Şu anda dünyanın hiçbir yerinde cinsel kimlik krizi yaşanmıyor. İnsanlar olduklarından başka bir yere yönelmiyorlar, kitleler televizyonda görüp hemcinsleriyle birlikte olmaya özenmiyor, hastanelerin kapısında cinsiyet değiştirmek için uzun kuyruklar oluşmuyor. Ancak dünyadaki aşırı sağ politikacılara (buna Türkiye’deki ulusalcı sağ da dahil), sosyal medya fanatiklerine ve Elon Musk’a bakılırsa gerçekten böyle bir kriz yaşanıyor. Hatta cinsel kimlik meselesi onlar için dünyanın en önemli sorunuymuş gibi gösteriliyor.
Yaşanan, farklı cinsel kimlik ve yönelimlerin daha görünür olması. Yüzlerce yıl boyunca kendilerini gizlemek zorunda kalan, kapalı kapılar ardında yaşamaya mahkum edilen azınlıklar verilen mücadelenin ardından kazandıkları hakların tadını çıkarıyor sadece. Batı ülkelerindeki yasal güvencelerin de etkisiyle artık eşcinseller (ya da moda tabiriyle LGBT+ bireyler) kendilerini gizlemek zorunda hissetmiyor. Eşcinselliğin daha görünür olduğu bir çağda yaşıyoruz artık.
Bunu gözümüzün içine sokmak zorundalar mı, meşru bir soru elbette. Ama dört saatlik Olimpiyat açılışındaki birkaç dakikalık şovdan binlerce film-dizinin olduğu Netflix kataloğuna sayısal olarak bakıldığında çok da gözümüzün içine sokuluyor denemez.
AZINLIĞIN SESİ
Belli bir kreatif özgürlüğe ve iktidara kavuşmuş her azınlık kendi kültüründen unsurları işinde kullanacaktır elbette. “The Last of Us” oyununun yaratıcıları zombie kıyametiyle Yahudi Soykırımı’nı bağdaştırdı, Hindistan’ın tarihinden yola çıktığı romanla adını duyurdu Salman Rushdie. Bizde azınlık olmasa da edebiyat sahnesine çıktığı dünyada Türk-Müslüman bir romancı olan Orhan Pamuk da Osmanlı tarihini, hatta bozayı tanıttı. Nerede durduğunuza bağlı olarak bütün bunlara propaganda da diyebilirsiniz, farklı bir dünyaya pencere açmak da.
Son yıllarda Türkiye’deki siyasi iktidara paralel olarak muhafazakar içeriklerin arttığı bir gerçek. Adil olmayan taraf, birileri “Televizyonlarda çok fazla başörtülü var,” diye itiraz bile edemiyor. Ama hemen herkes eşcinsellerin görünür olmasından dolayı kendisinde itiraz hakkını buluyor. Nüfusa vurulduğunda televizyonlarda çok fazla başörtülü olmadığı gibi çok fazla LGBT+ bireyi de yok oysa.
Azınlıkların, özellikle de eşcinsellerin daha görünür olmaları onlardan biri olmayanlar için önemli değildir belki. Benim gibi, görünürlüğün olmadığı bir dönemde kendini bulmak zorunda kalan, ayakta kalmayı dolambaçlı yollar ve yaratıcı yöntemlerle öğrenen ve nihayet belli bir sosyal statü ve maddi bağımsızlığa ulaşan biri için de belki artık çok anlamlı değildir. Ama çocukken dünyanın en büyük şirketinin başında bir eşcinsel olsaydı belki varacağım yere daha az engelli ve dümdüz ilerleyebilirdim. (Apple ve Tim Cook.)
Bugün ister Netflix’te ya da Olimpiyat Açılışı’nda olsun bu görünürlük baskı altındaki pek çok azınlığa bir çıkış yolu oluyor. Bazen kendi gerçeğini kendi kendine bile kabullenmekte zorlanan kişi sınırlı dünyasında olmasa da bir yerlerde onun gibi başkaları olduğunu, kabul gördüğünü öğreniyor. Bu görünürlük insanın cinsel yönelimini değiştirmiyor; ama kendisini bulmasına bir ölçüde yardımcı oluyor. Olimpiyat açılışından sonra cinsel yönelimi değişen tek bir kişi varsa el kaldırsın. Defalarca izlediğim “Basic Instinct” ya da “9 ½ Hafta” beni değiştiremedi çünkü.
LGBT+ HAREKETİNİN DÜŞTÜĞÜ TUZAK
Bu aşamada önce çuvaldızı kendimize batıracağım. Muhafazakar—ve eşcinsel—yorumcu Andrew Sullivan birkaç sene önce ABD’de LGBT+ hareketine yönelik toplumsal destekte yüzde bir oranında gerileme tespit etti. Küçük gibi görünse de simgesel ve endişe verici bir değişimdi; çünkü su gibi toplumsal ilerlemeler de hep aynı yöne doğru akmak zorundadır. Az zamanda çok büyük haklar kazanan eşcinsel hareketinin her geçen sene daha fazla destek toplaması gerekirdi.
