İhsan Dayı'dan sonra Hulusi Amca'nın kitabı
Başlangıçta her şey soğuk, boş ve anlamsızdı.
Sonra uzun bir yazar, AMAT dedi. 17. yüzyılın İstanbul’unda, bir salı günü, yani Kabil’in kardeşi Habil’i öldürdüğü gün, 247 meşe ağacından yapılmış 247 mürettebatlı kalyonu yola çıkardı. Kalyon, sadece Akdeniz’deki korsanların değil, “gerçek”in de peşine düşmüştü. İbranice’de “amat” yani “emet,” “gerçek” demekti. Ancak alnına “emet” yazılan çamurdan insan “e”sini kaybedince “emet” birden “met” oldu; “gerçek,” “ölüm”e dönüştü. Mürettebat, ölümsüzlük arayışında vebadan savaşlara türlü ölümlere kavuştu…
Aradan 17 yıl geçti. Her şey yine soğuk, boş ve anlamsızdı.
Aynı uzun yazar bu kez yüzünü suyun altına çevirdi, TİAMAT dedi. Milâdi 1915’te, Devlet-i Aliye armalı, Abdülhamit sınıfı tahtelbahir gemisi T1AMAT’ı (telsiz adı bu), düşman gemilerinin ikmalini kesmek ve onları saf dışı bırakmak için Dersaadet’ten yola çıkardı, Port Said’in 40 mil poyraz tarafına ulaştırdı. Bu kez savaş ve kan suyun altındaydı. Adını Babil yaratılış mitolojisinden alan TİAMAT, okyanus tanrıçası ama aynı zamanda kaos ve kaderin başlangıcıydı. TİAMAT’ın mürettabatının kaderi de AMAT’ınkiyle örtüşecek miydi?..
1995’te “Puslu Kıtalar Atlası” diyen o uzun yazar “TİAMAT”la birlikte yer üstünden yer altına, su üstünden su altına, savaşlarını böylece tamamlamış oldu…
İHSAN-I KÂMİL’İN TEKAMÜLÜ…
2012 yılında “Yedinci Gün” romanı yayımlandığında “Edebiyat’ın İhsan-ı Kâmil”i diye yazdığım İhsan Oktay Anar’ın 2014’te yayımladığı “Galiz Kahraman”dan sekiz yıl sonra yeni romandayız: “TİAMAT.” 156 sayfalık metni bitirir bitirmez şunu söyleyebilirim: İhsan-ı Kâmil’in de tekamülü olabiliyormuş…
Başlayalım.
Osmanlı’nın torpido da atabilen ilk denizaltısı Abdülhamid’in 6 Eylül 1886’da denize indirildiğini, böylece denizaltıcılık serüvenimizin başladığını hatırlayalım önce. İhsan Oktay Anar’ın TİAMAT’ı, işte Abdülhamid sınıfı bu denizaltılardan biri ve romandan çıkardığımız kadarıyla I. Dünya Savaşı’nda, Britanya’nın Mısır’dan deniz yoluyla askerî sevkiyatını engellemekle görevli. İngiliz Kraliyet Donanması’na ait HMS Lynx (1913’te suya indirildi), HMS Maori (1909’da suya indirildi), HMS Quail (1895’te suya indirildi) gibi destroyerlerin peşinde suya bir batıp bir çıkıyor.
Bu, romanın gerçekle en örtüşen kısmı. Evet, böyle bir savaş, böyle gemiler ve denizaltılar, böyle bir tarih var. Ama bunu bir “gerçek” olarak anlatmak var, bir de yeniden yaratıp okuyanın beş duyusuna (hatta altı) hitap etmek. İşte İhsan Oktay Anar, bunun için var.
