Ekonomi bilimi mikroekonomi ve makroekonomi olmak üzere iki ana dala ayrılmıştır. Mikroekonomi tüketici ve firma davranışı ile endüstri ve piyasa dengelerini anlamaya çalışırken, makroekonomi bir ekonominin bütünüyle ilgili konuları ele alır. Ekonomi genelinde toplam üretim, tüketim, istihdam, tasarruf ve yatırımla ilgili miktarlar ile genel fiyat seviyesi, ücret, faiz ve kur seviyeleri gibi fiyatların nasıl belirlendiğini ve zaman içinde nasıl değiştiğini araştırır.
İki önemli gelişme makroekonominin ayrı bir dal olarak ortaya çıkmasında belirleyici olmuştur. Bunlardan ilki küresel ölçekte yaşanan Büyük Ekonomik Buhran'ı açıklamada klasik yaklaşımın yetersiz kalması, diğeri de bu dönemde milli gelir ve üretim istatistikleri kavramlarının geliştirilmesidir.
Kökleri Adam Smith'e dayanan ve klasik ekonomik düşünce olarak adlandırılan, piyasalarda serbest rekabet sonucu arz ve talebin devamlı dengede olduğu ve bu dengeyle otomatik olarak işleyen fiyat mekanizmasının her şeyi görünmeyen bir el gibi kusursuz olarak düzenlediği düşüncesi hakimdi. Böylece ekonominin sürekli olarak, üretim faktörlerinin en verimli şekilde kullanıldığı ve atıl kalmadığı tam istihdam durumunda bulunacağı kabul edilirdi. Ekonomide durgunluk ve işsizliğin arada bir kısa bir süreliğine olabilmekle birlikte işleyen fiyat mekanizması ile hızlı bir şekilde kendini düzeltip tekrar tam istihdam dengesine ulaşacağına inanılırdı.
Büyük Ekonomik Buhran (1929) sırasında yaşanan büyük ölçekli ve uzun süreli işsizlikle birlikte kendi kendini düzenleyen piyasalar düşüncesi ciddi bir şekilde sorgulanmaya başladı. John Maynard Keynes, 1936 yılında yayımladığı İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi eserinde yeni bir teori ortaya koydu.
Bu teoriye göre birçok piyasada fiyatlar otomatik dengeleyici olarak çalışabilmeleri için gerekli esnekliğe sahip değildi. Özellikle ücretlerde görülen fiyat katılığı, büyük bir şoktan sonra üretim faktörlerinin tekrar verimli bir şekilde istihdam edilmelerini geciktiriyor ve uzun bir süre atıl kalmalarına sebep olabiliyordu. Büyük Buhran tecrübesiyle geniş kabul gören bu teori ile birlikte makroekonomik konuların klasik ekonomik analizden kopup ayrı bir çizgide çalışılması gerektiği düşüncesi yaygınlık kazandı. Daha sonra Keynesci iktisat olarak da adlandırılan makroekonomik çalışmalar kısa sürede yaygınlaştı.
Bu değişimin etkileri sadece ekonomi bilimi sınırları içinde kalmayacak, devletin ekonomi ile olan ilişkisini ve toplumsal kontratı da derinden etkileyecekti. Önceleri klasik ekonomi felsefesi çerçevesinde devletin ekonomiye müdahalesine sıcak bakılmazken Keynesci teori, devletin ekonomik durgunlukta kullanacağı makroekonomik politikalarla etkilerini azaltabileceği düşüncesini yerleştirdi. Bu dönemde yükselen sosyalist ekonomilerin getirdiği yeni politik rekabetin de etkisiyle Keynesci makroekonomik politikalarla devletin ekonomideki rolü gittikçe arttı. Devletin artan rolü ve gücüyle kamu bütçelerinin büyüklüğü ve bunu sürdürebilmek için gerekli vergi yükü sürekli yükseldi. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı'nın ardından artan yatırımlar ve verimliliğin de yardımıyla yaklaşık otuz yıl ciddi bir ekonomik durgunluk yaşanmadan yüksek büyüme hızlarına ulaşıldı. Bu büyük ölçüde Keynesci makroekonomik politikaların başarısı olarak görüldü.
