Süleymaniye’de şimdi İstanbul Müftülüğü olan mekân, imparatorluk senelerinde “Meşihat Dairesi”, yani Şeyhülislâmlık makamı idi...
Bu arazinin Haliç’e bakan bölümündeki bazı binalar sonradan yıktırıldı ve o kısım “Botanik Enstitüsü” hâline getirildi! Hani gazetelerde arada bir “İstanbul Üniversitesi’ne ait ve üzerinde Botanik Enstitüsü’nün bulunduğu arazide lüks rezidanslar inşa edilecek” diye haberler çıkar ama sonradan yalanlanır ya, işte orası...
Meşihat Dairesi’nde Osmanlı ulemâsının özlük dosyaları da muhafaza edilirdi. “Şer’î siciller” denen ve ulemâ teşkilâtının tarihteki yeri hakkında son derece önem taşıyan bu dosyalar aynı zamanda profesyonel marangoz olan Sultan Abdülhamid’in yaptığı dolaplarda muhafaza edilirlerdi ama Cumhuriyet’in ilânından sonraki reddimiras döneminde artık önem arzetmeyen kâğıt yığınları olarak görüldüler ve binanın mahzenlerinde unutulmaya, hattâ çürümeye terkedildiler...
Dosyalar, 1969’da İstanbul Yüksek İslâm Entitüsü mezunu genç bir vâizin, sonradan birçok eser verecek olan Sadık Albayrak’ın dikkatini çekmiş ve bunları tasnif edebilmek maksadıyla büyük çaba gösterip kendini Şer’î sicillere tayin ettirmeye muvaffak olmuştu. 1978’de Diyanet’ten kovulmasına kadar binlerce dosyayı elden geçirip “Son Devir Osmanlı Ulemâsı” adını vererek yayına hazır beş ciltlik bir eser hâline getirdi, 1980’de bizzat yayınlamaya çalıştı, babasından kalan bir arsay satıp kâğıt aldı ama işin altından maddî bakımdan kalkamayıp üstelik siyasî sebeplerle de hapse düşünce yayın haklarını başkalarına devretti ve kitap sonraki senelerde birkaç baskı daha yaptı.
DOKUZ CİLTLİK YENİ YAYIN
Sadık Albayrak, eserini şimdi dokuz cilt olarak yeniden yayınladı. Bu yayında eski baskılara ilâve olarak kadılar ve nâibler, müftüler, medreseler ile müderrisler bahisleri de yeralıyor.
“Son Devir Osmanlı Ulemâsı”nı gözden geçirecek olanların, Albayrak’ın yeni baskı için yazdığı uzun önsözü ciddî biçimde okumaları gerekir. Sadık Bey, gençlik senelerinde Şer’î sicilleri ilk gördüğünde bunların perişan vaziyeti yüzünden uğradığı şaşkınlığı yaşadığı üzüntüyü anlatıyor, memurların kışın ısınmak için bazı defterlerin kapaklarını sobada yaktıklarını naklediyor ve dosyaları yayınlayabilmek için gösterdiği mücadeleyi hikâye ediyor. Memlekette doğru ve düzgün iş yapanlara mâni olunması gibi berbat bir âdetin neticesi olarak önüne çıkartılan engellerden bahsediyor ve Meşihat Arşivi’nin kendisinin yayınladığı biyografiler dışında kalan kısımlarının da yayınlanması gerektiğini söylüyor.
Sadık Albayrak’ın önsözünün son kısmındaki şu ifadeler hayli mühimdir:
“...Bugün İstanbul Müftülüğü’nün mahzenlerinde bulunan evrakın muhafaza altına alınmasından çok bunların yayınlanması önem taşımaktadır. Zira bugün yapılması gereken, bunu tamamlamaktır. İşlerlik kazanan Şer’î sicillerin daha aktif hâle gelmesi için ise, kurumun bir enstitü gibi çalışması ve daha çok uzmanın oraya tayin edilmesi gerekir. O kültür hazinesinin biran önce yeni nesle aktarılması elzemdir. Temennimiz odur ki, ilmiye sınıfının bibliyografyasını ortaya koyarak, Türk kültür rönesansının tamamlanmasına katkı sağlamış olalım...”.
Elli küsur senelik emeğin neticesi olan bu eser, azmin ve sebatın ilimde muvaffakiyet elde edebilmek için şart olduğunun mükemmel şekilde ispatıdır.
Meşihat arşivinin tamamının yayınlanması işinin din tarihçilerine ve ilâhiyatçılara düştüğünü söyleyeceğim ama kendi reklâmlarını yapabilme maksadıyla kanal kanal dolaşıp nerede ise yepyeni bir din icat eder hâle gelen zamane ulemâsında o liyakat nerdeee?