Sullivan’a göre bu destek kaybının bir nedeni eşcinsellerin kazanılmış haklarla, amiyane tabirle, yetinmemeleriydi. Her ilerleme ve kabul zaman alır; LGBT+ hareketi başka toplumsal hareketlere—mesela kadın hakları—kıyasla az zamanda çok yol aldı. Ama özellikle ABD’de evlilik eşitliğinin yasalaşmasının ardından kendisini tali konulara hapsetti.
Fark ettiyseniz ben ısrarla eşcinsel diye yazıyorum; başkaları LGBTQIA ve aklıma gelmeyen başka birçok harfle alfabe insanları olarak anılmak istiyor. Amerika’da bir de “zamir” tartışması çıktı. Benim bile kafam karışıyor. “Cis-het” veya “non-binary” gibi tabirleri öğrenmek için epey bir eğitimden geçmem gerekti.
Lafı uzatmak pahasına başımdan geçen bir olayı anlatmalıyım. Birkaç sene önce Türk Hava Yolları uçağında dağıtılan yolcu kitlerinde kadınlara biraz daha büyük kırmızı çantalar verildiğini gördüm. Erkeklerinki biraz daha küçüktü. Tesadüfen o günlerde kremlerimi falan taşıyabileceğim o kırmızı çanta gibi bir çanta arıyordum. 100 ml’lik şişeler erkeklere dağıtılana sığmıyordu.
Uçuş görevlisinden kırmızı çanta istediğimde bunun kadın yolculara verildiği yanıtını aldım. “Ben de kendimi kadın olarak tanımlıyorum,” dediğimde ikimiz de güldük ve kırmızı çantayı aldım. Yanımdaki Yunan milli basketbol takımının eski koçuna ise verilmedi, onun kendisini kadın olarak tanımlaması uçuş ekibince kabul görmedi.
Kimileri absürt bulabilir ama isteyen istediğini yapsın. Biyolojik olarak erkek doğanın kendisine kadınlar için kullanılan “she” zamirini uygun görmesine itirazım yok. Şu verdiğim örnekte olduğu gibi bu “wokeist” tavır bazen hepimizin işine yarayabilir. Kullandığım zamirler hala: He / him / il / o. Ama bu konuda terör estirmek, “she” yerine “he” deyince öfkeyle karşılık vermek… biraz ruh hastalığı değil mi? Kullandığı zamirler ‘he’ ve ‘she’ olan ve gün içinde ruh haline göre değişen bir örnek biliyorum. Değiştiği anı söylemediği gibi karşısındaki tutturamayınca da sinirleniyor. Bu saçmalıkla mı kabul ve ilerleme bekleniyor? Ne yazık ki “woke” cinsel kimlik aktivistleri herkes onlarla aynı anda ilerlesin, aynı hızda adapte olsun istiyorlar ve herhangi bir esneklikten yoksunlar.
Bazen durmak, toplumlara da nefes alma ve sindirme fırsatı vermek şarttır. Kadın ve erkek arasında biyolojik farklılık olduğu gerçeğine rağmen bilime sadece politik görüşle meydan okumak, özellikle trans sporcuların yarattığı adil olmayan avantaj konusunda sessiz kalmak da LGBT+’yi toplumsal tehdit olarak görenlerin ekmeğine yağ sürüyor.
90’larda bir sabaha karşı Savaş Ay sunduğu “A Takımı” programına bağlanan Bülent Ersoy’a dil sürçmesiyle “Bülent Bey” diye hitap etmişti. Ersoy da “Çok gerilere gittin Savaş’cığım,” diye kahkahalarla karşılık vermişti. Bugün Bülent Ersoy’un cinsel kimliği hiç tartışılmıyor, üstelik devlet katına en grotesk ‘drag queen’ kostümleriyle çıkıyorsa kendisiyle dalga geçme zekasının etkisi var.
SEBEPSİZ DEĞİL AMA HAYALİ
Christopher Isherwood filme de uyarlanan “A Single Man” romanında Nazi’lerin Yahudi düşmanlığının sebepsiz olmadığını yazıyor. Ama bu düşmanlığın nedeninin hayali olduğunu ekliyor. “Mesela suratında çiller olanlar suratında çiller olmayanlar tarafından azınlık olarak görülmüyor, bildiğimiz anlamda azınlık sayılmıyorlar? Neden?” diye yazıyor. “Çünkü bir azınlık ancak çoğunluğa tehdit oluşturduğunda azınlık olarak kabul edilir. Bu tehdit hayali ya da gerçek olabilir.”
