Toplumu meydana getiren sosyal sınıfların hareketleri, tezatları ve mücadeleleri karşısında devletin yönelmesi gereken politikalar bütününü ifade eder. Terim Türkçeye Almancadan geçmiştir. Fransa'da uzun yıllar "sosyal ekonomi" terimi kullanılmış, ancak daha sonra "sosyal politika" ifadesi benimsenmiştir. Anglo-sakson gelenekte yer alan İngiltere'de sosyal siyaset yerine ağırlıklı olarak "endüstri ilişkileri", Amerika'da ise "çalışma ekonomisi" ya da "çalışma ilişkileri" kavramları kullanılmaktadır.
Sosyal siyaset ekonomik olan ile politik olan arasında bir denge arayışıdır. Dolayısıyla sosyal siyaset aynı zamanda rasyonel menfaatler politikasıdır. Sosyal siyaset, toplumun karşı karşıya olduğu sosyal riskleri azaltarak bireyin refah seviyesini ve yaşam kalitesini arttırmaya yönelirken aynı zamanda devlet ve hukuk düzenini korumaktadır. Bu sebeple sosyal siyaset kapitalizmi yumuşatmakta ve sürdürülebilir hale getirmektedir. Böylece ekonominin kendi kuralları ile işleyişinin birey ve toplum üzerindeki etkisini azaltmaktadır. Farklı bir çerçeve ise sosyal siyaseti refahı etkileyen politik etkinlikler ya da yurttaşların refahına ilişkin devletin rolü olarak ele almaktır. Bu kapsamda sosyal güvenlik, sağlık hizmetleri, kişisel sosyal hizmetler (çocuk, genç, yaşlı, engelli) ile eğitim, istihdam ve barınma öne çıkmaktadır.
Sosyal siyaset kavramı uzun yıllar ampirik bir şekilde ele alınmış, daha çok hümanist ve ahlaki değer yargılarına dayandırılmıştır. Müstakil bir bilim haline gelişi, 1911 yılında Alman bilim adamı Otto von Zwiedineck-Südenhorst'un (ö. 1957) yazmış olduğu Sozialpolitik adlı eseriyle başlar. Zamanla sosyal siyasetin kavramsallaştırılmasına ilişkin olarak farklı tanım ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımların bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
Sosyal siyaset biliminin öncülerinden sayılan T. H. Marshall (ö. 1981), sosyal siyaseti; ekonomik sistemin kendi başına gerçekleştiremeyeceği sonuçlara ulaşmak için bu sistemdeki uygulamaların değiştirilmesi, tamamlanması ve yerlerine yenilerinin konulması olarak tanımlamaktadır. Marshall, 20. yüzyıldaki sosyal siyaset uygulamalarını, 18. ve 19. yüzyıllarda sivil ve siyasal hakların oynadığı rol gibi modern sanayileşmenin işleyişinde temel bir unsur olarak görmektedir. Marshall, yapmış olduğu tasnifte yurttaşlığı; sivil, siyasi ve sosyal ögeler olmak üzere üç bölümde ele alır. Sivil öge; bireysel özgürlükler için gerekli olan kişi özgürlüğü, ifade ve düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü, mülk edinme ve var olan yasalara uygun sözleşme yapabilme özgürlüğü haklarından oluşmaktadır. Siyasi öge; siyasi bir otorite organına üye olma veya böyle bir organı seçme, siyasi iktidara katılma hakkını içermektedir. Bu öge ile ilgili kurumlar parlamento ve yerel idarelerdir. Sosyal öge ise ekonomik refaha ve güvenliğe sahip olma hakkından sosyal mirastan pay almaya ve toplumda hakim olan standartlar çerçevesinde medeni bir hayat sürmeye kadar geniş haklar dizgesini içerir. Bununla ilgili kurumlar, eğitim sistemi ve sosyal hizmetlerdir. Ekonomik alanda, en temel sivil hak çalışma hakkıdır. Kişi istediği yerde ve istediği işi arama ve girme hakkına sahip olmalıdır. Sivil haklar özellikle işçiler için sosyal ve ekonomik statülerini yükseltmenin, yani yurttaşlar olarak bazı sosyal haklara sahip oldukları iddiasının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda sosyal hakların tesis edilebilmesi için siyasal haklar kullanılmaktadır. Dolayısıyla sivil haklar, siyasal haklar ve sosyal haklar birbirini etkilemektedir. Sivil ve siyasal hakların geliştiği toplumlarda doğal olarak ekonomik ve sosyal haklar da gelişmektedir. Örneğin sendikacılık siyasi yurttaşlık haklarının gelişimine paralel bir gelişme göstermiştir.