Kitabın ilk sayfalarından itibaren korkularımızı besleyen ama bundan haz da duymamızı sağlayan klostrofobik bir dünyanın içine giriyoruz. TİAMAT’ın kendisi, çağdaş insanın iç dünyası sanki; kendi içinden korkan, kendinden kaçmaya çalıştıkça kendine daha çok yakalanan modern insanın dramı bu. Ama artık, bir makinenin, bir dişlinin içindeyizdir ve her hareketimiz, diğer parçalarla bizi daha da ilişkilendirir. İhsan Oktay Anar’ın temel gücü burada. Tıpkı Borges’in Sonsuz Bellek Funes’i gibi (biliyorsunuz Funes, bir yaprağın daldan yere düşerken yaptığı her hareketi tüm farklı açılarıyla zihninde tutabiliyordu) bir makinenin her çarkını sanki onun içindeymiş gibi tüm devinimleriyle anlatıyor bize. Onlara adeta ruh üflüyor. Mesela: “Tahtelbahirin içinde cehennemî fırınlarda eritilip dökülmüş, tavlanıp şekil verilmiş madenî el çarkları, tekerler ve tamburalar dönerken, muhabere boruları emir ve tekmillerle uğulduyor, pirinç gösterge ve müşirlerin ibreleri ışıklı kadranlarda kıpırdıyor, su saatleri ve devvâreler tıkırdıyordu. Yangına dayanıklı gömlekleri içinde parmak kalınlığında elektrik hatları bütün mukavim tekneyi sanki içten kavramış, irili ufaklı veya kocaman valfler ve vanalar da kırmızı-yeşil renkleriyle ölüm-kalım çiçekleri gibi dört bir yandan âdeta fışkırmıştı…”
Onun tüm romanlarında makineleri, özellikle de gemi aksamını kişileştirmekteki ustalığı, “bu kadar denizcilik terimini nerden biliyor” sorusunun cevabı genetik faktörlerde yatıyor. Daha önce de yazmıştım, Anar’ın hayatında amcalar ve dayıların büyük izi var. En başta adını onlardan alıyor. İlk romanı “Puslu Kıtalar Atlası”na yerleştirdiği Arap İhsan, dayısından başkası değil. Bir dönem gerçekten Kocamustafapaşa’da nam salmış Arap İhsan, yazarımıza adını veren kişi aynı zamanda. Büyük amca Abdülhakematlı polis; soyadı ondan geliyor. Bu duruma içerleyen küçük amca Hulusi ise ondaki teknik merakın müsebbibi. Kendisi denizaltıcı ve teknisyen olduğu için imzalarını “Onar” diye atan bu amca, bir falcıdan “72 yaşında öleceksin” sözünü duyduktan sonra batan bir denizaltıdan son anda, ardından da bir kazadan kurtuluyor. Ve tam 72 yaşında hakkın rahmetine kavuşuyor...
Puslu Kıtalar Atlası’nda dayısı Arap İhsan; TİAMAT’ta amcası Hulusi ilham oluyor…
BU YAZIYI BİRAZDAN BIRAKMAK İSTEYEBİLİRSİNİZ..
Romanımıza dönelim. Hedeflediği destroyerleri torpidolarla bertaraf etmeye çalışan tahtelbahir gemimiz, uzaklarda gördüğü metruk bir şilepte tereddüt ediyor. Çünkü şilebin profili bir türlü tam teşhis edilememiştir. Üstelik bu değersiz şilebe harcanacak torpido bile israf olacaktır. Sonunda sekiz adamı gemiye göndermeye, taze gıdaları ve varsa ganimeti, evrakları, telsiz kayıtlarını almaya, ardından gemiyi masrafsız batırmaya karar verirler. Şilebe çıkan bu sekiz adamın orada gördükleriyle ve buldukları bir sandığı alıp tahtelbahir gemisine getirmeleriyle TİAMAT’ın hikâyesi yeniden başlar…
Hikâyenin buradan ötesini anlatmak romana ve yazarına haksızlık olur. Buradan sonra kitaptan yapacağım alıntıları da, kitap yayımlandıktan sonra okumasının lezzeti kaçmasın diye görmek istemeyenler olabilir. Onlar, şu satırdan itibaren bu yazıyı bir kenara bıraksınlar. Ama yapacağım alıntılar, kitabın ruhunu yansıtmak için seçilmiştir. Zaten burada alıntılananların kat be kat fazlası ve lezzetlisi TİAMAT’ta var. Bunu söylemek zorunda bırakarak beni mahcup etmeyin lütfen…
İhsan Oktay Anar, Kürşad OğuzHER CÜMLESİ İLK CÜMLE GÜZELLİĞİNDE
Buraya kadar da haksızlık ettik ise hikâyenin devamına ilişkin şu tespitle durumu toparlayalım. Kimin söylediğini net hatırlamıyorum; ihtimal Yahya Kemal’di. Şöyle diyor: “Ben her mısrayı bir ilk mısra güzelliğinde yazmaya çalışırım.” İşte İhsan Oktay Anar da, her cümlesini bir ilk cümle güzelliğinde yazmaya çalışmıyor, bunu yapıyor. Belki bu yüzden 27 yılda sekiz kitap geldi.