Bu durum 1970 ortalarında yaşanan petrol fiyat şokuna kadar devam etti. Bu şokun etkisiyle endüstrileşmiş ekonomiler İkinci Dünya Savaşı'ndan beri ilk kez derin bir durgunluğa girdiler. Bu esnada Keynesci teoriye göre enflasyonun düşmesi gerekirken enflasyonda ciddi bir artış gözleniyordu. Keynesci teori, öngörmediği stagflasyon olarak adlandırılan bu durumu açıklamakta yetersiz kalmıştı. Uygulanan canlandırıcı politikaların da etkisiyle kısa sürede enflasyon kontrolden çıktı ve 1970'lerin sonunda birçok endüstrileşmiş ekonomide iki haneli rakamlara ulaştı. Bu arz yönlü şok sırasında başarısız kalan Keynesci politikalar ciddi olarak eleştirilmeye başlandı.
Bu dönemde yeni klasikler olarak adlandırılan özellikle Chicago Üniversitesi merkezli akademisyenler mikro bazlı makroekonomik modellemede felsefi, metodolojik ve teknik açıdan önemli gelişmeler kaydettiler. Özellikle, geçmiş veriler kullanılarak üretilmiş Keynesci modellerin, değişen ekonomik şartlar altında geleceği öngörerek karar veren rasyonel bireylerin kararlarını temsil edemeyeceğini ifade eden Chicago Üniversitesi'nden Nobel ödüllü iktisatçı Robert Lucas ve arkadaşlarının bu çerçevede geliştirdikleri Rasyonel Beklentiler Modeli çığır açıcı bir katkı yaptı. Bu katkıyla geliştirilen dinamik stokastik genel denge (DSGD) modelleri ekonomide birçok konuya ışık tutabilecek çalışmalara zemin hazırladı ve yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı.
Keynesci ekole yakın iktisatçılar da bu gelişmelerden yararlanarak şu anda birçok Merkez Bankası ve uluslararası kuruluşta yoğun olarak kullanılan Yeni Keynesci DSGD modelini geliştirdiler ve başarıyla uygulanmasına katkıda bulundular.
Gelinen noktada, Ekonomi biliminde ayrışma ve tartışmanın en yoğun yaşandığı dal olan makroekonomi büyük ölçüde ortak bir metodoloji ve ekonomik perspektife kavuşmuş ve birçok ekonomik olgunun anlaşılmasında büyük katkıları olan bir bilim dalı haline gelmiştir.
Makroekonomiyi anlamak için büyümeden ayrıca bahsetmek gerekmektedir. Ekonomi tarihi çok uzun bir süre kişi başına düşen üretim ve refahta belirgin bir yükselme trendi olmadan Malthuscu döngülerin hakim olduğu bir seyir izlemiştir. Uzun vadeli büyüme ve refah artış trendi Endüstriyel Devrim sonrasında gerçekleşen nispeten yeni bir tecrübedir. Endüstrileşme sürecine giren ülkelerde uzun vadeli ve istikrarlı bir büyüme yaşanmıştır. Öyle ki 20. yüzyıl öncesinde endüstrileşmeye başlamış İngiltere, ABD ve Almanya gibi ülkelerde 20. yüzyıl zarfında kişi başına düşen gelirin reel olarak birkaç kat arttığı görülmektedir. İnsan hayatını etkilemesinden dolayı makroekonomistler için ekonomik büyüme sürecini anlamak ve başarılı teoriler üretmek çok büyük önem taşımaktadır. Bu çerçevede büyümenin belirleyicileri, ülkeler arası kişi başı üretim seviyesi farklılıklarının nedeni, daha hızlı büyümeyi sağlayabilecek ekonomik politikaların üretilmesi makroekonomistlerin üzerinde yoğun bir şekilde çalıştığı konular olmuştur.
