X

Günün gelişmelerini anlık takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Takipte Kalın

Gülenay BÖREKÇİ / HT PAZAR

gborekci@htgazete.com.tr

Ercan Kesal, yıllar önce Kırıkkale’nin Keskin İlçesi’nde birkaç yıl geçirmiş. Henüz 23 yaşında, yeni mezun genç bir hekimmiş o sıralar. Ve Anadolu’daki mecburi hizmeti sırasında bir cinayete tanık olmuş, daha doğrusu kendini bir cinayet soruşturmasının tam ortasında bulmuş. Hiç aklından çıkmayan o olayı daha sonra, “3 Maymun” filminde birlikte çalıştığı Nuri Bilge Ceylan’a anlatmış, Ceylan da bunu film haline getirmeye karar vermiş. Aylar süren bir çalışmanın sonunda sinemamızın en önemli yapımlarından “Bir Zamanlar Anadolu’da” çıkmış ortaya. Ercan Kesal röportajımızda şöyle anlatıyor bunu: “Bir cinayet vakasının öznelerindendim ama onu yazıya döken kişi oldum aynı zamanda. 25 yıl sonra hikâyeyi senaryolaştıranlardan biri olarak döndüm Keskin’e. Oyuncusuydum da filmin, yani başına gelenlere tanıklık ettiğim kişilerden birini canlandıracaktım. Kamera arkasında duruyordum ara sıra... Yani birçok değişik noktada durabilme şansına sahip oldum, aynı olaya farklı farklı açılardan bakabildim.” Senaryo yazım ve çekim süreçleri boyunca bir sinemacı olarak yaşadığı bu çok acayip deneyimin günlüğünü tutmuş Ercan Kesal. Elimde tuttuğum kitap, İthaki Yayınları’ndan çıkan “Evvel Zaman” işte bu günlük. Ve biz Kesal’la onu konuşuyoruz. Röportajın sonunda en çok aklımda kalansa bütün bunların aslında kendi yöneteceği bir filme hazırlık olduğunu söylediği an oluyor...

■ 25 yıl önce yaşadığınız bir olayı unutamamanızın sebebi neydi, düşündünüz mü?

Tek başına Anadolu’ya gitmek 23 yaşında bir çocuk için gezegenin ortasında kalmak gibiydi. Kendimi yapayalnız hissediyordum. Hekimliği de ne kadar iyi yapabildiğim belli değil, okuldan yeni mezun olmuşum. Zihnimde taşraya dair bütün o romantik zannedişler tuzla buz olmuş. Yüzlerce hasta kapımda, sağlık sorunları bitmek tükenmek bilmiyor. Bürokratlar arasındaki ilişkileri anlamak mümkün değil, dedikoduların sonu gelmiyor, o küçük dünyaların bazı halleri sana da sirayet ediyor... Devlet hastanesindesin ve sağlık ocağındaki iktidar mücadelelerine hayretle bakıyorsun. Akşamları meyhaneye gidiyorsun; kaymakam, savcı gibi koca koca adamlarla muhabbete katılacak ama sarhoş olmayacaksın. Tüm bunların ortasında hunharca bir cinayet işleniyor. Bir grup bürokratla akşamdan sabaha kadar dolaşarak ceset arama yolculuğu yapıyorsunuz. Katil de aranızda üstelik. Bu tuhaf arayış da zaten o gecenin sabahında bitiyor. Doğru söylüyorsunuz, çok taşıdım ben bu olayı içimde.

‘ZANNETTİM Kİ MARQUEZ GİBİ KEŞİF YAPACAĞIM’

■ Ve sonra Nuri Bilge Ceylan’a anlattınız... Evet, hikâye onun da ilgisini çekti. 25 sene sonra Keskin’e gidip fotoğraflar çektim. Marquez’in Kırmızı Pazartesi’si de beni kışkırtmıştı. Biliyorsun; 9 yaşındayken Marquez’in kasabasında bir cinayet işlenir. 40 yıl sonra gazeteci ve yazar kimliğiyle döndüğünde fark eder ki meğer o cinayetin işleneceğini ölen adam hariç herkes biliyormuş. 50 yaşında bir hekim olarak Keskin’e döndüğümde zannettim ki ben de Marquez gibi büyük bir keşif yapacağım...

■ Yaptınız mı?

Kendime sordum: Doğru mu hatırlıyordum olanları, yoksa hafızam beni yanıltıyor muydu? Cevap bulmamın tek yolu, film üzerine çalışırken bir yandan da 25 yıl öncesine dair hatırladıklarımı da işin içine katarak bir günlük tutmak olacaktı. Bir filmin güncesi değil bu, bir hatırlayışın güncesi...

■ Zor oldu mu hatırlamak?

Şanslıydım, Keskin’de her şey aynıydı. Otopsi yaptığım masa bile. Sadece cep telefonu girmiş hayatlarına, bir de internet kafe açılmış, geri kalan her şey olduğu gibi kalmış. Değişim dediğimiz şey teknolojiyle ilgili belki ama insanlar çok uzun zamandır hep aynı varoluşsal sorunlarla boğuşmaya devam ediyor.