O, sırası gelmiş en sıradan cümlelerden bir anlam yaratma ustası. Tıpkı fenerbalığıyla ölü denizcinin suyun dibinde karşılaştığı andaki gibi: “İkisi o an yüz yüzeyken biri canlı olup bilmemenin, diğeri ise bilebilme ama ölü olmanın birer örneği idiler.” Ya da Kumandan’ı bir dehşet anında tasviri gibi: “Uzun zamandan beri cesurdu, çünkü korkulacak her şeyden bir kez korkmuş, geriye bir şey bırakmamıştı.”
Ben bu etkinin üstü kapalı bir şiirsellikle, üstü açık bir müzikle alâkalı olduğunu da düşünüyorum. Sadece 17. yüzyılda üç âşık müzisyeni anlattığı “Suskunlar”da değil, neredeyse bütün kitaplarında notalar dolaşıyor İhsan Oktay Anar’ın. Cümleleri, kulağa da hitap edecek şekilde kurguluyor. 2000’lerin başında yaptığımız bir söyleşide keman dersleri aldığını söylemiş, “Geceleri çaldığım parkta fareler ve kedilerden, birkaç sarhoş ve evine geç kalmış işçiden başka hiçbir dinleyicim yok” demişti. Ama daha sonra “ağır ve kaslı sağ kolunun keman çalmaya uygun olmadığını öğrendiği için” bırakmıştı kemanı. Bildiğim kadarıyla sonra klarnet ve piyano dersleri aldı. Bunun da ötesinde, iyi bir Mozart, Bach ve Handel dinleyicisi. Bunları neden söylüyorum? Müzik heyecanını her kitabında metne mükemmelen yedirdiğini vurgulamak için. Anar romanlarını aynı zamanda sol anahtarının üzerine yazıyor.
ROMANININ BİZZAT KENDİSİ KADIN
TİAMAT’taki gerçek müzik ise tahtelbahir gemisindeki “seda dinleme” seansında karşımıza çıkıyor. Mürettebatın kimi “Gülistan,” kimi “Zurnacı Arap Ahmet,” yek diğeri Laz havası, Kürt havası isterken gramofondan Geraldine Farrar’ın sesi yükseliyor. Kendisi Amerikalı bir opera sanatçısı. 1882-1967 arasında yaşamış, Berlin'de Kraliyet Operası'nda, New York'ta Metropolitan Operası’nda görev almış.
Bu bahsi boşuna açmadım. Elbette bağlayacağım.
Sonradan haberim oldu, yakın zamanda “İhsan Oktay Anar’ın kitaplarında neden kadın yok” diye bir tartışma olmuş. Alın işte size tokat gibi, güzeller güzeli Geraldine Farrar. Buna gülüp geçtiniz demek. Sevgili okurlar, romanın kendisi bizzat kadın zaten. Başta söyledim. Tiamat, Antik Babil inanışında genç tanrılar üretmek için tatlı su tanrısı Apsu ile çiftleşen tuz denizinin tanrıçası. Başlangıç okyanusu o. Efsaneye göre Marduk onu öldürünce bölünmüş bedeninden gökyüzü ve yeryüzü, gözlerinden Fırat ve Dicle, göğüslerinden ise dağlar oluşuyor.
