Bireyin kimliğini kurduğu ve gösterdiği bir mekan olarak görülebilen beden, dinamik, hareketli ve etkilere açık bir varlıktır. Bu etkiler bedensel imgeyle de bağlantılı olarak çeşitli müdahalelerle daha çok sosyal dünyadan gelir. Dolayısıyla biyolojik bir varlık olmanın ötesinde sosyal bir gerçeklik olan beden, toplumsal, kültürel ve siyasal iktidarın denetleme ve değiştirme çabalarına tabidir. Sosyal bir varlık olan insan, bir iletişim dili veya aracı olarak bedeni üzerinden sosyalleşir. Bu yönüyle sosyolojik incelemenin tabii bir konusu olmasına rağmen sosyolojinin bedene ilgisi daha çok 1980'lerde gelişmeye başlamıştır.
Beden sosyolojisi analitik olarak iki farklı, genellikle çelişkili yaklaşıma bölünmüştür. Bu iki gelenek insan bedeninin sosyal olarak mı yapılandırıldığı sorusunun alternatif cevaplarını temsil etmektedir. Bu geleneklerden birisi, Michel Foucault'nun temsil ettiği bedeni kültürel temsiller sistemi olarak ele alan sosyal inşacı yaklaşımdır. Foucault, özellikle Batı dünyasında toplumsal olarak dezavantajlı ve/ya "öteki" konumunda bulunanlara karşı beden üzerinden nasıl bir tahakküm ve sistematik bir sindirme/baskılama süreci uygulandığını "biyo-politika" kavramını açımlayarak göstermeye çalışmıştır. Biyo-politika, anatomi-patoloji bilimini araçsallaştıran yeni bir iktidar biçiminin, bireyin anatomisi üzerinde işleyen, meşru kılınmış bir tahakküm biçimine dönüştürülmesidir. Bu iktidar biçiminin normal ve anormal olanı tanımlama gücünü elinde tutarak "öteki"ye ve "öteki"nin bedenine ilişkin algılamaları da ürettiğini ileri süren Foucault'ya göre eğitim ve çalışma, tarihsel süreç içinde çocukluktan itibaren insan bedenini disiplin altına almak için kullanılan araçların başında gelir. Tüm yönleriyle bedenin denetim altına alınmasını modern toplumun özü olarak gören Foucault'nun öncülük ettiği yaklaşım, bedenin iktidarın bir temsili olarak siyasi söylemlere girme yollarına ve iktidarın beden üzerinde nasıl kullanıldığına odaklanır. Bu perspektifte beden tarih üstü bir varlık değil, bir toplumsal mücadele alanıdır.
İkinci gelenek sayılan fenomenolojik gelenekte ise "yaşayan beden" sosyal günlük yaşamda incelenir. Fenomenoloji, akıl ve beden düalizminin bir eleştirisidir. Bu geleneğin temel başlangıç noktası Maurice Merleau Ponty'nin Algı Fenomenolojisi adlı çalışmasıdır. Ponty bu çalışmada, gerçeklik algısının bedenimizin belirli konumundan nasıl oluştuğunu inceler ve böylece bilişin her zaman dünyanın bedenlenmiş bir algısı olduğunu gösterir. Ponty için beden sadece dünyada bir nesne olarak ele alınamaz; beden yaşayan bir niteliğe sahiptir. Beden, dünyanın sayesinde var olduğu şeydir. Fenomenolojik gelenekten esinlenen araştırmalar beden, deneyim ve kimlik arasındaki yakın bağlantıların gösterilmesine öncülük etmiştir.
Bu iki farklı gelenek arasında Pierre Bourdieu özellikle "habitus" kavramı çerçevesinde bir sentez girişimi sunar. Siyasal tahakküm ve sınıfsal çıkar gözeten söylemlerin beden üzerinden kurulduğunu ve sınıfsal beğenilerin büyük ölçüde bedende maddileştiğini ileri süren Bourdieu'ya göre beden aynı zamanda kişinin toplumsallaşma süreci içindeki yerini ve konumunu belirler.
Bourdieu, Ayrım adlı çalışmasında sosyal sınıflar habitusu içinde, sosyal güç hiyerarşilerinin yaşayan bir ifadesi olan bedene sembolik sermaye ile yatırım yapıldığını gösterir. Habitus, sosyal sınıfın damgasını taşıyan statü, güç ve iktidar ilişkileri, tercihler, zevkler (spor, müzik, hobiler, beslenme biçimleri vb.) ve beğeni yargılarından oluşan değerler setini içinde barındırır. Bedenin habitusu şekillendirdiğini düşünen Bourdieu'ya göre habitusların farklılığı, farklı güç ve tabiiyet ilişkileriyle sonuçlanır. Ona göre beden, farklı sosyal sınıfların estetik tercihleri tarafından daimi olarak yetiştirilir ve temsil edilir. Örneğin, sportif etkinlik tercihleri açısından bakıldığında üst sınıflar hem fiziksel hem de zihinsel açıdan işe odaklanmayı kolaylaştıran golf, tenis, atçılık, okçuluk vb. sportif etkinliklere yönelirken alt sınıfların futbol, güreş, boks, köpek dövüşü vb. etkinliklere meylettikleri görülür.
