Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Yeni döneme dair ilk teyit Dedetaş'tan geldi: İstanbul'u yönetmeye hazırım

        İki evin farkı

        Dün gece Paris’te “İstanbul House” daveti vardı. Ama dün gece Paris’teki “Kenya House”ta da davet vardı. Olimpiyat sırasında ülkelerin diplomatik ve sportif ilişkileri sürdürmesi için bu geçici evler kuruluyor. Yüzlerce dolara girilen ABD ve Kenya’nın evleri oyunlar başladığından beri herkese açık. İstanbul Evi ise tasarruf tedbirlerinden dolayı sadece iki günlük bir etkinlik.

        Fark sadece bu değil. Kenya Evi’yle kıyaslarsam: bu salonun açılışını Kenya büyükelçisi yaptı, devlet Fransa ve Kenya arasındaki ilişkileri kuvvetlendirmek için bu etkinliği sahiplendi. Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcileri nerede? Neden maçlarda yoklar? Neden İstanbul’un tanıtımının yapıldığı bir organizasyonda yer almıyorlar?

        İstanbul Evi’nin amacı Türkiye ve Fransa arasındaki diplomatik bağı kuvvetlendirmek değil, İstanbul’un 2036’da Hint ve Katar parasına rağmen iyi bir aday olabileceğini işlemek. Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin seçimini ne zaman yapacağı belli olmuyor artık, Paris ve Los Angeles’ı aynı anda seçtiler. Normal şartlarda da 2029’da 2036’yı kimin alacağı belli olur. Ama daha erken de karar verebilirler. O yüzden İstanbul her fırsatı kollamak, her an hazır olmak zorunda.

        2036’da kim ülkeyi yönetir kestirmek zor, belki de bugün adı geçen isimlerin hiçbiri ortalarda olmayacak. Ama Türkiye Cumhuriyeti olacak ve devletin sonraki kuşaklara borcu olarak bu gibi organizasyonları sahiplenmesi, öncülüğünü yapması gerekiyordu.

        Sporcular nerede hanutçular Paris’te

        Dün Kenya House’ta milli koşucu Ferdinand Omanyala vardı, onun salona girişi için özel bir tören düzenlenmişti. İstanbul Evi’ndeyse Olimpiyat oyunlarında yarışan tek bir sporcuyu görmek mümkün değildi. Onun yerine kapıda cansız mankenler üzerinde atletlerin giydiği tartışmalı formalar gelenleri karşılıyordu.

        Yarışması biten sporcuların bazıları evlerine döndü, kalanlarsa oyunlar için hazırlanıyor ve böylesi bir davete katılmak rutinlerini bozabilir. Bunu anlıyorum, ama en azından Yusuf Dikeç gibi artık uluslararası şöhret olmuş bir isim getirilemez miydi? Burada kalması sağlanamaz mıydı? Birkaç günlük otel, uçak parası böylesi bir organizasyon için ne ki? Gerekirse sponsorlardan bile bulunabilir.

        Ancak sponsorlar da iletişim bütçelerini harıl harıl hanut gazetecilere harcıyor. Olimpiyat Açılışı yetmedi, dün ve bugün de yeni hanut kadroları geliyor Paris’e.

        Bu arada, Olimpiyat Oyunları’nda yarışan sporcularımız kendi arkadaşlarını canlı izlemek için bilet almak zorunda. Bu gençler sadece kulüplerinin ve federasyonun onlara bağladığı cüzi maaşlarla geçiniyor. Paris’te biletler çok pahalı; Olimpiyat’ta yarışan sporcuların indirimi var ama 300 Euro’luk bileti 30 Euro’ya alsalar bile Türk Lirası kazanan biri için makul denemez.

        Keşke sponsor firmalar gazetecileri ağırlamak yerine sporculara destek olsalar. Voleybolcuların maçında gazetecilere verilecek o biletler Türk atletlere tahsis edilse. Herhalde markaya da ülkeye de katkıları daha fazla olur. Ama ben mi düşüneceğim bunları, havalarından geçilmeyen kurumsal iletişimciler ve büyük faturalarla şirketleri tokatlayan PR’cılar benden daha çok kazanıyor.

