Osmanlılarda toprak sistemi, zirai arazinin büyük kısmının ait olduğu devlete ait (miri) topraklar üzerinde kurulmuştur.
Osmanlılar toprakları kategorize etmek üzere kendilerinden önce inşa edilen beşli sisteme sadık kalmışlar ve toprakları "arazi-i memluke (mülk)", "arazi-i mevkufe (vakfedilmiş)", "arazi-i metruke (kamuya terk edilmiş)", "arazi-i mevat (boş)" ve "arazi-i miriye" olarak sınıflandırmışlardır ve önemli bir kısmını miri (arazi-i miriye) kategorisinde değerlendirmişlerdir. Miri arazinin işletilmesi için tercih edilen timar sisteminin benimsenmesinde ise Asr-ı Saadet döneminde pratiğe geçen ve Sasanilerde, İlhanlılarda, Eyyübilerde, Memlüklerde ve Selçuklularda da uygulandığı bilinen "ikta"nın mı, yoksa Bizans pratiğinde görülen "pronia"nın mı etkili olduğu tartışmalıdır.
II. Mehmet'in (1481) kanunlarına ve Budin'in fethi sonrasında Ebussuud Efendi'nin (ö. 1574) Budin Kanunnamesi'ne yazdığı mukaddimeye kadar daha çok padişahlara arz edilen münferit düzenleme ve fıkhi esaslara bağlı fetvaların derlenmesinden ibaret kalan zirai araziler üzerindeki uygulamalar, bu kanun ve düzenlemeler ile sistemleştirildi. 1858 tarihli yeni bir düzenlemeye kadar miri topraklar, mirasçı bırakmadan ölenlerin toprakları, sahibi belli olmayan topraklar, izin alınarak işletilmek suretiyle ziraata kazandırılan topraklar, fetih esnasında hangi statüye bağlandığı bilinmeyen topraklar ve fetih esnasında bizzat miri olarak tavsif edilen toprakların katılımı ile gittikçe büyüdü.
Sözlükte "bakım", "ilgi" anlamına gelen timar terimi, zirai toprakların soyut mülkiyetinin (rakabe) devlette kalması koşulu ile gelirlerinin, genellikle askeri bir hizmet karşılığında bir şahsa tevcih edilerek o şahıs aracılığı ile o toprağın köylülerine işlettirilmesi ve tahakkuk eden vergilere karşılık söz konusu şahsın başta askeri hizmetler olmak üzere devlete bazı hizmetler sunması anlamına geliyordu. Bu uygulamanın mimarları Osmanlılar değildi ancak onlar bu sistemi kendilerine mal etmiş, zirai bir ekonominin koşullarını idrak ederek idari, askeri ve mali-iktisadi yapılarının bel kemiği olarak uzun süre muhafaza etmişlerdi.
Timara ait en eski belgeler I. Murat (ö. 1389) dönemine dair bir vakıf senedine, I. Beyazıt (ö. 1403) dönemine ait bir kayda ve II. Murat (ö. 1451) dönemine ait bir tahrire dayanmaktadır. Ancak pratikte Osman Bey (ö. 1326) ve Orhan Bey (ö. 1362) zamanında komutanlara "yurtluk" ismi altında timarlar dağıtıldığı bilinmektedir. II. Mehmet (ö. 1481) döneminde Teke Sancağı'nda yapılan bir tahrire ilişkin kayıtta ise Selçuklu sultanlarından kaçıncısı olduğu belirtilmeyen Alaattin zamanındaki bir timara işaret edilmektedir.
Timar arazilerinin tevcihinde kesin bir kural söz konusu olmayıp genel olarak askeri sınıftan olanlar, bunların çocukları, bey veya paşa kulu olanlar, uç beylerinin yandaşları ve savaşta üstün yararlılık gösterenler timar alabilir, reaya timar alamazdı. Erken dönemlerde özellikle Balkanlar'da yerli Hristiyan beylere de türlü gerekçelerle timar tahsisi yapılmıştı. Timar almak isteyen, timarın bulunduğu yerin sancakbeyi veya beylerbeyinden bir tavsiye mektubu alarak bunu merkeze bir arzuhal ile bildirir, kabul edilmesi durumunda beylerbeyi tarafından kendisine verilen tezkire ile altı ay içinde beratını da almak zorunda olduğu timarı deruhte ederdi. Bu timarlara "tezkireli timarlar" ismi verilirken, beylerbeyi tarafından tevcih edilen "tezkiresiz timarlar" da vardı.