Her ne kadar daha çok savaşları anlatsa da İhsan Oktay Anar zaten bence “dişi” romanlar yazıyor. 2012 yılında “Yedinci Gün”ün ardından konuştuğumuzda, kadınların yerinin onun gözünde ayrı olduğunu söylemişti. Pek çok güzel şeyin kadınlardan geldiğini vurgulamıştı. O romanda olduğu gibi diğerlerinde de kadın-erkek ayrımı söz konusu olduğunda hep birincinin yanında durduğunu görürsünüz zaten. “Erkeğin kadını seçtiği bir cemiyet batarken, kadının erkeği seçtiği cemiyet refaha eriyordu” bile yazmıştı. Kinayeyi anlarsanız, onun için “feminist yazar” bile derim. Ayrıca bilmediği kadınları ihtirasla romanlarına sokan yazarlara bin kere tercih ederim onu.
ANARCA YARATILAN KARAKTERLER
Evet, bu romanda da karakterlerin hepsi erkek. 1915’te bir denizaltıda başka ne olmasını bekleyebilirsiniz ki? Öte yandan “Puslu Kıtalar Atlası”nın Uzun İhsan, Arap İhsan, Bünyamin ve Alibaz’ı; “Amat”ın Kırbaç Süleyman, Diyavol Paşa, Ali Reis’i; “Kitab-ül Hiyel”in Yâfes Çelebi, Üzeyir Bey’i gibi TİAMAT da ileride çizimlere ve sergilere konu olacak, her biri nevi şahsına münhasır erkek karakterlere sahip. Bu karakterler, roman ilerledikçe kendi hikâyeleriyle bir bir karşımıza çıkıyor. Anar, makineleri kişileştirmedeki ustalığını roman karakterlerine bir yaşam yaratma konusunda da hayli hayli gösteriyor.
TİAMAT’ın göze çarpan karakterleri daha isimlerini duyduğunuzda merakı celp ediyor: Kumandan Bey, Vardiya Zabiti Mülazım, Başçarkçı Züp, Hamamcı, Hafız Efendi, Alidüdüt, Abdülkehribar, Tikibom, Çuçu, Karagümrük, Parlakçı…
Bunlardan Karagümrük ayrı bir öneme sahip. Anar’ın cümleleriyle kimmiş bir bakalım: “Adam, karıştığı sayısız kavgada kazandığı kabiliyet ile kastî olarak gevşettiği suratını hep ifadesiz bırakır, böylece muhtemel bir hasmın, onun ne zaman hamle yapacağını sezinlemesini güya önlerdi. Gözünü diktiği yer o insanın niyetini belli ettiğinden daima boşluğa boş boş bakar, ama yandan ve yanlamasından her zaman her şeyi görürdü. Birliklerde Joker denilen adamlardan biri olarak bulunmazı bulur, yapılmazı yapar, girilmeze girer ve çıkılmazdan çıkardı.”
Kendi içine kapandıkça edebiyata açılan, okurdan uzaklaştıkça mükemmele yaklaşan Anar, kendi dilini oluşturmuş bir isim. Bence artık “Anarca,” beğenmediyseniz “İhsanca” diye bir dil var. Kullandıkça çoğalan bu dilde ayrıntılı ama müstehzi tasvirler önemli bir yer tutuyor. Romanın diğer karakterlerinden Parlakçı’yı tasviri buna iyi bir örnek olabilir: “Sadece mors mesajı verilen ışıldağı kullandığı için değil, istemsizce kırpıştırıp seriler halinde açıp kapadığı, iri ve şimşek mavisi gözlerindeki tik nedeniyle de ona böyle hitap ediyorlardı. Kimileri ondaki tikin ilahî mucize olduğunu, çünkü gözlerini gelişigüzel değil, mors alfabesinde ‘Allahü Ekber’ lafzı okunacak şekilde kırpıştırdığını, sohbetinin de uğur getirdiğini söylerlerdi...”