Zikredilen kuramsal gelenekler çerçevesinde yürütülen sosyolojik araştırmalar çeşitli boyutlarıyla bedene odaklanır. Sıklıkla ele alınan boyutlardan birisi, tüketim kültürünün ve güzellik endüstrisinin bedene etkileridir. Bu bağlamda örneğin Baudrillard, gerçek gereksinimler-sahte gereksinimler arasındaki ayrımın yok olduğu tüketim toplumunda bedenin bir gösterge mezarlığına dönüştüğünü ve baskı altına alınarak "sağlıklı ol," "genç ol," "fit ve güzel ol" gibi çeşitli "buyruklar"la biçimlendirildiğini ileri sürer. Böylece kendi imgesinden memnuniyetsizleşen ve güzellik endüstrisinin belirlediği ideal güzellik normlarına ayak uydurmaya çalışan beden, bir tüketim nesnesine dönüşür ve çeşitli müdahalelere maruz kalır. Özellikle kadın bedeni güzelleşme yarışına girerken onları güzelleştirmek de güzellik salonlarında icra edilen bir uzmanlığa ve mesleğe dönüşür. Özel hayatta olduğu gibi çalışma hayatında da bedenin sağlıklı ve güzel bir görünüme sahip olması bireyin iş bulmasında ve sahip olduğu işe devam edebilmesinde etkin bir faktör haline gelir.
Çağdaş beden sosyolojisinin gelişimine etki eden feminist sosyal teori de doğanın gerçekleri gibi kabul ettiğimiz erkek ve kadın bedenleri arasındaki farkların nasıl toplumsal olarak üretildiğini göstermek için sosyal inşacılığa başvurur. Bu bağlamda ataerkillik fikri toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin altında yatan temel faktör olarak görülür. Daha sonra, sosyolojide çok sayıda ampirik çalışmada, kadınların sosyal ve politik tabiyetinin psikolojik depresyon ve fiziksel hastalıkta nasıl somatik olarak ifade edildiği araştırıldı. Beden imgesi, diyet, obezite, yeme bozuklukları vb. hususlar üzerine çok sayıda sosyolojik yayın gerçekleştirildi. Bu çalışmalarda en fazla üzerinde durulan temanın, kadın bedenine yönelik şiddet olduğu söylenebilir.
Beden sosyolojisine yeni açılımlar getirmekle birlikte kadın bedenine ilişkin feminist teorinin bazı analizlerinin Batı-dışı toplumlarda hakim olduğu varsayılan "zararlı geleneksel pratikleri" öne çıkarmak suretiyle bir "öteki kadın", "öteki erkek" ve "öteki kültür" imgesi yarattığı da söylenebilir. Nitekim feminist sosyal teori çerçevesinde üretilen birçok çalışmada, Batı-dışı toplumlardan seçilen çeşitli geleneksel uygulamalar, kadın bedenine ve cinselliğine müdahale içeren ataerkil kültür kaynaklı zararlı pratikler olarak sunulur. Buna karşılık, Batılı kadınların yaşamsal tehlikeler yaratabilen bedene müdahale pratikleri (estetik ameliyatlar, kimyasal makyaj malzemeleri, topuklu ayakkabı ve korse fetişizmi, pirsing, dövme, zayıflama programları vb.) ise zararlı kültürel pratikler olarak görülmek yerine, bireysel seçimler olarak değerlendirilir. Böylece modern, özgürleşmiş ve güçlenmiş, kendi bedeni üzerinde kontrol sahibi Batılı kadın imgesine karşılık, ataerkil "kültürün", "dinin", "geleneğin" kurbanı olan Batı-dışı kadın imgesi yaratan feminist teori, kadın bedenine düşmanlıkla özdeşleştirilen mitleştirilmiş bir öteki kültürün kabalığını ve geri kalmışlığını vurgulayan ve Batı uygarlığının üstünlüğü ideolojisine hizmet eden emperyalist bir araca dönüşebilmektedir.
Beden üzerine sosyolojik çalışmaların önemli etkilerinden birisi de engelli ve yaşlı bedenlere ilişkin algı, anlayış ve tutumların değişimine katkılarıdır. Bu bağlamda örneğin hareketlilik ve özerklik sorunlarının, yaşlıların, kronik hastalığı olanların ve engellilerin benlik, beden imgesi ve sosyal dünyaları arasındaki ilişkileri nasıl dönüştürerek benliklerini şekillendirdiği incelenir. İnsan bedeninin sosyal olarak inşa edildiği fikrine odaklanan aktivistler de engellilik etiketinin sosyal hakların kaybıyla sonuçlandığını savunurlar ve bu haklar için mücadele ederler.
YAZAR
Fahri Çakı