İlk matematiksel büyüme modeli, kuramcısının adıyla anılan Solow Modeli'dir. Nobel ödüllü iktisatçı Robert Solow, sabit bir verimlilik ve tasarruf oranına sahip kapalı bir ekonomide uzun vadede kişi başına düşen üretimin sabit olacağını ve sürdürülebilir büyümenin mümkün olmayacağını göstermiştir. Basit görünen bu modelin çok etkili sonuçları olmuştur. Uzun vadeli büyüme ancak teknolojik ilerlemeyle mümkündür. Salt artan sermaye yatırımları ve nüfus artışıyla kişi başı üretim arttırılamaz. Modelin bir pozitif çıkarımı da değişik sermaye birikimiyle başlayan, teknoloji ve tasarruf oranları aynı olan ekonomilerin sonunda aynı kişi başı üretim seviyesine ulaşacakları, nihayetinde fakir ülkelerin zengin ülkeleri refah açısından yakalayacaklarıdır. Ancak Solow modelinin "ekonomik yakınsama" olarak adlandırılan bu sonucunun gerçek dünyada bir karşılığı olmamış, zengin ve fakir ülkeler arasındaki refah farkı kapanmamıştır. Bu fark büyük ölçüde ülkeler arası teknoloji ve verimlilik farklarından kaynaklanmaktadır. Bu sonucun da motive etmesiyle daha sonra teknoloji seviyesi ve verimliliğin de içsel olarak belirlendiği modeller geliştirilmiştir. İçsel büyüme modelleri olarak adlandırılan bu modellerde büyüme insani sermaye ve araştırma ve geliştirmeye yapılan yatırımlarla belirlenmektedir. Son yıllarda, yoğun bir şekilde yeni içsel büyüme modelleri geliştirilmekte ve ampirik olarak test edilmektedir. Uzun vadeli ekonomik modellemenin hakim olduğu ekonomik büyüme literatüründe makroekonomistler arasında bir ekol ayrışması ve tartışması yaşanmamaktadır. Makroekonomistler arasındaki görüş farklılıkları daha çok iş döngüleri ve bunlara karşı kullanılabilecek ekonomik politikalar gibi kısa vadeli ekonomik konularla ilgilidir.
Endüstrileşmiş ekonomiler uzun vadede istikrarlı bir hızda büyümekle beraber kısa vadede iniş çıkışlar yaşamaktadırlar. Uzun vadeli bir büyüme trendi etrafında periyodik ekonomik iniş çıkışlara iş döngüsü adı verilmektedir. İş döngüleri 20. yüzyılın başlarından itibaren endüstrileşmiş ülkelerde ekonomistler tarafından analiz edilmeye başlanmıştır. Bu analizler sonucunda, iş döngüleri sırasında makroekonomik değişkenlerin oynaklık ve birbirlerine göreli hareketleri açısından sistematik davranışları ortaya çıkarılmıştır. Bu bulgular iş döngülerinin daha iyi anlaşılabilmesi için teorik modelleme çalışmalarını motive etmiştir.
Yeni Klasik İş Döngüsü Teorisi ve Modeli (Reel İş Döngüsü Modeli): Arz yönlü verimlilik şoklarının iş döngülerinin sebebi olduğunu öngörmektedir. Verilerden elde edilmiş verimlilik şokları ile beslenen modelin büyük ölçüde gerçek ekonomide yaşanan iş döngülerine benzer döngüler ürettiği gösterilmiştir. Ancak ölçülen verimlilik şoklarının gerçekten teknoloji şokları neticesinde oluşup oluşmadığı tartışma konusudur. Bu teoriye göre iş döngülerini hafifletmek yönünde devletin müdahaleleri faydalı olmayacaktır.