BUGÜNE DAİR ELEŞTİRİLER
Anar’ın savaşı da parodileştiren her zamanki hınzır ciddiyeti, felsefeci kimliğinin yansımaları, bugüne göndermeli siyasal-sosyal sorgulamaları bu kitapta da mevcut elbette. Fakat benim hissim, diğer kitaplarına oranla bu konuda daha eli sıkı davrandığı, keskin ayrımlara gitmekten kaçındığı yönünde.
TİAMAT’ta bazı kurumların varlığını tartıştığını, özellikle askerlik mesleğine ilişkin mesajlar verdiğini, din-hurafe-pozitif bilim ayrışmasına dair fikirler derdest ettiğini söyleyebilirim. Askerlik bahsi önemli bir başlık. Bu çerçevede otoriteyi sorguluyor, “neden emir verenlere gerek duyulduğunu” soruyor yazarımız: “Tarihte hüküm sürmüş deli padişahlar, beş yaşındaki imparatorlar ve hatta kutsiyet atfedilmiş, ümmet sahibi büyükbaş hayvanlara bakıp herhalde, insanların zaten yapmakta oldukları işi yapmalarını emredecek birine ayrıca neden ihtiyaç duyduklarını burada sormak gerekir…” Öyle ya, zaten yapılması gerekenler yapılıyorsa, bunları “yap” diyene neden ihtiyaç var? Üstelik “yap” demek için belli bir meziyet gerekmezken…
Zamanla değişir mi bilemem. Ama Kumandan’ın ağzından çizdiği asker portresi, her zaman geçerli herhalde: “Biz askeriz, polis yahut hafiye değiliz. İşimiz yapmak, düşünmek değil. Bu işin meraklısı çok, bırakın başkaları düşünsün, boş vakti olan boş kişiler, polisiye tutkunları, feylesoflar, fen adamları, ayağı yere değmez, kafası bulut delen kim varsa.” Bu aynı zamanda bazı askerlerin veya askeriyenin beyaz yakalılara bakışını yansıtıyor olabilir.
Gelelim din meselesine… Geçmiş kitaplarından İslam’daki ayrımlara, tarikat meselesine en azından kültürel manada son derece hâkim olduğunu gayet iyi bildiğimiz İhsan Oktay Onar, bu alanda toplumdaki sakillikleri ve yanlışları da yerli yerinde tespit ediyor, kahramanlarına bu konuda sözler söyletiyor. TİAMAT’ta da mevcut bunlar. “Dindaş”lığın bir kayırma vesilesine dönüşebileceğini, kayrılmak için “dindaşlığı” abartacakların olabileceğini Hafız karakteriyle anlatıyor: “…Silahtan sorumlu Hafız ise onların nezdinde İslam ümmetinin en bir ekstra lüks, en bir fena halde muhteşem semtine aitti. Bu yüzden ona sık sık fıkıh ve ilmihalle ilgili sorular sorarlar, tavsiye ve hatta fetva bekleyerek gözüne girmeye çalışırlar, kim bilir, belki dindaş dayanışmasından semere ve kayırma umarlardı.”
Peki eğitim ve para bazı şeyleri değiştiriyor, çiğlikleri ve fırsatçılıkları yok ediyor, bizi daha “medeni” yapıyor mu? Anar, bu konuda karamsar. Bunu da muhtemelen sadece 1915 için değil, bugünler için söylüyor: “Tahsil ve terbiyeleri için servetler harcanmış iki efendinin bu kadar kolay parlamamaları için herhalde birkaç kuşak daha geçmesi gerekecekti. Servete konmuş fakirin üç kuşak fakirlik kokması ve açlığın yerini açgözlülüğün alması yahut dinden çıkmış Müslüman’ın üç kuşak daha hacı yağı kokması ve takvanın yerini bağnazlığın alması belki doğruydu...”