        Seçim senaryoları üzerinde çalışılmış

        Devlet Paris’te yok ama Ekrem İmamoğlu var. İstanbul Belediye Başkanı her gittiği yerde ‘de facto’ devlet başkanı olarak karşılanıyor. Ona lider muamelesi yapmayan kimse yok gibi. Salona da Paris Belediye Başkan Yardımcısı’yla geldi.

        İstanbul Evi’nde İstanbul’dan bazı ilçe belediye başkanları da vardı. Etkinliğin nasıl yapıldığını görmeleri için getirilmelerini anlıyorum ama 2036’da Şişli’deki mevcut başkanın hala siyasette olacağını sanmıyorum. Dahası, bu gibi gezilere davet edilmeden önce belediye başkanlarının belli sınavları geçmeleri gerekiyor sanki. Şişli’deki çöp sorununu daha önce yazmıştım.

        Üsküdar’ı yöneten Sinem Dedetaş da ordaydı ve İmamoğlu’nun neredeyse hep yanındaydı. Herkes gibi ben de onu merak ediyordum ve girişte karşılaştığımızda ayak üstü sohbet ettik. Dedetaş büyük şehirlerde okumuş çoğumuzun aşina olduğu bir karakter. Lisede ön-orta sıralarda oturan, adları genellikle Zeynep” olan sınıf arkadaşlarımıza benziyor. İnek öğrenci değil, ‘femme fatale’ değil, ‘tom boy’ hiç değil. Normal, makul ama en önemlisi güvenilir ve yardımsever biri. Mesela defterinden kağıt koparıp verir, ders notlarını paylaşır, yüz göz olmaz ama her zaman dost canlısıdır ve kendisi gibi birkaç başka arkadaşıyla takılır. En önemlisi okulun haylazları da, kendilerini herkesten üstün gören prensesleri de ona saygı duyar. Çünkü bir gün hepimizin Zeynep’lere ihtiyacı olabilir.

        Sinem Dedetaş’a belediye başkanlığının nasıl gittiğini sordum, “Gayet iyi gidiyor,” diye yanıt verdi.

        “Peki,” diye devam ettim, “İstanbul’u yönetmeye hazır mısınız?”

        “Evet,” diye yanıtladı.

        “Bir buçuk sene sonra İstanbul Belediye Başkanı olmaya hazır mısınız?”

        “Gayet hazırım,” dedi.

        Bir buçuk sene sonra olası bir erken seçimde İmamoğlu’nun yerini Dedetaş’a bırakıp aday olacağı senaryosu epeydir konuşuluyor. Dedetaş bu hazırlığın ilk teyidini vermiş oldu.

        Türklere Türkçe panel

        Gündüz Yekta Kopan’ın Bedri Baykam’la Türkiye ve Fransa arasındaki sanat köprüsü üzerine çok güzel bir söyleşisi vardı, ama oylama sonucu Türkçe yapıldı. Oysa bu panel tam da yabancılar için önemli.

        Türk entelektüellerinin Fransa’yla uzun yıllardan beri gelen bir bağı var. Bedri Baykam zaten salonda bu bağı vurgulayan serginin küratörlüğünü yaptı, Ferit Edgü gibi isimlerin kitaplarına yer vardı. Hatta Fatma Tülin’in Paris’te bir cafe’de çekilmiş fotoğrafı bile yer alıyor. Gelen ziyaretçiler görebilir elbette ama keşke bu paneli de yabancılar dinleyebilseydi.

        Diğer salonda Türkiye’nin spor tarihi üzerine İzzeddin Çalışlar’ın küratörlüğünü yaptığı, tarihten belge ve objelerin olduğu sergi de özenle çalışılmış ve mutlaka görmeye değer. İstanbul Belediyesi bu sergiyi çeşitli yerlere götürmeyi planlıyor.

