dış çevre ile kapalı yaşamış, buraya milletler kolay kolay girerek yerleşememişlerdir. Hakkâri dolayları yurdumuzun en engebeli, aşılmaz dağlarla çevrili, yolsuz, ıssız bir köşesidir. Her yanı kuşatan dağların yükseklikleri 4000 metreye yaklaşır. Burada vadiler de uçurumlar halindedir. Kasaba ve köylere motorlu taşıtlar yaz aylarında dahi işlemez. Dağlarda tok tağan (hiç erimeyen karlar) hatta küçük buzul kitleleri bulunmaktadır. Dört bin metreye kadar yükselen dağlara çok kar düşer. Yağmur çok yağar. Sular bu engebeli bölgede derin ve korkunç vadiler açar. Bilhassa vilayet merkezi olan Çölemerik kasabası, yanında geçen Zap Suyu’ndan 1040 metre kadar yüksektedir.”

        İstanbul’da doğmuş, ilk şiiri “Kaynak”, ilk hikayesi de Vedat Günyol’ın “Yeni Ufuklar”dergisinde 1950’lerin başında yayınlanmış, Güzel Sanatlar Akademisi son sınıf talebesiyken Paris’e gitmiş, orada Academie Feu’da altı yıl seramik öğrenimi görmüş, Sorbonne’da felsefe, Louvre’da sanat tarihi kurslarına katılmış, memlekete döner dönmez de askere alınmış, askerliğini “yedek subay öğretmen” olarak yapmak isteyince de Hakkâri merkeze bağlı Pirkanis köyüne öğretmen olarak gönderilmiş olan Ferid Edgü, romandaki adıyla “O”; bu şehre gelir gelmez hissettiklerini şöyle geçirir yazıya daha romanın başında:

        “(……)

        Tolstoy bilseydi seni

        soyluluğundan bin beter utanırdı.

        Ve kim bilir belki yazarlığından

        -şimdi benim utandığım gibi-

        Avvakum bilseydi yakınında senin gibi bir kent olduğunu,

        Kafkasları aşıp çile çekmeye sana gelirdi,

        senin mağaralarında yaşardı.

        Dostoyevski sürülseydi sana

        Yer Üstünden Notlar’ı yazardı

        ya da Suç ve Suç’u.

        (…..)”

        Torpili var mıydı, yoksa “yedek subay” olduğu için mi “iltimas” gördü de merkeze bağlı Pirkanis köyünde kaldı Ferit Edgü bilmiyorum ama mesela benim doğduğum köye de gelebilirdi öğretmen olarak. Bizim köy merkeze değil, Çukurca kazasına bağlıydı, biraz daha güneyde, Irak sınırında, bir dağ silsilesi ayırır bizi Irak’tan. O tarihlerde bizim köyde bir okul vardı. Irmak kenarındaydı, kocaman ceviz ağaçları serin gölgelik yapıyordu okul bahçesinde. Köşede bir bayrak direği vardı, her Cuma akşamı İstiklal Marşı eşliğinde bayrak çekilirdi direğe. Okulun inşa edildiği malzemeyi şehir merkezinden katırcılar taşımıştı buraya, çimentoyu, demiri, tahtaları, çatı için sacı, bayrak direğini, kara tahtayı… Yaşım küçüktü, beni okula almıyorlardı ama yine de her sabah okula giden ağabeylerimin peşine takılır giderdim. Beş derslikli sınıfta oturacak yerim olmadığı için öğretmen beni kendi tahta sandalyesine oturturdu. Öğretmen her saat bir sıraya ders anlatırdı, ben de dinlerdim. İlk harfleri, ilk sayıları o sırada öğrendim.