Isherwood’a göre asıl düşman korku: “Korku dünyayı ele geçiriyor. Korku toplumu manipüle etmek için kullanılıyor. Siyasetçiler bu sayede politikalarını satıyor, Madison Avenue bu sayede ihtiyacımız olmayan şeyleri bize satıyor. Düşünsenize. Saldırıya uğrayacağımız korkusu, her köşe başında komünistlerin gizlendiği korkusu, bizim yaşam tarzımıza inanmayan Karayipler'deki küçük bir ülkenin bize tehdit oluşturduğu korkusu. Siyah kültürünün dünyayı ele geçirdiği korkusu.”
Siyaset, özellikle de aşırı sağ siyaset, her zaman karşı tarafta bir grubu düşman olarak hedefe koyarak büyür. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Yahudiler, Soğuk Savaş döneminde komünistler, 11 Eylül’den sonra Müslümanlar ve şimdi de LGBT+ hareketi dönemine göre yaratılan hayali düşmanlardan bir kısmı. Isherwood’un dediği gibi sebepsiz değil, ama hayali. İnsanın cinsel yönelimi tıpkı göz rengi ya da ayak numarası gibi kendi tercihin dışındaki şartlar tarafından belirleniyor.
Aslında LGBT+ düşmanları da ne olup bittiğinin farkında. Onlar da dünyada bir cinsel kimlik krizi olmadığını, sadece eşcinselliğin daha görünür, bu görünürlüğün de hala sınırlı olduğunu biliyor. Ama kültür savaşları iş yapıyor.
Erdoğan çok akıllı ve usta bir siyasetçi. Neyi neden söylediğini, sözünün nereye gideceğini çok iyi biliyor. Yaptığı her hamle oy almak için; oyun nereden geldiğini de biliyor. Kendisi de içlerinden çıktığı için oy verenlerin hangi dili konuştuğunun farkında. Söyledikleri karşı tarafı delirtiyor, ama aslında önlerine oyalanmaları için attığı bir kemik.
Ama aynı Erdoğan uzun yıllar süren iktidarının ardından yeni bir söylem bulma sıkıntısı da çekiyor. Artık sattığı hayaller eskisi gibi karşılık bulmuyor, kendisinin de sorumluluğunda derinleşen krizlere çözüm üretemiyor, bazen yama yapmakta bile zorlanıyor.
ASIL TEHLİKE
Global ölçekte siyasi bir iflas yaşanıyor dünyada. Sağ ve sol partiler giderek birbirine benziyor, iki taraf da benzer çözümsüzlük sarmalından kurtulamıyor. Aşırı sağ, kurnazlıkta daha üstün olduğu için, her zaman olduğu gibi bu krizden çıkışı kültür savaşlarını kaşımakta buluyor. Eski düşmanlar ve davalar artık iş yapmadığı için de LGBT+ elverişli bir hedef olarak kullanılıyor.
Dünyanın bugün en önemli sorunu ekonomik eşitsizlik ama buna ne Trump’ın ne Orbán’ın çözüm önerisi var. Sol ideoloji de çoktan nitelikli çözüm üretmek, alternatif bir plan sunmaktansa sağın açtığı alandaki kültür savaşlarına teslim oldu.
DEM’in çocuğunu sokak köpeği yüzünden kaybeden bir anneye saldıran milletvekili önceki gün “Bugün benim sokak hayvanlarının hakkını korumaktan daha önemli bir işim yok,” diyor. Sahiden bugün bir milletvekilinin bundan daha önemli bir işi olmaması mümkün mü? Kuşkusuz sokak hayvanları korumak da bir iştir, ama bugün yapılması gereken daha önemli en az 10 başka konu düşünebilirim.
Zamir tuzağına düşen Amerikalı politikacılar—Kamala Harris mesela—gibi Türkiye’deki solun acıklı durumu bu. Mesela, Türkiye İşçi Partisi milletvekillerinin bugüne kadar işçilerin hayat kalitesini artıracak tek bir nitelikli adımını görmek mümkün olmadı. Onun yerine daha modern göründüğü için Saliha yerine Sera adını kullanan, dev gözlük çerçevelerini de de kendisine entelektüel görüntü veren bir aksesuar olarak yakıştıran milletvekilinin bugüne kadarki en büyük icraatı Meclis’te iktidar temsilcisi konuşurken telefondan “Yalan” şarkısını çalıp video çekmek oldu. Eminim onun da bugün “daha önemli” bir işi yok.
Bir itfaiyecinin 11 Eylül’de yanan kulelerdense çocuğunun doğum günü partisine gitmeyi tercih etmesini düşünebilir miyiz? Ama sağ ya da sol siyasete sorunlarımıza ciddi çözümler üretmek yerine kendi kum havuzlarında oyalanmalarına müsamaha gösteriyoruz. Seçmen kitleleri uyutulmaya hazır olduğu için tali konularla çok güzel oyalanıyor. Asıl tehdit eşcinseller mi?