        İmamoğlu’nun İngilizcesi beğenildi

        Davetliler İstanbul belediyesi ve Olimpiyat Komitesi tarafından belirlendi. Gecenin davetli Türklere İstanbul tanıtımına dönüşebilme endişesini yaşayan sadece ben değildim. Belediye’den konuştuğum bir yetkili açıklıkla “Neyse ki öyle olmadı,” dedi. Boynunda Olimpiyat akreditasyonu olan, bilmem ne komitesinin bir şeysi bir dolu insan vardı. Pek çok yabancı gazeteci de katılmıştı. Bu insanların karar aşamasındaki rolleri kritik.

        Gündüz panel Türkçeydi ama gece bütün davet İngilizce yapıldı. Burcu Esmersoy ve Yekta Kopan’ın mükemmel sunumunun ardından Ekrem İmamoğlu da açılış konuşmasını İngilizce yaptı. Epey düzelmiş telaffuzu, “event” gibi bazı kelimelerde takılıyor ama okuyormuş ve zorlanıyormuş gibi konuşmuyor.

        İmamoğlu’nun özel ders alıp almadığını merak ettim. Almıyormuş ama son zamanlarda uluslararası ilişkiler yoğunlaşınca kendisi ısrar ediyor, çaba gösteriyor ve toplantıların İngilizce yapılmasını istiyormuş. Böyle böyle gelişiyor.

        İmamoğlu’nun İngilizcesi annesi İngiliz olan Rana Erkan Tabanca, MIT mezunu Bülent Eczacıbaşı, Harvard Business School’dan Erol Aksoy ve Murat Özyeğin gibi salondaki Türk burjuvazisinin temsilcileri tarafından takdir edildi. İmamoğlu’nun Eski Türkiye denebilecek zenginlerle uyumu da özellikle dikkate değerdi. Sahiplenilmiş.

        Say ve Perwer’in cafe’sinde Mansur Yavaş

        Mansur Yavaş davette yoktu. Gündüz onu tesadüfen Chez Francis’te tek başına kahve içerken gördüm. En görünmez uçta, diğer müşterilerin arasında kaybolmasına rağmen Avenue Montaigne’den geçen Türkler onu tanıyıp fotoğraflar çektirdi ve geleceğe dair temennilerini iletti.

        Yavaş aslında ASKİ sporcuları için Paris’te, gece de boks maçına gidecekti. Ama asıl güreşçi Taha Akgül’e söz verdiği için gelmiş. Ve Ankara’ya altın madalyayla dönmek istiyor.

        Yaklaşık 15 sene önce bir kış akşamı ben de Chez Francis’teydim. Fazıl Say ile Şiwan Perver’in tarihi buluşmasında, ikisinin ortasında oturuyordum. Türkiye’yle Fransa arasındaki entelektüel köprüde tarihi bir duraktı bu buluşma; ulusalcı Say ve Kürt ozan Perwer’in St. Emillion eşliğindeki sohbetleri.

        Mansur Yavaş’ın tesadüfen buraya geldiğini düşündüm önce. Sonra sordum. Bilerek gelmiş, rehberleri önermiş.

        En çok ilgi çeken gazeteci

        Paralimpik Federasyonu’nun başındaki Murat Aksu’yla sohbet ettim. Eski bakan Abdülkadir Aksu’nun oğlu; uzun yıllar önce tanışmış, ama sonradan kopmuştuk. Hatta federasyonda olduğunu tesadüfen öğrendim ve hemen kendisine kör futbol takımımızı sordum. Sadece kaleciler görüyor, diğer oyuncular sese koşuyormuş. Çok ilgimi çekti ve bu konu üzerine daha detaylı konuşmak için sözleştik.

        Aksu’yu bana işaret eden Olimpiyat’ı Hürriyet adına takip eden Banu Yelkovan’dı. Türkiye’nin en iyi spor gazetecilerinden biri olan Yelkovan’ın salonun en çok ilgi çeken medya mensubu olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. Herkes ama herkes onun Instagram’da çektiği günlük video’ları izliyor, sonra da gelip onunla konuşuyor.