Yeni Keynesci İş Döngüsü Teorisi ve Modeli: Reel iş döngüsü modeline fiyat katılığı ve monopolistik rekabetçi piyasanın eklenmesiyle oluşturulmuştur. Birçok değişik şokla beslenen bir model olmasına rağmen talep şokları en belirleyicidir. Reel ekonomi ve enflasyon dinamiklerini başarı ile açıklayabilmektedir. Günümüzde birçok Merkez Bankası tarafından para politikasını belirlemede yardımcı olarak kullanılmaktadır.
Parasalcı İş Döngüsü Teorisi: İş döngülerine büyük ölçüde para politikası çerçevesinde değişen para ve likidite miktarının yol açtığını savunur. Nobel ödüllü iktisatçı Milton Friedman'ın öncülüğünü yaptığı bu teoriye göre ekonomideki para miktarı uzun vadede nötr olmakla birlikte kısa vadede ekonomik aktivite üzerinde önemli etkiye sahiptir. Merkez bankalarının düşük ve istikrarlı bir enflasyon seviyesini başarmasının temel hedefleri olması ve para politikasının ekonomik canlandırma amaçlı kullanılmaması gerektiğini savunmakla beraber, durgunluk döneminde çok gerekirse maliye politikası yerine zamanlaması iyi yapılarak para politikasının tercih edilmesi taraftarıdır.
Ekonomik durgunlukları hafifletmek için devletler iki önemli makroekonomik politikaya başvururlar. Bunlar maliye politikaları ve para politikasıdır. Bu iki politikanın da başarıya ulaşmasında zamanlamalarının doğru olması çok önemlidir. Makroekonomik politikaların ekonomik aktiviteye etki etmesi sürecinde ciddi bir zaman gecikmesi oluşur. Ekonomik durgunluğun başladığının tespiti ve uygun makroekonomik politikanın belirlenip uygulanması genellikle aylarla ifade edilebilecek bir zaman alır. Bu şekilde oluşan politika gecikmesine içsel gecikme denir. Politikanın uygulanmaya başlamasından arzu edilen ekonomik canlanmayı oluşturmasına kadar geçen süreye ise dışsal gecikme denir. Genellikle ekonomik durgunlukların sürelerinin çok uzun olmaması, politika tepkisinin geciktiği durumda bir sonraki genişlemeyi beslemesi ve iş döngüsü dalgasını büyütmesi gibi bir risk oluşturmaktadır. Bu durumda makroekonomik politikalar iş döngülerini hafifleteceği yerde daha da kuvvetlenmelerine sebep olabilir. Bu nedenle gecikmenin en kısa olacağı politika alternatifinin tercih edilmesi çok önemlidir.
Maliye politikaları devletin kamu bütçesinde değişiklikler yaparak ekonomik aktiviteyi etkileme yoludur. Bu iki şekilde yapılabilir; devlet harcamaları ve/veya vergi oranları değiştirilebilir.
Ekonomik durgunluğun sebebi uygulanması gereken makroekonomik politikanın türünü de etkileyecektir. Eğer durgunluk talep daralması neticesinde artan çıktı açığından kaynaklanıyorsa, talebi artırıcı makroekonomik politikalar tercih edilebilir. Ancak durgunluk arz yönlü bir şoktan kaynaklanıyorsa, talebi canlandırmaya çalışmak hem ekonomiyi canlandırmada yeteri kadar başarılı olmayabilir hem de nihayetinde enflasyonu artırıcı bir etki yapar. Ne yazık ki durgunluğun tam olarak arz yönlü mü yoksa talep yönlü mü olduğunu anlamak kolay değildir. Klasik ekole yakın makroekonomistler iş döngülerine sebep olan şokların büyük ölçüde arz yönlü şoklar olduğunu düşünürken, Keynesci ekole yakın ekonomistler daha çok talep yönlü şokların etkili olduğuna inanırlar. Bunun neticesinde Klasik ekole yakın ekonomistler daha pasif bir makroekonomik politika duruşunu tercih ederken Keynesci ekole yakın olanlar kamunun aktif makroekonomik politika uygulamasının doğru olacağını savunurlar. Durgunluk dönemlerinde en başarılı canlandırıcı politikalar otomatik dengeleyiciler adı verilen kamu harcamalarıdır. İşsizlik sigortası yardımları ve yüksek gelir dilimlerinde artan gelir vergisi gibi mekanizmalar ekonomik dengeleyici olarak çalışırlar. Durgunluk dönemlerinde herhangi bir politika değişikliğine gerek olmadan otomatik olarak toplam talebi arttırıcı yönde devreye girdikleri için gecikme süreleri mümkün olan en asgari seviyededir ve durgunluk sonunda otomatik olarak normale dönerler.
