Neden bu kadar çalışıyoruz?
Çoğumuz neden bu kadar çok çalıştığımızı bilmiyoruz. Çalışmanın, işimizin bizim kim olduğumuzu neden ve nasıl belirlediğini de. Nasıl oldu da çalışma, hayatımıza anlam ve değer katan, toplumsal statümüzü belirleyen, zamanımızı kimlerle ve nasıl geçireceğimizi söyleyen, üstelik bedenimizi, çevremizi, eşitlik anlayışımızı dönüştüren bir şey haline geldi? Dünyanın önde gelen antropologlarından James Suzman çalışmayla kurduğumuz ilişkinin 300 bin yıllık evrimini aktarıyor bu kitapta. Bu ilişkinin günümüzde köklü bir değişimden geçtiğini ve bu değişimin olası sonuçlarını gösteriyor.
Suzman’a göre aslında hepimiz şunun farkındayız: Sadece mesleki faaliyetleri değil, bunun dışında kalan, belli bir amaca yönelik tüm etkinlikleri de çalışma olarak tanımlıyoruz. Örneğin ilişkilerimizi yürütürken ya da bedenlerimiz üzerinde ve hatta boş zamanlarımızda da çalışıyoruz.
ÇALIŞMA (James Suzman / Çev: Selma Uzun / Kolektif Kitap)İHTİYAÇ VE LÜKS FARKI
Çalışmayı ihtiyaç ve isteklerimizi karşılama amacıyla harcadığımız emek ve zaman olarak tanımlayan ekonomistler, iki sorunu göz ardı eder. Birincisi; çalışmayı boş vakitten ayıran yegâne şey, bir işin ne amaçla yapıldığı ve bunu yapmak için para alıp almadığımız veya ödeyip ödemediğimizdir. Şu örneği veriyor Suzman: “Antik çağda yaşamış bir toplayıcı için bir geyiği avlamak çalışmadır, ama gelişmiş ülkelerin avcıları için heyecanlı ve çoğunlukla hayli masraflı bir boş vakit etkinliğidir. Sanatçılığı meslek edinen biri için çizim yapmak çalışmadır, ama milyonlarca amatör sanatçının gözünde bu dinlendirici bir serbestliktir. Lobi faaliyetleriyle uğraşan biri için sektöre yön verenlerle dostluk kurma çabası çalışmadır, ama geriye kalan çoğumuz için arkadaş edinmek mutluluk kaynağıdır.”
İkinci sorunsa; harcadığımız enerjinin dışında (gıda, su, hava, ısı, arkadaşlık ve güvenlik gibi) ihtiyaç kavramının neleri kapsadığı konusunda çok az görüş birliği olmasıdır. Bunun da ötesinde, ihtiyaç ve isteğin sınırları genellikle öyle belirsiz bir şekilde birleşir ki, birbirlerinden ayırt edebilmek olanaksızlaşır. Çünkü kahvaltıda iyi bir kahvenin yanında kruvasan yemek bazıları için ihtiyaçken, kimileri için lükstür.
Çalışmanın en çok kabul gören evrensel tanımı; belirli bir hedefe veya sonuca ulaşma amacı güden bir görevi yapmak üzere, isteyerek zaman ve enerji harcamaktır. “İlk insanların akıllarında, kendilerini çevreleyen dünyayı paylaşmaya ve onunla ilgili deneyimlerini kavramlar, kelimeler ve fikirler açısından tasnif etmeye başladıkları andan itibaren neredeyse çok net bir çalışma kavramı vardı. O yüzden çalışma; uzak diyarlara yolu düşen antropologların ve seyyahların tıpkı sevgi, ebeveynlik, müzik ve yas tutma gibi her zaman dört elle sarıldıkları bir kavram olageldi. Zira konuşulan dilin ve hayret verici geleneklerin ilişkiye set çektiği bir yerde, iş yapan birisine yardım etmek gibi basit bir davranış tüm o engelleri, beceriksizce sarf edilen herhangi bir sözden daha kolay yıkar. İyi niyet göstergesidir bu ve tıpkı birlikte dans etmek veya şarkı söylemek gibi uyumlu, amaç birliği güden ortak bir deneyim yaşanmasını sağlar” diyor Suzman.
Ona göre, ekonomik sorunun insanlığın değişmez kaderi olduğu fikrinden vazgeçersek çalışmayı da sadece hayatımızı kazanma şeklimiz olarak tanımlamalıyız. Bu da yaşamın başlangıcından artık her daim çok meşgul olduğumuz günümüze kadar geçen sürede çalışmayla aramızda kurulan sıkı bağı gözden geçirebileceğimiz yeni bir bakış açısı kazandırır bize. Neden avcı-toplayıcı atalarımızdan çok daha fazla önemsiyoruz çalışmayı? Daha önce eşi benzeri görülmemiş bir bolluk devrindeyken, kıtlık düşüncesiyle neden böylesine kaygılanıyoruz? Bu soruların yanıtlarını bulmak için geleneksel ekonominin sınırlarını aşıp fizik, evrimsel biyoloji ve zoolojinin alanına yolculuk yapmalıyız. Belki de hepsinden önemlisi, tüm bunlara sosyal antropolojinin penceresinden bakmamız gerekiyor.
ÜÇ BELİRLEYİCİ: ENERJİ, EVRİM, KÜLTÜR
Çalışmayla ilişkimizin tarihsel bir planını çıkarmak istersek, önümüze birbiriyle kesişen iki patika yol çıkıyor.