        Yelkovan’ın bir özelliği var: Sadece Türk sporcularını tanımıyor, sporcuların ailelerinden antrenörlerine herkesi tanıyor ve her ayrıntıya hakim. Ama sadece Türk sporcuları, Türk antrenörleri de değil. Yarışan bütün milletlerin atletlerinin en ince ayrıntılarına hakim. Ve hepsini ezberden söylüyor. Spora adanmış bir ömür diyeyim.

        Karsu hep detone mi

        Salonda diaspora Türklerinin en sevdiği şarkıcı Karsu sahne aldı. Adını sürekli yurtdışında verdiği konserlerden duyuyorum ve ilk defa dinledim. O gecenin şartlarından mı bilmiyorum, ama Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’na katılan bir orkestra gibiydi arkasındaki grup. Televizyondaki müzik yarışmasında jüri üyeliği yapmış biri olarak söylemeliyim ki Karsu bazı notaları basarken tahammül edilemeyecek kadar detoneydi. “Daha bir hafta önce evlendi, eşi de sporcu,” dedi efsane dergicilerden Sibel Baykam bana. Belki bu yüzden.

        Karsu bir ara Sezen Aksu’nun “Onu Alma Beni Al” adıyla şarkı yaptığı Arto Tunçboyacıyan bestesini seslendirdi. Bu gibi etkinliklerde Sezen Aksu’nun Türkiye mozaiğini yansıttığı, Ermeni ve Rum korolarını da dahil ettiği Efes Antik Tiyatro’daki efsane konseri model alınmalı bence. İstanbul’u da yansıtır.

        Özgür çarpı iki

        Ama İmamoğlu çiftiyle Karsu’yu izleyen Özgür Özel’in keyfi yerindeydi. Etkinliğin başarılı olduğunu düşünüyordu. Ayrıca çaktırmadan bir CHP çıkartması yaptığının da farkındaydı. Tekrar dikkat ettim, İmamoğlu’nun yanında kendisini nasıl hissediyor diye. Bu sefer adeta kendisi ön plana çıkmak istemez gibiydi. Sonuçta gecenin amacı İstanbul’u tanıtmaktı, ev sahibi de İmamoğlu’ydı. Özel ise ona tamamen destek veriyordu. Kapıda ayaküstü sohbet ettik, ama o arada onca insan onunla da fotoğraf çektirmek için yarıştı. CHP’nin bir diğer Özgür’ü, İstanbul İlk Başkanı Özgür Çelik de oradaydı. Türkiye’de liyakatle bir yere gelen az sayıdaki siyasetçiden biri olan, bu işin okulunu okumuş Çelik’e de bir lise benzetmesi yapmam gerekirse “Zeynep’in sıra arkadaşı” diyebilirim.

        Yaşı 20 de olabilir 50 de olabilir gibi bir görüntüsü var Çelik’in. Kendine özgüvenli, çalışkan ama üstten bakmıyor. Kantinde borç para isteseniz verecek ama bunu siz geri ödemedikçe istemeyecek biri gibi. Bir gün bile okulu kırdığını düşünmüyorum. Hayatında hiç kırmızı ışıkta geçti mi, merak ediyorum. Ama sanki keyfi yerindeyse ‘barhopping’ de yapılabilirmiş gibi duruyor. Eminim ertesi sabah sabah 7:00 tıraşlı ve gözaltları bir gece öncenin kalıntılarını bırakmayacak şekilde dimdik işinin başında olur.

        Çelik’e çok uzun zamandır söylemek istediğim bir gözlemimi ilettim. Aslında yazacaktım ama sıra gelmedi. Bazı ceketleri üzerine hiç oturmuyor ve bu bende takıntı haline geldi. Bir kere dikkatimi çekti, sonra teker teker fotoğraflarına bakmaya başladım “sartorial” bir sorun tespit ettim. Bazen tam bel kısmında düğmeyi ilikleyince çok dar görünüyor. Genelde göbekli insanlarda olur bu sorun. Ama Çelik son derece fit. Olimpiyat kostümlerini beğenmeyen Uğur Dündar’ın Taksim Gezi Apartmanı’nda uzun yıllar kıyafetlerini diken terzisi İhsan İlhan bu sorunu çözebilir sanki.