1530'a kadar bütün timarlar tezkiresiz verilirken bu tarihten sonra sadece gelirleri yüksek olanlar tezkireli olarak verilmeye başlandı. Üst düzey görevlilere tahsis edilen zeamet ve haslar merkezden verilirdi.
Sahib-i arz denilen timar sahibine tevcih edilen timarlar arazinin veriliş biçimine göre "mülk olan ve olmayan", arazinin gelirine göre "has, zeamet ve timar", sipahilerin yükümlülüklerine göre "eşkinci, mustahfız ve hizmet", toprağın sahib-i arza veriliş şekline göre "tezkireli ve tezkiresiz" ve mali bakımdan "serbest ve serbest olmayan" timarlar şeklinde tasnif edilmesine rağmen, uygulamadaki ana amaçlardan önemli bir tanesinin mali olmasından dolayı tasnifte toprakların gelirleri öne çıkmaktaydı.
Toprağın gelirine göre yapılan "has", "zeamet" ve "timar" tasnifinde ezici çoğunluğu, yıllık geliri 20.000 akçeye kadar olan timarlar oluşturuyordu. Divan üyeleri ve orta düzey bürokratlara verilen ve geliri 20.000 ila 100.000 akçe arasında olan, 1430'lu yıllarda dirlikler arasında yer almaya başlayan zeametler ile geliri 100.000 akçeden fazla olan, "havassı hümayun" ve "havassı vüzera" olarak sınıflandırılan hasların sayısı daha azdı. Örneğin 16. yüzyılın sonlarında 35.964 timara karşılık 2.375 zeamet bulunuyordu. Evliya Çelebi'ye (ö. 1682) göre ise 17. yüzyılda 78.675 timara karşılık 4.877 zeamet arazisi mevcuttu. Bu yıllarda hasların sayısı daha az olmalıydı.
Kendilerine has ve zeamet tevcih edilenler buralara kendi kahyalarını gönderirken timar tevcih edilen "sahib-i arz", "kılıç" olarak isimlendirilen ve terakki ile artırılabilen toprağının başına giderdi. Kendi zirai faaliyetleri için, 1540'larda reaya çiftliğine dönüştürülecek olan ve "hassa çiftliği" ismi verilen bir kısmı kendisinin ve ailesinin zirai faaliyetleri için ayırdıktan sonra kalan toprakları o timar içindeki köylülere "reaya çiftliği" ismi verilen parçalar halinde ve bir "tapu resmi" karşılığında dağıtırdı. Bu toprakların büyüklüğü 60 ila 150 dönüm arasında değişirdi ve büyüklükleri ile verimlilikleri ters orantılı olurdu. Bir çift öküzle işlenebilirdi.
Köylüler tasarruf ettikleri bu toprakları satamaz, hibe edemez, vakfedemez, üç yıl üst üste boş koyamaz ve ekili topraklarını terk edemezlerdi. Köylülere, ölümleri halinde topraklarının sadece "kılıç timar" kısmını erkek çocuklarına miras bırakabilmeleri için 1567'de bir izin çıkmıştı. 19. yüzyıldaki düzenlemelerle, zirai üretimde devamlılığın sağlanması amacıyla bu iznin çerçevesi genişleyerek, miras hakkı kız çocukları ve ebeveyni de içine alacak şekilde sekiz kişiye çıkarılacaktı.
Toprağı boş koymanın cezası toprağın köylünün elinden alınmasıydı. Ekili araziyi terk edenler ise ya yakalanarak toprağına geri döndürülür ya da "çift bozan resmi" ismiyle, yüklü bir vergiyi ödemeye mecbur bırakılırdı. Bu uygulamada köylü, toprağın rakabesinin devlete ait olmasından dolayı baskı hissetmez, toprak sanki kendisininmiş gibi hareket ederdi.
