Üstat, şair, nezaket ve pişmanlık!
Bazı kavramlar, bazı siyasi görüş mensuplarının tapulu malı gibidir. Mesela, elden geldiğince solcular “ülkü” kelimesini kullanmaz. Müslümanlar “hayırlı sabahlar” der, sekülerler “günaydın...” Ölen birisi için Müslümanlar “nur içinde yatsın” derken, bazı solcular “ışıklar içinde uyusun” der.
“Üstat” sıfatı da böyledir. Muhafazakarlar belirli bir alanda belirli bir mertebeye ulaşmış kişilere hitap ederken onlara “üstat” der; solcuların jargonunda ise onların adı “hoca”dır.
*
Edebiyat alanında gelmiş geçmiş en büyük “üstatlardan” birisi Abdülhak Hamit’tir. Hatta onun adı “dahi-i azam”dır!
Osmanlıdan kalan, kültürde, sanatta, edebiyatta, felsefede, bilimde belirli bir yere gelmiş o büyük üstatlar birbirini bu sıfatla çağırdıkları gibi, çevrenin dışında kalanlar da büyük bir hürmetle “üstat” derlerdi onlara.
Eskiden “üstatlığı” hak etmeyene “üstat” denmezdi.
(Tanıl Bora’nın bir yazısında okumuştum. Biri Necip Fazıl’ı telefonla aramış, “Necip Fazıl beyi arıyorum” demiş. Necip Fazıl, “Duyamıyorum, ne dediniz, sesiniz gelmiyor” demiş. Bu kez adamcağız, “Üstatla mı görüşüyorum?” deyince Necip Fazıl, “Buyurun, benim” demiş.)
Abdülhak Hamit*
Nazım Hikmet şair olarak 1920’lerden itibaren meşhur olmaya başladı. Sosyalist fikirlerden nasıl etkilendi biliniyor ama inandığı fikirleri bu kadar büyük bir ustalıkla nasıl şiirleştirdiği muammadır.
Şair olarak doğmuştu belli.
Başlangıcından itibaren ulaştığı Türkçe'nin duruluğu ise ayrı bir bahis...
Aristokrat bir ailede gelmedir. Babası Nazım Bey ile Polonya kökenli bir Alman olan annesi Celile Hanım aristokrattır. Öyle ki annesinin dolaştığı çevrelerde dolaşan, örneğin mektepte Nazım’a da hocalık yapmış olan Yahya Kemal Celile Hanım’la bir de aşk yaşamıştır.
Yani demem o ki Nazım çarıklı köylülerin içinde büyümemiş, halkın çektiği yoksulluğun hiç birisini yaşamamıştır. Ama yine de “halkçı” bir şairdir ve sosyalizm fikrine inanmış kendi akranları dışında kalan, demin sözünü ettiğim bütün o büyük “üstatları” “halkan uzak, burjuva şairleri, yazarları” olarak yaftalamıştır.
*
1930’larada Nazım Hikmet artık herkesin cüzzamlı bir hastadan kaçtığı gibi kaçtığı, kimsenin iş vermediği, şiirleri dilden dile dolaşan, oldukça meşhur ancak herkesin “bulaşır” diye uzak durduğu damgalı bir komünisttir.
Karıkoca Zekeriya-Sabiha Sertel’in çıkardığı “Resimli Ay” dergisine arkadaşı Va-Nu’nun torpiliyle “musahhih” olarak girdiğinde ünlü “Makineleşmek istiyorum” şiirini yazmış, şiir herkesin dilindedir. O şiiri bilmeyen tek tük insandan birisi de Sabiha Sertel’dir. Eşi, Nazım’ı işe alırken onu tanısın diye şiiri Sabiha Hanım’a okur. Sabiha Hanım şiiri hiç beğenmez, “Makineleşmek istiyorsa gitsin kıçına bir motor taksın” der.
Nazım yine de işe alınır. İlk gün derginin kapısından içeri girdiğinde orada bulunanların ısrarı üzerine “Bahri Hazer” şiirini okur. Sabiha Hanım “Bir denizin dalgalanması gibi dalgalanan kelimeler” karşısında hayretler içinde, ağzı açık kalır.
*
1930’lara doğru giderken, toplum baştan aşağı yeniden dizayn ediliyor. Osmanlıya ait eski kıyafet çıkarılıyor, çoğu Osmanlıdan kalma paşalar eliyle Batı’nın modasına uygun tarzda dikilmiş yepyeni bir kıyafet geçiriliyor cemiyetin üzerine.
Entelektüel mahfillerde alttan alta süren kıyasıya bir kavga var; bu kavganın adına da “eski ile yeninin” kavgası deniyor.
Nazım Hikmet*
O dönemin sosyalistleri de “yeninin” yanındalar. Nazım Hikmet ve Sadri Ertem “Resimli Ay” dergisinde “putları kırıyoruz” kampanyasını o sırada başlatır.
“Put mertebesine yükseltilmiş, halktan uzak, burjuva sanatçılarına, yani üstatlara karşı” kazan kaldırılmadan önce, kampanyanın altlığını hazırlamak için, o sırada sadece hak etmiş olanlar için kullanılan “üstat” sıfatını ayağa düşürmekle işe başlarlar. Misal dergide çalışan çaycılardan, müstahdemlere, kapıcılara kadar önlerine çıkan herkese “üstat” diye hitap ederler ve hemen ardından “en büyük put” olarak üstat Abdülhak Hamit’i hedef tahtasına koyarlar.
*
Edebiyat camiası bir anda karpuz gibi ortadan ikiye yarılır.