        Ferit Edgü’ye benziyordu bizim köyün öğretmeni de. Adı Asım Selvi’ydi. (İnsan ilk öğretmeninin ve ilk sevgilisinin adını unutmazmış!) Eskişehir’den gelmişti buraya. Karlı bir günde değil ama… Sonbaharda, günlerce yürüyerek bir mihmandar eşliğinde. Elinde tahta bir bavulla. O bavulun içinden çıkan Alfabe’de top oynayan Ali, ip atlayan Oya’nın kıyafetleri rengarenk, tiril tirildi, ayaklarında ayakkabıları bile vardı. Asım öğretmenin geldiği yerlerde yaşıyorlardı. Büyüyünce ben de oraya gidecektim! Eskişehirliydi dedim ya, belki de bu yüzden okuldaki bütün öğrencilere “Eskişehir Marşı”nı öğretmişti. Bir bahar günü, belki Hıdırellez’di, belki 1 Mayıs’tı bilmiyorum ama su ağaç dallarına yürümüş, tomurcuklar açmış, kuşlar yuvalarından uçmuştu; pikniğe götürmüştü bütün okulu Asım öğretmen, en önde okullu olmayan ben vardım, bir çubuğun ucuna iliştirilmiş bayrağı ben taşıyordum, yürürken bir İsveç halk şarkısından alınma “Dağ başını duman almış” diye başlayan “Gençlik Marşı” yerine, “Eskişehir, Eskişehir, yalçın kaya sarp yeri/Kalelerden çok kuvvetli, içindeki askerleri” diye başlayan “Eskişehir Marşı”nı okuyorduk yüksek sesle ve ısrarla “yalçın kaya sarp yeri” yerine, “yalçın kaya sap geri” diyorduk hiçbir kelimenin anlamını bilmeden.

        Tesadüf işte, Asım Selvi’nin yerine o gün öğretmenimiz Ferit Edgü de olabilirdi! “O”daki çocuklardan biri ben olabilirdim! (Kısmet filmeymiş, “Hakkâri’de Bir Mevsim”de figüran olarak rol aldım. Filmi çekmeye geldiklerinde lise öğrencisiydim, lisenin halk oyunları ekibindeydim, bizi köye götürüp filmde oynattılar, gelin getirme sahnesinde, dağdan inip eve girinceye kadar gelinin kolundan tutanlar benle arkadaşım Naif’tik.)

        *

        Şimdi bu yazıyı yazarken geldi aklıma. Öğretmenimiz Asım Selvi’nin fotoğraf makinesi yoktu. Bu yüzden o köyde, çocukluğumda çekilmiş hiçbir fotoğrafım yok, sadece benim değil hiçbir akranımın da yok. Nuri Bilge Ceylan’ın kahramanı ise durmadan fotoğraf çekiyor. Manzara şahane, dağlar, gözün gördüğü her yerde kar var, fotoğrafını çekmesin de ne yapsın Samet. Bir amacı yok, oranın çaresizliğini, büyülü boşluğunu fotoğraflamak değildir amacı, canı çekmek istediği için çekiyor. Ferit Edgü’nün romanında da fotoğrafla ilgili bir bölüm var. Sevgilisi mektup yazmış ona, “bana oraları anlat” diyor, “ama çocukları anlatacağına onların fotoğraflarını çek yolla,” diyor. “Ellerinin, ayaklarının, karların üstünde, şahrem-şahrem yarılmış, pabuçsuz, çorapsız ayakların fotoğraflarını yolla. Çıplak, ağaçsız dağların fotoğraflarını çek yolla…”Anlatının burasında “O” girer devreye:

        “Fotoğraf uygarlık demek

        Tüm uygarlıkların üstüne sı..tığım burda, bu uygar aygıtı al, bul buluştur, içine filmini yerleştir, objektifini ayarla, karan­lık odaya gir, binlerce metrekarelik fotoğraflar bas, siyah­ beyaz, binlerce metrekare büyüklüğünde, kesilip yan yana ya­pıştırıldığında, zavallı bir insanlık freskini oluşturacak olan fotoğrafları yolla, yalnız sana bunu öneren sevgiline değil, tüm tanıdıklarına, tüm insanlara, uygarlığın ortasında yaşayan tüm insanlığa yolla ki duvarlarını bu güzel görünümle, bu çağdaş freskle kaplasınlar ve içinde bulundukları durum için Tanrıla­rına yatıp kalkıp şükretsinler, adaklar sunsunlar.

        Yaşasın fotoğraf!

        Yaşasın bana bunları yazdıran sevgilim!

        Yaşasın içine sı…tığım uygarlıklar!

        Onlar için yaşasın!..”

        Burada, bu Allah’ın bile unuttuğu dağ başı köyünde Ferit Edgü’nün öğretmeni “O”, “Yapılacak İşler” listesi hazırlar kendine. Her şeyden önce “kendini öğrenecek” ve şunu asla unutmayacak, büyük harflerle yazar defterine:

        “TANRIYA OLAN İNANCINI YİTİRDİNSE İNSANLARA İNAN. TANRIYA GÜVENİN YOKSA, İNSANLARA GÜVEN”

        Bir sahnede Nuri Bilge Ceylan’ın Öğretmeni Samet ile dünyanın en güzel küfreden adamı Veteriner Vahit muhabbet ediyorlar, Vahit anlatıyor:

        VAHİT: “Adamın iki tane hasta ineğini ayağa diktim. Gelmiş köpeği vurmuş benim sonra.”

