Huysuz ve tatlı adam
Ferhan Şensoy kendisinin Türkiye için fazla olduğunu bilen, bir başka ülkede olsa kendisine daha fazla değer verileceğinin farkında olan, ama ısrarla belki çıtayı biraz daha yükseltirim, benimle birlikte birilerini de kendi seviyeme taşıyabilirim diye kendi ülkesinde mücadeleye kararlı biriydi. Bunca sene tiyatrosunu ayakta tutması, yaptığı mizahın karşılık bulması, bir ara televizyonlarda bile program yaptırılması o kadar da yalnız olmadığının kanıtıydı herhalde. Bir gün ama bir gün bile kendi yapmak istediğinden taviz vermemesi belirgin bir inattı; işte ilk başta bu inat hayatını kaybetti.
Bir süredir vedaya hazırlanır gibiydi Şensoy. Sosyal medya çağında kendisine yollanan soruları yanıtladığı kısa video’lar çekiyor, geçmişteki bazı demeçleri, kitaplarından parçalar sık sık paylaşılmaya başlanıyor, adeta yeni bir kuşak nostaljik bir figür olarak onu tanıyor, anıyor gibiydi. Yaklaşık 20 yıldır da sağlığı hakkında türlü spekülasyonlar vardı: Gözümüzün önünde eriyordu ama nedeni hakkında tek bir şey söylemiyordu.
Ben Ortaoyuncular’a onunla söyleşiye gittiğimde de ince, kırılgan bir adam bulmuştum karşımda. Ferhan Şensoy her zaman gazetecilerin korkulu rüyasıydı. Söyleşiye gidip kavga etmeden ayrılmak imkansızdı. Çok kişiden onlar tiyatro salonunu sessizce terk ederken Şensoy’un arkalarından bağırdığına dair hikayeler duymuştum. Kendi zeka seviyesinin biraz altında bir soru ya da yorum geldiğinde adeta sinir krizi geçirerek hadlerini bildiriyordu karşısındaki insanların. İşin ilginci, aynısını “Ferhangi Şeyler” adlı – Türkiye’nin ilk stand-up denemesi – oyununda da yapıyor, laf atan seyirciyi yerin dibine sokuyor ama hiç kırıcı olmuyordu. Güldürüyordu. Ama gazetecilere karşı hiç ama hiç toleransı yoktu.
Kavga etmeden toparlayıp gülerek fotoğraflar çektirmiştik söyleşiden sonra. 20’li yaşlarımın başı, karşımda çocukluğumda önce kasetlerini dinlediğim, sonra video’dan izlediğim, sonra da oyunlarına gittiğim bir usta vardı. Onun baskısı üzerimdeydi, olmam gerekenden daha tedbirliydim belki de. Ama kazasız belasız atlattık. Dünyanın en iyi söyleşisi değildi tabii ki; şimdi olsa farklı bir sohbet çıkardı. Olmadı. Yine de bir anı olarak kaldı arşivimde—iyi ki konuşmuşum.
Ferhan Şensoy’un ardından en çok bir zamanlar yakın arkadaşı olan Engin Ardıç’ın yazacağı yazıyı bekliyorum. Ardıç’ın onu hep sevip saydığını biliyorum; aynı zamanda kıskandığını da. Çünkü tıpkı Şensoy gibi kendi entelektüel çıtası yüksek olan Ardıç, yakın arkadaşının aksine bu çıtayı yukarıda tutmak için mücadele etmedi, değmez diyerek erken pes etti. Bazen değmiyor sahiden de. Ama Şensoy’la Ardıç arasındaki farkla duruşla duruş bozukluğu arasındaki fark işte. Ölenin ardından hem kişiler hem de toplumlar böyle hesaplaşmalarla yüz yüze kalıyorlar işte. Geride kaç kişi kaldı? Çok değil.
Ferhan ŞensoySağlığınız nasıl?
Bilmiyorum, hiç doktora gitmiyorum son zamanlarda.
Çok incelmiş görünüyorsunuz?
Biraz rejimden oldu, daha sonra da iki işin iç içe gitmesinden dolayı yemek düzeni kalmadı. Koşturmanın içinde devamlı sandviç... Şimdi yeniden düzene girer gibiyim. Birkaç kilo almam gerek. Ama ben sağlık olarak kendimi, hastalıklarımı bildiğim için hissediyorum. İyiyim yani...
Büyük bir sorununuz yok yani...
Her zamanki problemlerim, pankreas sorunlarım yıllardır var zaten. Ne zaman yorulduğunu, ne zaman dinlenmesi gerektiğini biliyorum. Bu aralar biraz yorgun...
Yaşlanmıyor musunuz?
Yaşlanıyoruz tabii ama yaşlanırken de daha çok yapmam gereken şeyler var duygusu başlıyor. Yazılacak tozlu dosyalarım var hala. Bilgisayar öncesinden kalma bir dolap var: Yarım kalmış oyunlar, roman projeleri, düşünülmüş de çok geliştirilememiş dosyalar, elle yazılmış şeyler. Bunların en azından bilgisayara geçmesi gibi dertlerim var.
Doluyor mu hâlâ salonunuz?