■ Yaşadıklarınızı bir yana bırakırsak, senaryoyu yazarkenki derdiniz neydi?

Nuri Bilge Ceylan ve Ebru Ceylan’la dertlerimiz yakın; entrikayla ilgilenmiyoruz, insana dair meselelerin peşindeyiz... Kasabadaki birkaç bürokratın ceset arama yolculuğunu mu anlattık filmde? Hayır! İnsana dair en karanlık kıvrımlarda dolaştık ve o bürokratların birbirleriyle olan ilişkilerini, onların bitmek tükenmek bilmeyen iktidar arzularını, insanın en pespaye hallerden en kutsal duygulara hızla geçebileceğini, umudun hiç tükenmediğini ifade etmeye çalıştık. Herkesin kendi içindeki cinayetin peşinde olduğunu gösterdik bir bakıma ve karakterlerle birlikte biz de bir yolculuğa çıktık.

Son olarak; bütün bunlardan kendi filminizi yönetmeye hazırlandığınızı hissediyorum...

Haklısın. Kameranın arkasındaki dünyanın yarattığı heyecanı gördüm, yaşadım, kolay vazgeçmem artık. Sadece doğru zamanda doğru bir işle başlamak istiyorum. Tarkovski, “Yönetmenlik mesleğini birine üç ayda öğretebilirim ama bu onu sanatçı yapmaz” der. Sorun ne iş yaparsanız yapın, “kendinize olan saygınızı kaybetmemek’’ galiba. Yazdığım, oynadığım ya da bir vesileyle içinde yer aldığım her sinema çalışması bu yolculuğun kilometre taşlarıdır.

‘Yönetmenin kafasındaki düşe hizmetle mükellefiz’

■ Bir hikâyenin süreç içinde evrilmesini de okuyoruz kitapta. Bütün bu değişimler silsilesinin sonunda “O artık en çok kimin filmi” diye sorsam...

Tamamen yönetmenin, yani Nuri’nin filmi. Biz ekibin geri kalanları onun kafasındaki bir düşe hizmetle mükellefiz. Ben bu kitapta o hizmet sürecini yazdım. Hizmetimi, filme olan katkımı, katkımızı...

■ Kitabı yazarken antropologların “Günlük denen şey, üzerine uyunmadan yazılmalıdır” kuralına harfiyen uyduğunuzu söylüyorsunuz...

Bir film nasıl bir sürecin sonunda çıkıyor, hepsini an be an yazdım. Ailemle, oğlumla, annem ve babamla ilişkilerimi de anlattım.

■ Bir gece yarısı yurtdışından dönmüşsünüz, “Oğlum, elinde süt şişesiyle bekliyordu” diyorsunuz...

Oradaki süt şişesi, ânın sıcaklığını, savrukluğunu, çekiciliğini taşıyor ve müthiş bir hakîkîlik duygusu veriyor anlatılana. Yazmayı ertelesem, o ayrıntıyı unutabilirdim. Senaryo mekanik bir şey değil, hayatımızla birlikte işlemeye devam ediyor, yaşadıklarımızın etkisi sette de devam ediyor...

‘Sanat hayat karşısında taklitten başka bir şey değil’

■ Kitapta en etkilendiğim yerlerden biri şu: “Hastane önündeki araba sahnesini çekerken, senaryo gereği katili oynayan oyuncuya saldıran yerel oyuncuların içindeki gençlerden birkaç tanesinin yıllar önce öldürülen maktulün akrabaları olduğunu iyi biliyordum” diyorsunuz.

“Evvel Zaman”ın ana fikri o okuduğunuz paragraf. Bellekle, zamanla, sinemayla kurmaya çalıştığım ilişkinin özeti... Bir şeyi nasıl yazacağınıza karar verdiğiniz zaman aslında bütün ilham kapılarınızı kapatmış oluyorsunuz. Bu filmi çekerken yaşadığım şeyler bu yüzden benim hayatla ilişkimi tamamen değiştirdi. “Bir Zamanlar Anadolu’da” müthiş olanaklar sundu bana. Daha geniş bakabilen, hoşgörülü bir adam oldum. Evrende tuhaf bir şekilde dönüp duruyoruz. Adı konulmamış bir çember bu. 25 sene önce bir yerdeydim, sonra oraya başka bir kimlikle gene gittim. Başka tuhaf şeyler de var yaşadığım. Bir gün beni ziyarete gelen Arap Ali mesela...

■ Ahmet Mümtaz Taylan’ın canlandırdığı şoförün hikâyesini söylüyorsunuz.

Ahmet şahane bir Arap Ali oynadı, tamam. Ama o Arap Ali, o Arap Ali değil işte. 70’lerinde bir adam artık. Çoktan emekli olmuş, gözlük takmış, değişmiş.