        ÖĞRETMEN: “Neden?”

        VAHİT: “İnsan olduğu için. İnsan olduğu için Hocam!”

        Birisi insanlara “güvenin” diyor, öteki, "...dünyada güzel olan her şey, daha insana ulaşamadan, insanın kendi ördüğü ağlara takılıp kalıyor,” diyor.

        *

        Bizim köyün öğretmeni Eskişehirli Asım Selvi’nin köyde sıkıldığını hatırlamıyorum. (Öğretmenimiz de köylüydü, köylüler sıkılmaz.) Her akşam yemeğini bir köy evinde yiyordu. Köylüler gelenek haline getirmişti, her evde öğretmen için fazladan bir kaşık bulunduruluyordu, yemeği herkes aynı kaptan yiyordu çünkü, ayrı tabak yok. Çamaşırlarını sırayla yıkıyorlardı, okulun içinde onun için inşa edilmiş bir odası vardı, orada yatıp kalkıyordu. Kürtçe öğrenmek için de özel bir çaba harcıyordu, bekardı, münasip bir kız bulursa, tekmil köylü rıza gösterirse eğer buradan evlenebilirdi, bizimle hısım da olmaya hazırdı. Köyde Türkçe bilen çoktu, en azından askerliğini yapmış veya köydeki ilkokuldan daha önce mezun olmuş herkes öğretmenle rahatlıkla anlaşabiliyordu.

        Nuri Bilge Ceylan’ın kahramanı Samet öğretmen sanırım Kürtçe öğrenme ihtiyacını hiç hissetmemiş zira orada herkes Türkçe biliyor artık. Ferit Edgü’nin “O”su da Kürtçe öğrenmeye kalkışmadı… “O” “yapılacak işler” listesine büyük harflerle, “YENİ BİR DİL ÖĞREN. YENİ BİR DİL YARAT KENDİNE (Başkalarının dili olmaz mı bu? Yaşama uğraşının dili? Ortak bir dil?)”

        (O “ortak dili bulamadığımız için olmasın o gün bugün başımıza gelmiş bütün bu felaketler Hocam?!)

        Samet Hoca’nın öğrencileri gibi tek bir gün bile olsun deniz resmini yapmaya kalkışmadık çünkü hiçbirimiz denizi “televizyondan” görmemiştik! Ferit Edgü’nün “O”su da sık sık denizden bahseder ama onun teknesi bir denizde kayalara çarpıp paramparça olduğu için deniz girer metnine.

        *

        Kahramanların misal “Tarih, umut etmenin yorgunluğunu çağrıştırıyor bana,” gibi muhteşem aforizmalarla dolu “Nuri Bilge Ceylanca” konuşmaları meselesine beni uyandıran, filmi izledikten sonra gönderdiği mesajlarla Bülent Korman dostumuz oldu. Mesele galiba bulundukları yerden memnun olmayan, kapağı bir an önce büyük şehre atmak isteyen o huzursuz, yoksul, sefil bir hayat süren köy öğretmenlerine Nuri Bilge Ceylan’ın “ağır entelektüel”, her birisine her şeyi yalayıp yutmuş alim muamelesi yaparak onları zaman zaman mesela Hannah Arendt’in, Kierkegaard’ın yazdıkları gibi konuşturması.

        Samet “kuru otlara” veda ederken dediklerini çok az şair, edebiyatla haşır neşir çok az entelektüel diyebilir bence:

        “(…) Metruk bir değirmen gibiydim. İşe yaramaz, gözden çıkarılmış, kuşların bile uğramaktan vazgeçtiği, yıkılmayı bekleyen bir değirmen. Yeryüzünün unutulmuş bu ücra köşesinde, başka birçok şey gibi… İyinin ve kötünün; acının ve mutluluğun arasındaki çizgi belirsizleşmiş, sanki her şey, yalnızca zamanı unutmak için yaşanıyor gibiydi. Sanki bu, durmadan yağan kar, her şeyin üstünü örtüp, bu unutuşu mümkün kılmak için didiniyor gibiydi. Mevsimler geliyor geçiyor, umutlar başlayıp tükeniyor ama yine de hayat neden olduğu belli olmayan sabırlı bir inançla inadına devam ediyordu.”