Sosyal politika giderek artan bir sosyal haklar bilincine uygun olarak Patrick de Laubier (ö. 2016)'ın tanımıyla, bir ülkenin belli bir andaki ekonomik ve siyasal haklarını göz önünde bulundurarak çok sayıda kişinin maddi ve kültürel yaşam koşullarını iyileştirmek ya da değiştirmek amacıyla alınan önlemler bütünü olarak da ele alınabilir. Laubier, sosyal politikanın "ekonomik" ile devlet erkini korumayı ya da güçlendirmeyi amaçlayan "politik" arasında bir alanı kapsadığını, her ikisine de bağlı olduğunu; ekonomik olanın sosyal politikaya gerekli kaynakları sağladığını, politiğin de sosyal politikaya kimi zaman kendiliğinden ortaya çıkan; ancak çoğu zaman örgütlü grupların aracılığıyla elde edilen, müdahalelerini sunduğunu belirtmektedir. Sosyal politika, ekonomik olan ile politik olan arasındaki ilişkinin yarattığı alan üzerinden tanımlanırken aynı zamanda sosyal politikanın amacı da ortaya koyulmaktadır. Laubier'e göre sosyal politikanın amacı sosyal adalet düşüncesini gerçekleştirmektir.
Ülkemizde sosyal siyaset ile ilgili ilk ciddi çalışmalar Prof. Gerhard Kessler (ö. 1963), Prof. Orhan Tuna (ö. 1987) ve Prof. Cahit Talas (ö. 2006) ile başlar. Kessler, İstanbul Üniversitesi İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü bünyesinde sosyal siyaset kürsüsü kurmuştur. Kessler; sosyal siyaseti, sosyal sınıfların eylemleri, çelişkileri ve mücadeleleri karşısında devleti ve hukuk düzenini ayakta tutmaya ve sürdürmeye yönelik politikalar olarak tanımlamıştır. Orhan Tuna, Kessler'in sosyal siyaset geleneğini sürdürmekle beraber, sosyal siyasetin görevini kapitalizmin tahrip edici sonuçlarını engellemek olarak ifade etmiştir. Tuna, kapitalizmin toplumun sosyal ve kültürel gelişimini aksattığını ve kösteklediğini; sosyal siyasetin, kapitalizmin bu etkilerine karşı toplumun doğal güçlerinin bir karşı tepkisi olduğunu ileri sürmektedir. Cahit Talas 1951 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi bünyesinde İş Hukuku ve Sosyal Siyaset Kürsüsü kurmuştur. Talas; sosyal siyaseti, ekonomik bakımdan bağımlı ve güçsüz insanların korunması için devlet tarafından oluşturulan bir dizi önlemin, güvence altına alınan kimi hak ve özgürlüklerin alanı olarak görmüştür. Talas'a göre sosyal siyaset ile işçilere, piyasanın işleyişinin kendiliğinden tanımayacağı haklar tanınarak bireysel haklar yanında, sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı gibi toplu hak ve özgürlükleri ile sosyal güvenlik hakkı sağlanmaktadır.
Sosyal siyaset biliminin kavrayışında Anglo-sakson ve Kıta Avrupa tanımları arasında farklılıklar söz konusudur. İngiliz ampirik geleneğinde sosyal siyaset, sosyal hizmetlerin kolektif olarak sağlanmasıyla tanımlanmaktadır: Eğitim, sağlık ve kişisel sosyal hizmetler, sosyal güvenlik ve konut hakkı bu kapsamda sayılır. Bu hizmetlerin sunumundaki etkinlik ve verimlilik, hizmetleri kimin sağladığı, hizmet sağlayıcıların kime karşı sorumlu olduğu sosyal siyasetin başlıca unsurlarıdır. Kıta Avrupa geleneğinde ise sosyal siyaset terimi daha çok emek piyasasına mahsus kurumları ve ilişkileri, özellikle de işçi hakları ve "sosyal ortaklar" olarak nitelendirilen işverenler ve sendikalar arasındaki anlaşma çerçevesini ifade etmektedir. Belirtelim ki günümüzde dar ve geniş anlamda yapılan sosyal siyaset tanımları bu iki geleneğin sosyal siyasete kazandırdığı perspektifler çerçevesinde yapılmaktadır.
Dar anlamda sosyal siyaset, 19. yüzyılın ikinci yarısında başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde endüstrileşme ve kentleşme ile birlikte ortaya çıkan sorunlara (iş kazaları, sefalet, yaşlılık, hastalık, işsizlik gibi riskler) karşı devletin bazı önlemleri alması ihtiyacı çerçevesinde doğmuştur. Devlet, ortaya çıkan sorunların giderilmesi için işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yükselen çatışmayı engellemek amacıyla sosyal siyaseti bir uzlaşı zemini olarak öngörmüştür. Dolayısıyla sosyal siyaset Sanayi Devrimi'nin yarattığı çelişki ve çatışmaların, kurulu düzeni sarsmasını önlemek için devlet tarafından alınması gereken önlemleri vurgulamak amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. Böylece dar anlamda sosyal siyaset, sanayileşme ile ortaya çıkan tehlike, zorluk ve tehditlere karşı tek başlarına bunlardan korunma olanağı bulunmayan işçileri korumayı amaçlayan önlemler ve bu sorunlar temelinde işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki sınıf çatışmasını engellemeyi öngören politikalar bütünü olarak ifade edilebilir.