Avrupa, Rusya ve Japonya'da uygulanan feodal pratiklerden pek çok yönden farklı olan timarda, sahib-i arz, devlet ve köylüler arasındaki ilişkiler kanunlarla düzenlenirdi. Timar sahibinin devlete karşı temel sorumluluğu, kendi timarı içinden evli olan (bennak), ama ya az toprağa sahip, ya da hiç toprağı bulunmayan köylülerden, timarın büyüklüğüne göre sayıları değişen, atla, kılıçla, okla ve yayla mücehhez, "cebelü" ismi verilen askerler beslemek ve sefer zamanında belirli prosedürler çerçevesinde bu askerlerle birlikte devletin ordusuna destek vermekti. Timar içindeki reayanın korunması ve timara ilişkin kanunların uygulanması da görevleri arasındaydı.
Has, zeamet ve timarlarda kaç akçe başına bir cebelü teçhiz edilerek savaşa sevk edileceği askeri ihtiyaçlara bağlı olarak zaman içinde değişiklik göstermişti. Ancak II. Mehmet'in kanunnamelerinde sipahinin 1.000 akçeye kadar kendisinin; 2.000 akçeye kadar kendisiyle birlikte bir gulamın (delikanlı ya da azatlı köle-cebelü) ve bunun üstündeki gelirlerde her 3.000 akçe için kendisi ile birlikte bir cebelünün orduya katılması karara bağlanmıştı. 1475'de Anadolu'da 17.000, Rumeli'de 22.000, Sofyalı Ali Çavuş Risalesi'ne göre 1650'li yıllarda toplam 200.000, Ayn Ali Risalesi'ne göre ise 100.000 timarlı sipahi yekunu olduğu tahmin edilmektedir.
Timardan toprak tasarrufunda bulunan köylüler sipahiye, genellikle tahrirdeki mufassal ve icmal defterlerin başına koyulan o sancağa ait kanunnamede belirtilen "ürün ve hayvanlardan", "tasarruf edilen topraktan" ve "kişilerden" alınan ayni ve nakdi vergilerin dışında bir ödemede bulunmaz, tekerrür etmeyen bazı küçük görevler dışında angaryaya tabi tutulamazlardı. Ürünlerden alınan vergiler toplam ürünlerin %10'u dolayında olurdu. Bölgesinde düzeni sağlamak dışında sipahinin köylüler üzerinde yönetsel ve yargısal başkaca bir yetkisi yoktu. Timar içinde koyun ve keçilerden alınan "ağnam resmi" merkezi hazineye aitken, diğer bütün vergiler has, zeamet ve timarı deruhte edene ödenir, sipahi bu gelirle hem geçimini sağlar hem de bahsedilen askeri hizmetlerini yürütürdü.
Miri toprakların bu şekilde işletilmesi idari, askeri, mali ve iktisadi amaçlara matuftu. İdari amaç Osmanlı ülkesinin yönetilmesiyle ilgiliydi. Zira 1362 yılında başlayan ve 17. yüzyılın başına uzanan süreçte idari yapılanma, 1590'dan sonra eyalet olarak isimlendirilecek olan beylerbeylik olarak tesis edilmişti. 1610 yılına gelindiğinde, Ayn Ali'ye göre 32 eyalet tesis edilmiş durumdaydı. Eyaletler sancaklara, sancaklar da askeri teşkilat açısından nahiyelere, hukuki birim anlamında kazalara ayrılıyordu. Bir timar arazisi ise toplumun en uç noktasındaki kamu görevlilerinin idaresinde bir veya birkaç köyün zirai alanlarından müteşekkil olabilirdi.
Eyaletler, timar sisteminin uygulandığı "saliyanesiz" olanlarla "avarız", "cizye" ve "gümrük" gibi gelirlerden yöneticilerinin maaşları kesilerek kalanın merkeze sevk edildiği "saliyaneli" eyaletlerden oluşmuştu. 1610'da 32 eyaletin 23'ü saliyanesiz, 9'u ise saliyaneliydi.
Sistemin askeri amacı, devasa bir atlı ordunun finansmanını sağlayabilmek ve bu finansmanı ülke milli gelirini oluşturan en önemli gelir kalemi ile buluşturarak bu finansman yükünü ülke sathına yaymaktı. Böylece dönemin en güçlü askeri orduları teşekkül ettirilebildi.