Abdülhak Hamit’in, yani “eskinin” yanında yer alanlar, “Abdülhak Hamit bir dâhidir, bunlar putları değil, milli ediplerimizi, dâhilerimizi yıkmak istiyorlar. Bu edebiyat tartışması değil, komünizm propagandasıdır” derken, onların karşısında yer alan “yeniciler” ise, “Bu bir edebiyat tartışmasıdır, gücünüze güveniyorsanız hodri meydan” derler.
Kılıçlar çekilir!
Nazım Hikmet, Yakup Kadri için ünlü “Karamaça Bey”, Hamdullah Suphi için de “Sen zilli bir bebeksin” hicivlerini yazar.
Nazım’ın cephesindekilerin tümü gençti, “üstatların” bu gençler için bulduğu sıfat ise, “sokak itleri”ydi.
*
Bu sert tartışmada üstat Abdülhak Hamit en olgun davranan kişi olur, onca hakaret havada uçuşurken, o ağzını hiç bozmaz. O Abdülhak Hamit ki, 60’larını sürerken 19 yaşındaki Lüsyen’le evlenen, adaşı Şinasi Hisar’ın nitelemesiyle, “hayata, dünyaya, aşka doymayan ve bunun için geçen zamana kızan ve ölüm karşısında haşyet duyan ve bunun için de muttasıl hayat muammasını kurcalayan, söyleyen” ve ‘şair-i azam’ sıfatını “resmi bir rütbe” gibi üzerinde taşıyan, şimdilerde bile en az onun kadar meşhur olan “Makber”in şairi... Nazım Hikmet’e bir mektup yazar onu evine yemeğe davet eder.
Nazım mektubu alınca önce düşünür, sonra:
“Ben Atatürk’ün davetini reddettim, ama bir şairin davetini reddedemem” der ve şairin Maçka Palas’ta bulunan evine gider.
*
Ertesi gün dergide toplanmış olan arkadaşlarına intibalarını anlatır:
“Abdülhak Hamit burjuva, ama büyük şair. Beni karısı Lüsyen Hanım’la kapıda karşıladı. Hamit uzun boylu olduğu için, redingotla adeta bir İngiliz lorduna benziyordu. Hele gözlerindeki monoklü, ha düştü, ha düşecek diye ödüm patlıyordu. Beni mükellef bir salona götürdüler. Avizeler, 14. Lüi stili bir salon takımı. Kendimi bir sarayda sanıyordum. Bir sofra! Bir sofra!.. Londra’dan getirtilmiş İskoç viskileri, çeşitli içkiler... Masanın bir ucundan öbür ucuna kadar çeşitli mezeler... Abdülhak Hamit’in bir de misafiri vardı. Dört kişi sofraya oturduk. Ben sofrada mahcup bir çocuk gibiydim.
Abdülhak Hamit bir sanat bahsi açtı. Sanat tarihini, çeşitli edebiyat mekteplerini, şiirde, edebiyatta, tiyatroda meydana gelen değişmeleri, öyle bir anlattı ki, karşısında cehlimi duydum. Fakat ben de ona, onun bilmediklerini, realist sanatı anlattım. Büyük bir ilgiyle dinledi.
Putları kırmakta haklısınız dedi. Biz de edebiyat hayatına atıldığımız zaman aynı şeyi yaptık. Divan edebiyatını yıktık, Tanzimat edebiyatına girdik. Türk edebiyatında yeni hamleler yaptık. Biz onları yıktık. Siz de bizi yıkacaksınız.
Abdülhak Hamit’in toleransına hayran oldum. Oysa ben, çetin tartışmalar yapacağız sanmıştım.” (Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.144)
*
Aradan otuz yıl geçer. Bu arada Nazım uzun yıllar hapis yatmış, aftan yararlanmış, memleketten kaçmış, ölümüne üç yıl kala, artık kalbi teklemeye başlamışken 1960 yılında; en zor zamanlarında ona iş veren “patronu” Sabiha Sertel’le Viyana’da buluşurlar.
İki eski dost, eski günleri anar, gençliklerinde yaptıkları hatalardan bahsederler.
Nazım uzaklara dalar, dudağında bir tebessümle Sabiha Sertel’e döner şunları söyler:
“Gençliğimizde sekterdik. Biz mesela ‘putları kırıyoruz’ kampanyasını neden açtık? Abdülhak Hamit milli şair değilmiş. Memleket konularıyla ilgilenmezmiş. Proleter şair değilmiş. Saltanat devrinde, proletaryanın daha doğum halinde olduğu bir devirde onun proleter şairi olmasını nasıl bekleyebilirdik?! Adam büyük şair. Kendi ufuklarından çıkmış, dünya konularıyla ilgilenmiş. Abdülhak Hamit yaşadığı devrin, şartların mahsulüydü. (...) Bütün o büyük şairlere çattık. Burjuva şairi, edebi diye kenara attık. Neydi benim o ‘Berkeley’ şiiri?!. Diyalektik materyalizm şiirle mi öğretilir?!. Proleter şairi aşk şiiri yazamaz dedik. Tabiatı ve insanı unuttuk.” (S. Sertel, Roman Gibi, s.178)
*
Bütün bunları okuyunca, “Yaşlanmak yüksek bir dağa tırmanmaya benzer, yukarı çıktıkça nefesin daralır ama görüş alanın genişler” sözü hatırladım.
Karşılaştıklarında Nazım Hikmet genç, Abdülhak Hamit yaşlıydı. Nazım Hikmet yaşlandığında Abdülhak Hamit hala “üstat”, o da bütün dünyanın bildiği büyük bir “şair”di.
Şu anda bile biri üstat, ötekine şairdir!