Geniş anlamda sosyal siyaset, toplumların gelişme düzeylerine paralel bir gelişim ve içerik kazanmıştır. Özellikle batı toplumlarında ekonomik gelişmeye bağlı olarak meydana gelen refah artışı, insan haklarının gelişmesi ve özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet anlayışının sosyal bir nitelik kazanması toplumu dengede tutmanın önemini arttırmıştır. Herkese zorunlu bir eğitimin verilmesinin topluma katkısı, herkesin sosyal bir güvenceye sahip olmasının toplumsal barışa katkısı anlaşılmış ve bu çerçevede yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu kapsamda 2. Dünya Savaşı'ndan sonra sosyal siyaset geniş bir anlam kazanmıştır. Sosyal siyaset uygulamaları önce sosyal-ekonomik hak ve özgürlükleri (örn. sendikalaşma hakkını) herkes için hayata geçirmek üzere kapsam açısından genişlemiştir. Daha sonra amaç açısından da sosyal siyasette bir genişleme görülmüştür. Örneğin geniş bir "sosyal eşitlik ve sosyal adalet" amacını hayata geçirmeye çalışan uygulamalara dönüşmüştür. Yoksulluğun önlenmesi, herkesin eğitim ve sağlık hakkıyla donatılması, gelir dağılımındaki eşitsizliğin giderilmesi, işsizliğin ortadan kaldırılması gibi hedefler sosyal siyasetin temel hedefleri arasında yer almıştır.
Belirtelim ki 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra dar anlamda sosyal siyaset kavramı ile geniş anlamda sosyal siyaset kavramı iç içe geçmiştir. Genel anlamda artık sosyal siyasetin hedefi; eşitsizlikleri azaltmak, sosyal adaleti sağlamak, insanı esas alarak toplumsal uzlaşma ve bütünleşmeyi sağlamaktır. Sosyal siyaset, bireyin refahı ve toplumsal barış için devlete kimi edimler yüklemektedir. Bu çerçevede artık nüfus, iş gücü, istihdam, işsizlik, gelir dağılımı, göç, eğitim, sağlık, konut, yoksulluk, dışlanmışlık, yabancılaşma, sosyal güvenlik, sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler başta olmak üzere toplumun tamamını ilgilendiren birçok konu sosyal siyasetin ilgi alanına girmektedir. Artık sosyal siyaset kamusal yükümlülükler içeren ve devlet üzerinden anlamlanan bir politikadır. Kapsamının bu ölçüde genişlemesi insan haklarında meydana gelen gelişmelere bağlı olmuştur. Bir yönü ile devletin toplumsal sınıflar ve çıkarlar arasında uzlaşma ihtiyacı ve arayışı ile ilgilidir. Diğer yönüyle devletin tüm toplumun çıkarlarını kollamak üzere piyasaya bırakılamayacak hizmetleri yerine getirme yükümlülüğünden doğmaktadır.
Bu nedenle sosyal siyaset, önce işçi sınıfına ait önlemler olarak başlamışsa da zaman içinde toplumun çeşitli kesimlerine ve çeşitli toplumsal sorunlara yönelmiş, tüm toplumun sosyal gelişmesini sağlamayı ve yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan bir "vatandaşlık hakkına" dönüşmüştür.
Günümüzde sosyal siyaset ile birlikte kullanılan diğer bir kavram ise sosyal refah devletidir. Sosyal refah devleti; devletin vatandaşlarının ekonomik ve sosyal refahını korumak ve sürdürmek konusunda kilit bir rol üstlendiği yönetim biçimini kasteder. Fırsat eşitliği, zenginliğin adil dağılımı ve iyi bir yaşam için gerekli asgari şartları sağlaması ve kişilere karşı kamu sorumluluğu gibi ilkeler üzerine kurulmuştur. Sosyal siyaset, özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra sosyal refah devleti yaklaşımıyla birlikte konu ve kapsam açısından genişlemiştir. Refah devletinin yurttaşlar için getirmiş olduğu gelir, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve barınma gibi alanlardaki asgari şartlar sosyal siyaset ile sosyal refah devletinin iç içe geçmesini sağlamıştır.
Kısaca ifade edecek olursak artık çağımızda sosyal siyaset verili bir toplumda bütün vatandaşlar için sosyal refah hedeflerini ortaya koyar. Sosyal siyaset arayışında bireyin ihtiyaçları, yetenekleri, gelişimi, topluma katılımı, eşit muamele görmesi ve adil bir toplumda hayatını idame ettirmesi önemlidir. Bu sebeple sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik gibi sosyal koruma programları ile devlete olumlu edimler yükler. Dolayısıyla sosyal siyaset aynı zamanda bir "sosyal adalet" arayışıdır. Sosyal siyasette adalet ile eşitlik arasındaki sıkı ilişki belirleyici bir rol oynar.
YAZAR
Pir Ali Kaya