        *

        Ferit Edgü’nün yakasını Kafka, Nuri Bilge Ceylan’ın da Çehov bırakmıyor. (Bu filmde biraz da daha fazla Dostoyevski.) Ferit Edgü’nün “O”su orada “kendini ararken” başkalarını bulur, dilini bilmediği Zazê’yi, Halit’i, Muhtarı ve 50 kelime Türkçe öğrenen çocukları. (O kelimelerin bazıları şunlardır; “ana, bayrak, dağ, kurt, köpek, öğretmen, yol, ağaç, gök, kaya, hasta, kardeş, kuş, bulut, ayak, tezek, ölmek, jandarma, keklik, mezar” vb) Bir yol aramıyor O, bir an önce İstanbul’a da gitmek istemiyor, yaşadıkları ve gördükleri karşısında dili lâl, yolunu kaybetmiş bir yolcudur ama kitabın bir yerinde, başka bir yazardan okuduğu bir sözü çıkarır karşımıza: “Yolcu, bir gün yolunu yitirirsen, artık eski yolunu bulmaya çalışma, yeni bir yol ara kendine.”

        O, Samet gibi amaçsız biri değildir. O, bulunduğu süre içinde “Boyuna kendi dillerini konuşup bağrışan, başka dilden konuştuğunda da ağızları bıçak açmayan” o çocuklara okuma yazmayı, yeni bir dili, hep iyi şeyleri ve en önemlisi hesap yapmayı öğretecek. O da orada “sürgünde nasıl yaşanırı” öğrenecek, “soğukta insanın nasıl donmadığını, kendi soluğuyla ısınmayı, kendisiyle konuşmayı, dertleşmeyi, hikayeler uydurmayı, hayatın önceden belirlenmiş, ezberlenmiş bir biçimi olmadığını…”

        Köyde gördüğü onca facianın, geriliğin, yoksunluğun, yoksulluğun müsebbibi olarak (Yakup Kadri’nin Yaban’ının tam tersi) bir aydın olarak kendisini görmez. İşte tam burada Ferit Edgü, dönemin toplumcu gerçekçi yazarlarından ayrılır. Öğretmen ne fakirliğin müsebbibi ne de halkı fakirlikten ve gerilikten kurtaracak bir önderdir. Öğrencilerine son dersi şudur:

        “İnsanlar yavrularım, üç aylık bebe iken, nedeni bilinmeyen hastalıklardan ölmeden de yaşayabilirler. Cüzzam, trahom bir alın yazısı değildir. Hiçbir şey alın yazısı değildir yavrularım. Bu kadar. Benim söyleyebileceğim gerçek de bu kadar işte.”

        Şükür ki, Ferit Edgü de Nuri Bilge Ceylan da Ferit Edgü’nün deyimiyle “insanı anlamak yerine, o insanlara reçete yazmaya” kalkışmıyorlar. Yoksa bu “kurak iklimde” hiç yaşanmazdı.

        *

        Kafka ile Çehov’a gelince…

        Ferit Edgü kitabının girişinde Hakkâri’ye seslenirken der ki:

        “Kafka karabasanlarda gördü belki seni, ama adlandıramadı.

        (Ya da hiç girmedin onun düşlerine.)

        Bilseydi senin gibi bir yer var yeryüzünde

        en korkunç kitabının konusu sen olurdun.”

        Nuri Bilge Ceylan ise bir mülakatında Çehov’la ilgili şunları söyler:

        “Çektiğim her sahnede Çehov’un ayak izleri mutlaka vardır. Yani, belki de ne yaşarsam yaşayım, ona bir Çehov filtresiyle bakar hale geldim. (…) Bir sahne yazarım, sonra bir bakarım ‘ulan bu Çehov’un şey hikâyesi, ondan esinlendim galiba’ derim.”

        *

        Bana tuhaf gelen, size de tuhaf geliyor mu bilmem; o tuhaflık da şudur:

        Türkiye’yi anlatmaya ve anlamaya çalışan yazarlar, sanatçılar bu iki örnekte olduğu gibi neden ille de Kafka veya Çehov’a başvurma gereği duyarlar? Ha?

        Cevabı yaman bir soru olsa gerek.