İhsan Oktay Anar’la 2012’deki görüşmemizde “Televizyon programlarındaki tartışmacılar neye dayanarak o iddiaları ortaya atıyor” diye sormuştu. O, felsefeci olması hasebiyle gerçeğin dile getiriliş biçimine, göz göre göre yanlışın doğru olarak savunulabilmesine şaşkın. Geçenlerde Pascal Bruckner ile de konuştuğumuz, gerçeğin artık teyit edilen bir şey olmaktan çıkıp “savunulan” bir yoruma dönüştüğü kanaatinde sanırım. Ben bu cümlesinden bu sonucu çıkardım, tartışma programlarını eleştirdiğini düşündüm: “‘Öyle tabii,’ dedi adam, ‘Hepiniz iştahla ve şehvetle hüküm veriyorsunuz, hak mı hakikî mi demeden, fikirler sizde kadın kız gibi şehvet uyandırıyor, oysa yanlış, yalan ve abes denen ne varsa, akla nâmahrem değil mi? Bir konuda, hanım kıçı avuçlar gibi hükme varıyorsunuz. Ne bu iştah?’”
Haksız mı?
“TATLI” ve “TUZLU” İHSAN
Bunu daha önce de söylemiştim. İlk kitabından bu yana usta bir savaş anlatıcısı İhsan Oktay Anar. Bu konuda rakipsiz. Uzun askerlik süresi boyunca gördüklerinden, yaşadıklarından çok etkilendiği için en iyi bildiği şeyi, en çarpıcı şekilde anlatıyor. Bu aynı zamanda onun kendiyle de mücadelesi bence. Korkmaktan korkan bir yazarın korkusunu yenmek için korku romanları yazması gibi. Onun ölümü, bir komediye çevirmesi bundan.
Nasıl Antik Babil’de TİAMAT, tatlı ve tuzlu suyun birleşiminden bir tanrıçaya dönüştü ve “farklılıkların bir arada yaşayabileceğini” anlattıysa, bu kitabın “kral”ı da hem “tatlı” hem “tuzlu” olarak var kitapta. Hem umut hem umutsuzluk, hem yaşam hem ölüm, hem akıl hem akıldışı, hem cesaret hem de korku…
Ona yapılan her övgünün artık kifayetsiz kaldığını ve onu zerre etkilemediğini bilerek; bu suların her birinin birleştiği yerde müthiş bir romancının karşımıza çıktığını bilin.
Başlangıçta her şey soğuk, boş ve anlamsızdı.
Kimse kızmasın; sonra uzun bir yazar çıktı, söz ısındı, doldu ve asıl anlamını buldu…
***
TİAMAT’TAN İHSAN OKTAY ANAR’CA
YAŞAM
“Yemeğe harcanan dahil adam başı suyun günde 5 litre hesaplandığı botta, saçı sakalı papaz mürettebatın neredeyse bir aydır su ve sabun ile temas dahi etmemiş bedenleri üzeri Tabiat Ana, apışarası ve koltukaltında kokusundan anlaşılan, hatta bizzat parmakla yakalanıp çıt diye ezilen canlılardan ibaret ikinci bir hayat başlatmıştı.”
ANDY WARHOL’A CEVAP
“Ateşçi Arap keder içinde, ‘Dünyada herkes on beş dakikalığına zengin olur demişlerdi, sıramızı savdık,’ diye söylendi.”
MEKTEPLİ-ALAYLI FARKI
“Mektepli Kumandan matbaada basılmış bir kutsal kitap kadar sabit, alaylı Kral ise üstünde hesaplar yapılan bir karatahta kadar değişken ve her an yeniydi ve belki Âdemoğlunun, olmayana ergi ile ere ere ermiş olmuş haliydi. Sanki biri ıstampa, diğeri kalemdi.”
KORKU
“Mülazım soruyu, ‘Akıl bize korkmayı öğretti,’ diye cevapladı, ‘Farede akıl yok, o ancak yeterince korkar. Sonra hemen hayatına geri döner.’”
YOKSA TÜRKİYE Mİ?
“Sanki insanoğlunun 1000 yılda başına gelenlerin tamamını biz yedi saatte yaşadık.”