Bu sistemin mali ve iktisadi amaçları belki de en önemlileriydi. Timar sistemi ile ülkenin zirai toprakları tam istihdamda işletiliyor, aşağıya esnek olan zirai ürün arzında maksimizasyon sağlanıyor, reayanın kendi geçimini sağlayarak büyük kentlerin iaşesine yardımcı olmasına imkan tanınıyor, ülke sathından zirai vergilerin en düşük maliyetle, memursuz ve mültezimsiz toplanması sağlanıyor, ülke kendine yeten organize olmuş iktisadi birimlerden oluşturuluyor, ekonomik adalet tesis ediliyor ve merkez maliyesinin yükü minimize ediliyordu. Bunlara ek olarak, toprak, sermaye, emek ve karların kontrol edilerek özellikle zirai arazi mülkiyetinde temerküzün önlenmesi ve sıfır toplam ekonomi anlayışının zedelenmemesi de sağlanmış oluyordu.
Timar sistemi 16. yüzyılın ortalarından itibaren çözülmeye başlamış ve çözülme 1850'lere kadar sürmüştü. Avrupa'daki coğrafi keşifler, fiyat devrimi, nüfus artışı ve savaş teknolojisindeki değişmelerin Osmanlı'ya yansımaları, timar tevcihlerinde usulsüzlük, savaşların uzun sürmesi nedeniyle esnek olmayan merkez ve taşra maliyesinin finansal baskıyla yüzleşmesi, hareketli süvari orduların etkinliklerini yitirerek tüfekli piyadelere olan ihtiyacın tedricen artması, sipahilerin savaş esnasında görevden kaçmaları artık devletin geleneksel ekonomi yönetimini tehdit etmeye başlamış ve hazine ile ordunun merkezileştirilmesi ihtiyacını doğurmuştu. Bu durum ilk kez Mehmet Şerif Efendi'nin (ö. 1790) III. Selim'e (ö. 1808) sunduğu layihada açıkça ifade edildi. Nitekim 19. yüzyıla gelindiğinde savaşa giden ordunun %20-25 civarındaki bölümü artık kapıkulu askerlerinden oluşuyordu.
Timar sisteminin dönüştürülme çabaları III. Selim ve II. Mahmut (ö. 1839) zamanlarında yoğunlaştı. Timarlar birleştirilmeye, mahlul timarlar merkeze çekilmeye, görevliler sancaklarında oturmaları için zorlanmaya ve merkezi bir ordu tesis edilmeye başlandı. 1831'de bazı timarlar kaldırılarak iltizama verildi. Timar sahipleri "humbaracı" ve "lağımcı" ocaklarına aktarıldı. "Süvari Asakiri Mansure-i Muhammediye", "Redif Ordusu" ve 1844 yılında "Zaptiye Teşkilatı" kurularak timar sahipleri yavaş yavaş merkezi ordu mensuplarına dönüştürüldü. Timarlardan emekli olanların timarları satın alındı, merkezi ordulara kaydı yapılanlar ise maaşa bağlandı.
Tanzimat'ın ilanından sonra miri toprakların mülk araziye dönüştürülme eğiliminin baskın olduğu bir dizi irade, nizamname ve kanunname çıkarıldı. Bunları ve daha önce-den her eyalet için çıkarılan kanunnameleri bir araya getirmek amacıyla 1858'de Arazi Kanunnamesi neşredildi. Kanunname ile miri arazinin ferağ, rehin ve intikaline ilişkin yeni esaslar getirildi. Bu kanunla miri arazi mülk araziye yaklaştırılmış, ferdi tasarruf esası kabul edilmiş, fiili ve hukuki tasarruf sınırı genişletilmiş, miri arazinin borç karşılığında ferağına izin verilmiştir. Ayrıca miri arazinin ferağ ve mahlulü halinde ihale ve tefviz işlemleri merkezi memurlara bırakılmıştır. Aynı kanunun 4. maddesi, miri arazilerin tahsisat kabilinden vakıflar şeklinde, kontrolü/sahipliği devlette kalmak koşulu ile vakf edilebilmesine de imkan tanımıştı. Tartışmalı olmakla birlikte toprağın sahipliğinin devlete ait olması, 1926'da Medeni Kanun'un kabulü ile sonlandı.
YAZAR
A. Mesud Küçükkalay