Bunlardan ilki enerjiyle olan ilişkimizin hikâyesi. Çünkü çalışma, mutlak surette enerji kullanmayı gerektirir. Canlı organizmaları cansız maddeden ayıran, belli işleri yapabilme becerileridir. Sadece canlılar yaşamak, büyümek ve üremek için etkin bir şekilde enerjiyi arayıp ele geçirir. Bu patikayı izleyerek yapılan yolculuk, enerji savurganlığı yapan, amacı ve yapacak işi olmadığında neşesiz, bunalımlı ve moralsiz hisseden tek canlı türü olmadığımızı ortaya çıkarır.
İkinci patika, insanın evrimsel ve kültürel yolculuğunu izler. Bu patikanın gözle görülür ilk kilometre taşları; işlenmemiş taş aletler, antik ocaklar ve kırık boncuk parçalarıdır. Daha geç dönemlerdeyse; güçlü motorlar, devasa şehirler, hisse senedi borsaları, sanayi ölçekli çiftlikler, ulus-devletler ve enerjiye aç muazzam makine ağları biçimine bürünür.
Ama çalışmayla günümüzdeki ilişkimizi anlamak açısından en önemli veri, bu iki patikanın yakınsadığı noktalarda bulunur.
Peki bunlar neler? Suzman’a göre dört yakınsama noktası bulunuyor:
İlki, insanın ateşi denetimi altına aldığı milyonlarca yıl öncesine denk düşer. Gereksinim duydukları enerjinin bir kısmını ateşten nasıl tedarik edeceklerini öğrenmeleri insanlara yiyecek arama dışında daha fazla boş zaman, soğuk havalarda ısınma ve günlük beslenmelerinde büyük bir çeşitlilik gibi armağanlar sundu. Bu da enerjiye hep daha aç ve daha çalışkan beyinlerin gelişimini hızlandırdı.
İkinci can alıcı yakınsama noktası, çok daha yakın tarihli ve muhtemelen çok daha dönüştürücüydü. Yaklaşık 12 bin yıl önce, atalarımızın bazıları düzenli olarak yiyecek depolamaya ve tarım yapmaya girişti. Bunun sonucunda çevreleriyle, birbirleriyle, kıtlıkla ve çalışmayla ilişkileri değişmeye başladı. Bu yakınsama noktasını dikkatle incelersek, bugün çalışma hayatımızı örgütleyen geleneksel ekonomik yapının çıkış noktasında tarımın ne ölçüde etki yarattığını, ayrıca eşitlik ve statüye dair fikirlerimizle çalışmaya dair tavrımızın nasıl sıkın sıkıya bağlı olduğunu anlayabiliriz.
Üçüncü yakınsama noktasıysa insanların şehir ve kasabalarda toplandığı dönemde ortaya çıktı. Yaklaşık 8000 yıl önceye, bazı tarım toplumlarının kalabalık şehir nüfusunu beslemeye yetecek kadar gıda fazlası üretmeye başladığı zamana denk düşer ve çalışmanın tarihinde çok önemli bir sayfayı simgeler. Bu noktanın kendine has özelliği, tarlada çalışarak enerjiyi elde etme ihtiyacından ziyade enerjiyi harcama talebiyle belirlenmiş olmasıdır. İlk şehirlerin ortaya çıkması, toplayıcılık veya geçimlik tarım toplumlarda tahayyül bile edilemeyecek bir dizi yeni beceri, meslek, iş ve zanaatın doğuşuna zemin hazırladı.
Dördüncü yakınsama noktasının alametiyse, Batı Avrupa halkının kadim fosil yakıt depolarının kilidini açıp, enerjiyi o güne dek görülmemiş bir maddi refah kaynağına dönüştürmesi sonucu, bacalarından duman püskürmeye başlayan fabrika ve imalathanelerin ortaya çıkmasıydı. 18. yüzyılın başlarına denk gelen bu noktada her iki patika da birdenbire genişledi.
Tarih, antropoloji ve sosyolojinin iç içe geçtiği bu çalışmada James Suzman, insan doğası hakkındaki ana akım ekonomik varsayımları sorguluyor ve modern kültürlerimizin artan eşitsizlik sorununu anlaşılır kılmak için önce geçmişimizi anlamamız gerektiğini iddia ediyor.
James Suzman Afrika’nın güneyinde yaşayan Khoisan halkları konusunda uzmanlaşmış bir antropolog. Güncel sosyal ve ekonomik sorunları çözmede antropolojik yöntemler uygulayan Anthropos Ltd. adlı düşünce kuruluşunun yöneticisi. New York Times, Observer, Guardian, New Statesman ve Independent gibi mecralarda yazıları yayınlanıyor.
***
İKİ TAVSİYE
Psikanaliz ve edebiyatı birbirine karıştıran yeni bir yazı türü bu. Yaşamın içinden gelen, yaşamın içinden geçen metinler; insan ruhsallığına açılan pencereler bunlar. Mahallenin en zeki çocukları değillerdi, aileleri yoksuldu ve düşlerini gerçekleştirmek için gerekli olan şeylerin neredeyse hepsinden yoksundular; şiddet hariç. Hayatta kalmak için tüm suçlarını anlatmak zorunda olan bir gangsterin hikâyesi.
Pencereler (J.-B. Pontalis / Çev: Talat Parman / YKY) Sıkı Dostlar (Nicholas Pileggi / Çev: Avi Pardo / İthaki)