Ekonomik durgunluk durumunda ekonomiyi canlandırmak için kullanılabilecek diğer maliye politikası aracı ise vergilerdir. Devlet ekonomik durgunlukta vergileri düşürerek özel tüketim ve yatırımları teşvik edebilir. Ancak vergi oranları içsel gecikmenin yüksek olduğu bir politika aracıdır. Ayrıca durgunluk sonunda vergi oranlarını tekrar arttırmak siyaseten kolay olmayacağı için canlandırıcı politikanın geçici olması kriterine de uygun değildir. Potansiyel Rikardocu denklik etkisi vergiler için de geçerlidir. Buna göre, durgunluk sırasında kamu harcama politikasında bir değişiklik olmadan ekonomiyi canlandırmak için vergilerin düşürülmesi öngörülü ve rasyonel bireyler tarafından gelecekte artması gereken vergileri ima ettiği için düşürülen verginin talebi ve yatırımı canlandırıcı bir etkisi olmayabilir. Öte yandan yeni klasik ekole yakın ekonomistlere göre durgunluklar büyük ölçüde arz yönlü olduğu için durgunluk döneminde özellikle sermayeye uygulanan vergileri düşürmek yatırımları ve nihayetinde arzı arttıracağı için ekonomiyi canlandırmada başarılı olabilir.
Para politikası merkez bankaları tarafından yönetilir. Merkez bankalarının para arzını belirleme, dolayısı ile kısa vadeli faizler üzerinde belirleyici bir güce sahip olma ayrıcalıkları vardır. Bu ayrıcalık merkez bankalarına birçok ülkede bir kamu kurumu olarak kanunla verilen görevleri yerine getirmek için tanınmıştır. Bazı ülkeler merkez bankalarına tek görev olarak düşük ve istikrarlı bir enflasyon seviyesine ulaşmayı vermekteyken, diğerleri hem düşük ve istikrarlı bir enflasyon seviyesi hem de ekonomiyi mümkün olduğu ölçüde potansiyel üretim seviyesine yakın tutmak gibi çifte görev vermiştir. Günümüzde merkez bankaları para politikasını para arzını belirleyerek değil de kısa vadeli politika faizlerini belirleyerek yürütürler. Enflasyon seviyesinin oluşmasında beklentiler çok belirleyici olmaktadır. Bu yüzden merkez bankalarının düşük ve istikrarlı enflasyonu başarabilmeleri için beklentileri iyi yönetmeleri gerekir. Bu da yüksek kredibilite ve başarılı bir iletişim stratejisine sahip olmalarına bağlıdır. Son otuz yılda birçok merkez bankası bu anlayışla geliştirilen enflasyon hedeflemesi çerçevesini uygulamaya başlamıştır. Bu dönemde küresel bazda düşük ve istikrarlı enflasyon konusunda geniş çaplı başarıya ulaşılmasında enflasyon hedeflemesi çerçevesinin de payı olduğu düşünülmektedir.
YAZAR
Mehmet Yörükoğlu