Yeni oyun iyi gidiyor. Ama tiyatro ciddi bir kriz geçiriyor birkaç yıldır. Biz son iki yıldan daha iyiyiz.
Tiyatro bitiyor mu, tartışmaları var ya bir de...
Bitmez... Bu tartışmayı da saçma buluyorum. Beş bin yıldır dönem dönem krizler geçirmiştir. Sinema, TV icat edildiğinde... Ama bitmemiştir, bitmeyecektir. Çünkü bu birebir insan ilişkisinin yerine koyabileceğin başka bir şey yok.
Perihan Mağden ‘Tiyatrofobia’ diye bir kavram ortaya atmıştı...
Evet ben de okudum, çok ciddiye alanlar oldu. Ben almadım. Bu Perihan Mağden’in fikridir. Bana ne! Altına da imzasını attığı saçma bir fikir. Niye bitsin ki?
Günümüzdeki montaj teknikleri, video-art'lar, yeni şekil bulan toplu eğlence araçları tiyatronun bittiğine işaret etmez mi?
Kriz geçirdiğini gösterir sadece. Ne kadar sürer bilmiyorum, nasıl çıkar bilmiyorum ama tiyatro bitmeyecektir, bunu biliyorum. Bitemez, yerine koyacağınız şey yok. İnsanların birebir seyrettiği, o gece olan ve ertesi geceyle ya da öncesiyle aynı olmayan, özgün bir şey izliyorsunuz. Diyelim ki 147. oyundasınız ve bahsettiğim sarhoş geldi. Çok özgün bir oyundur o. ‘Ben o gece oradaydım,’ diye bir durumunuz var.
Dünya tiyatrosu krizi nasıl aşıyor?
Onlar da bir kriz yaşıyor. Fransa’da, İngiltere’de ciddi bir düşüş var. Ama örneğin Londra Belediyesi, artık tiyatroya gitmeyen F Tipi İnternet Gençliği’ni alıştırmak için buraya trilyonlarca para ayırıyor, o tiyatroların biletlerini satın alıyor, İnternet cafe’lerden çocukları toplayıp bir anlamda zorla tiyatroya götürüyor. Hem tiyatro dolu gözüküyor, ‘Yer yok’a tekrar ulaşıyor Londra ve gençlik de tiyatro denen şeyi öğreniyor.
Hakkınızda bir sürü mitoloji üretiliyor, en basit açıklaması ‘Meyve veren ağaç taşlanır,’ mı?
Geriye baktığımda ciddi bir üretim var. 41 tane oynanmış tiyatro oyunu var, oynanmamışlar da var evde. Öyküler var, televizyon dizileri var, 13 tane kitap var... Ve yıllardır oynuyorum.
Enis Batur’a benziyorsunuz bu anlamda: O da çok üretiyor ve hakkında çok şey söyleniyor...
Onun okuduğu, benim okuduğum yazarlar aynı. Onlardan besleniyoruz ama o çok daha üst düzey bir felsefe boyutundan yazıyor. Hatta ben dalga geçiyorum ‘Kim için yazıyor bu herifler,’ diye. O öyle bir yolu seçmiş.
Ona da sormuştum, size de sorayım: Kötü biri misiniz?
Göreceli bir şey kötü tabii. Ama bana göre değilim. Hatta lüzumundan iyi bir insanım. Zaten benim kafam kötülüğe çalışmaz. Gemide tiyatro düşünüyorsun, başka kötülük düşünmeye vaktin olmuyor.
Size yaklaşımlarda ya aşırı bir tapınma ya da tuhaf bir korku var...
Evet böyle bir çekingenlik var. Neden bilmiyorum. Zaman zaman terslemişimdir, bazı şeylerde çok sert tepki gösteriyorum. Belki ondandır. Çok magazinden hoşlanmıyorum, belki ondandır. Böyle bir koruyucu kalkanım var etrafımda.
Siz bir standart koyuyor musunuz?
Hayır, hatta tanıştığım insanlar ‘Yok ya o kadar da öcü değilmiş,’ diyorlar. Böyle bir öcü imajım var demek. Dan diye söylerim birtakım şeyleri. Belki ondandır.
Şu Yılmaz Erdoğan meselesini bir kez daha aydınlatır mısınız?
Yılmaz Erdoğan sınava girmiş, kazanamamış. Dönüp dönüp temcit pilavı gibi bu hikayeyi anlatıyor. Bana ne! 300 kişi sınava girmiş, onu almamışım. Yol açıp açmamakla ilgisi yok ki. Sınavı kazanamamış, almamışım. Ne olacak? O da kendi yolunu açmış. Belki almadığım için ona doping olmuştur, hırslanmıştır. Konservatuar sınavına da girersin 300 kişi, 15 kişiyi alırlar. Beni niye almadın diye bir soru kimseye sorulamaz. Nisa Serezli’yi de almamışlar, Perran Kutman’ı da. Bunlar ölçüler değildir. Dönüp dönüp Yılmaz Erdoğan'ı neden almadın diyorlar. Başarısızdı.
Not: Bu söyleşinin orijinali 8 Şubat 2003’te Radikal Cumartesi’de yayımlanmıştır.