İki renk bir araba!
YEŞİL
Suda oldu her şey. Hayat suda doğdu. Su içinde geliyoruz dünyaya, çıplak ve ıslak olarak. Su olan her yerde yeşil vardır. Sonsuzluğun rengidir yeşil, bereketin… Cennette rengini verir, her tarafı yemyeşildir cennetin. Müslümanlar müptelasıdır yeşilin. Resulullah, “Bu dünyanın üç şeyi üzüntüyü giderir; su, yeşillik ve güzel bir yüz” diye buyurmuştur. Kuran’da cennet, bu dünyada hiçbirisinin tadına bakmadığımız, hiçbirisiyle karşılaşmadığımız yeşil meyve ağaçlarıyla hıncahınç dolu bir bahçe olarak tasvir edilir. İncil’e göre kıyamet günü Tanrı yeşil bir tahta oturacak, başında yeşil bir taç olacak.
İslamiyet’in yeşili keşfi erken, Batı dünyasının onu benimsemesi bir hayli geçtir. Orta Çağ’ın ikinci yarısından itibaren Avrupalı yazarların kitaplarında kendine yer bulabildi bu renk. Manzaraya duyulan inanç bu dönemde başladı çünkü. Yeşili aşıladılar onlar ama; doğurganlık, büyüme, bahar, umut ve neşeye ilişkilendirdiler.
En çok tonu olan ve gözü en az yoran renktir yeşil. Psikolojinin ana rengidir, güvenin ve umudun sembolüdür çünkü. Çoğu banka bu yüzden logolarında yeşili kullanır. Ameliyat önlükleri bu yüzden yeşildir. Uyum içinde bir hayatı resmeder. Yeşilin olduğu bir ortamda üretim artar, bereket gelir mahsule. Özgürlüğü, huzuru arayanlar yeşil bir yere kaçarlar. Sükunetin sesi vardır bu renkte. Güvercinin Nuh’a getirdiği zeytin yaprağının rengi yeşildir.
Ahmed Arif’in “Suskun” şiirinin bir kıtasında “yağıyor”, birisinde “sarıyor”, ötekisinde “ağıyor”, diğerinde “sağıyor”, birinde “alıyor”, sonra “susuyor” ve en sonunda “ağlıyor yeşil”.
Ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiiri:
“Yeşil hem de!
Ben bu rengi taşırım her zaman can köşemde.
Yeşilde ne arar da bulamaz insanoğlu?
Yeşil bu... Varlık dolu, gök dolu, umman dolu.
Bir ucu gözlerinde, bir ucu engindedir.
Meyve veren ağaçlar bu çini rengindedir.
Bu çini rengindedir bahar, deniz, kır, orman
Bana Tanrım gözükür yeşil dediğim zaman.”
İşte bu yüzden, sırf bu yüzden kanla beslenmiş, masum insanların canını almış, acımasız, pis bir katilin adı olamaz “Yeşil”.
BEYAZ
Doğar doğmaz asıldığımız annemizin memesinden içimize akan sütün rengidir beyaz. Saflığın, temizliğin, arılığın, paklığın remzidir. Aslında renk desen bir renk değildir. Hangi nesne güneşin tüm ışınlarını yansıtıyorsa onun rengidir. Gözümüzün gördüğü bütün renklerin toplamıdır yani. Her dinde, her inançta mahsus bir yeri vardır. Afrika mitolojisinde şifayı ve kudreti sembolize eder. Yezidi inancında saflığı, paklığı; bu yüzden Yezidi din adamları hep beyaz giyerler. Sofiler onu iç ışık olarak görür, vicdanın rengidir onların nezdinde. Yunan mitolojisinde kutsal dağın rengidir. Anlayacağınız hiçbir din, hiçbir inanç, hiçbir kültür beyaza kötü bir leke sürmemiştir. Bütün renkleri içine alır beyaz, geniştir, huzur verir insana. İstikrarın ve asaletin sembolüdür. Savaş meydanında beyaz bayrağa kimse ateş etmez. Ferahlık verir her yere beyaz; bu yüzden hastaneler beyaz badanalı, doktor önlükleri, hemşire kıyafetleri beyazdır. Yemek yapan aşçılar da yaptıkları işin temizliğini bize göstermek için beyaz kıyafet giyerler. Beyaz, insan beyninde iyi, güzel hisler uyandırır; gelinliklerin beyaz olması bundandır.
Barışın sembolüdür; barış güvercini beyazdır, zira hayatın işaretini Nuh’a bu güvercin getirmiştir. Hassas bir renktir, hemen lekelenir. Bu yüzden Özdemir Asaf’, “Jüri” şiirinde “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu/Birinciliği beyaza verdiler” demiştir.
TOROS
Toros Dağları Türkiye’nin Akdeniz kıyılarına paralel olarak, Teke Yarımadası’ndan Suriye’ye, hatta iç kesimlere de uzanarak Irak sınırına varan içinde birçok sıradağı da barındıran bir dağ zinciridir. Türk edebiyatında bahsi en çok Yaşar Kemal’in romanlarında geçer. “İnce Memed” şu cümleyle açılır:
“Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdeniz’in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır.”
1985 yılında Türkiye uzun bir süre bir otomobil için çekilen bir reklam filmini konuştu. Filmde bir grup dağcı sarp bir dağa tırmanıyordu. Belki de Toroslar zincirinin en yüksek noktası olan Kızılkayalar zirvesine. Zorlu bir tırmanıştır, kayalara çakılan çiviler, halatlar derken, zirveye çıkar dağcı. Tam kollarını açıp zaferini ilan edecekken kendisinden önce o zirveye çıkmış bir araba görür dağın başında. Görüntünün üstüne şu “Dış Ses” düşer:
“Renu 12 tutkusunun ulaştığı zirve Toroslar! Renu 12 Toros, 5 vitesle yollara, yıllara meydan okuyor.”
1971 yılında Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) getirdi bu arabayı Türkiye’ye. 1980’de Fransa’da üretimi durdu, 1985 yılında dönemin arazi koşullarına göre modernleştirilmiş haliyle, bu kampanyayla ülkemiz pazarına büyük bir tantanayla girdi. OYAK, diğer firmalarla rekabet etmek için, ihtişam, dayanıklılık ve yüksek çekiş gücünü simgeleyen Toros Dağları’nın adını verdi ona. Araba bilhassa Anadolu’da kapış kapış gitti. Resmi kurumlar satın aldı, özellikle jandarma ve emniyet Renu Toros'la hizmetlerini görmeye başladı.
Bu arabanın beyaz renklisi, 1990’larda bu memlekette çizmeyi aşan insan kanıyla kirletildi. Çok uzun yıllar boyunca gecenin bir vakti kapısına dayanan, yoluna çıkan “Beyaz Toros” bir sürü günahsız insanın cenaze arabası yapıldı.
*
Yaşar Kemal’in “Demirciler Çarşısı Cinayeti”nin bitiş cümlesi olan “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çektiler gittiler,” sözünden mülhem; “yeşili” kirletmiş, “beyaza” kan bulaştırmış olan “o kötü insanlar, o berbat arabalara bindiler, çektiler gittiler” sanıyorduk biz Ak Parti iktidara geldiği günden beri. Meğer “o pis adamlar, o kanlı arabalara binip gitmemişler”; orada Yeşil Bursa’da statlara bile girebiliyor, dışarıda kestane şekeri de yiyebiliyorlarmış.