Hakkâri-Çukurca yolunun; -Şortê deresinin çıkış yeri anlamında “Derava Şortê” ki Han yaylasından gelen ırmak burada Zap’a karışır- yol ayrımından Han Yaylasına kadar yaklaşık 40 kilometrelik vadiye onlarca köy yerleşmiş. Vadi; girişinden bitimine kadar iki isimle anılır. Benim doğduğum köy olan Güzereş’e kadar olan kısmının adı Gelyê Tiyarê (Tiyar Vadisi), buradan Han Yaylasına olan kısmının adı ise “Gelyê Xanê” (Han Vadisi)’dir. Yakın zamanlarda vadinin başlangıcından bitimine kadar olan kısmına “Kazan Vadisi” dendiğini duymaya başladım. Ben o mıntıkada dünyaya gelmişim, buraya “Kazan Vadisi” dendiğini 50 yaşımda falan öğrendim, daha önce hiç duymamıştım. Verimli bir vadidir. Nardan incire, çeşit çeşit üzümden bal tadında dutlara, şeftaliden kaysıya, kavundan karpuza her meyve, her çeşit sebze yetişir. Yörenin en meşhur pirinç tarlaları buradadır, içinde geçen gürül gürül ırmak tekmil vadiyi boydan boya sular. Her yer yemyeşildir, bin bir çiçek kokuları, nazlı kavak ağaçları, yamaçları kaplayan meşe ormanıyla; yaşanmış tarihi, türkülere geçmiş aşiret çatışmaları, efsaneleri, hikayeleriyle bu coğrafyada yaşayan herkesin bildiği bir yerdir bu bereketli vadi.
*
Çukurca’da düzenlenen “Fotosafari ve Doğa Sporları Festivali”nin bisiklet yarışması ayağı, işte bu kırk kilometrelik vadinin bitimi olan Han yaylasında başladı. Ben de bu vesileyle kırk sene sonra çocukluğumun geçtiği bu yaylaya gitme fırsatını yakaladım. Ben oradan ayrıldığımda, şimdi oraya birlikte gittiğim oğlumun yaşındaydım. Engebeli, toz toprak içinde, dünyanın en kötü yollarından birisinde bir pikabın içinde içimiz dışımıza çıkarak, sarsıla sarsıla yol alırken, çocukluğumu, buralarda yaşadıklarımı, hemen hemen her hafta birisini size anlattığım hikayeleri bana armağan eden bu diyarı oğlumun gözüyle görmeye çalıştım.
Her yaz başı, annemin bindiği atın sırtında, onun kucağına kurulmuş, her virajda, her pınarda, her kayada, her öbek ağaçta, her su birikintisinde, her yol üstü yatırda saklı, her meçhul mezarda bir hikâyeyi annemden dinleye dinleye Han yaylasına gitmek için geçtiğimiz bu yolda şimdi, arkasından bir toz bulutu bırakarak, ekzozundan dumanlar savurarak, gürültüsünden börtü böceği uykusundan uyandırarak giden bir aracın içindeydim.
Buradan geçerken annemin bana anlattığı hikayelerin benzerini oğluma anlatmak istiyordum ama ne annemin içtenliğiyle ben anlatabilirdim ne de oğlum beni dinleyebilirdi benim annemi dinlediğim merakla. Beni o zamanlar hayata bağlayan, dünyamı genişleten hikayeler hep bende kalmış, oğlum da kendi çağının hikayeleriyle bu yaşına gelmişti. Belki de o sırada ona ilginç mi desem, tuhaf mı desem gelen tek şey, babasının ona hep anlattığı yerleri şimdi babasıyla beraber görüyor olmasıydı. Hissiyatı neydi bilmiyorum. Sanırım ben o sırada küçülmüş, yaşımda yarım asrı eksiltmiş, oğlumun yaşına inmiştim, o derin vadide, o yalçın kayalarda, o coşkun ırmağın sesini, araba gürültüsünü inceden inceye annemin sesi bastırıyordu şimdi, bunu ben duyuyordum ama sanırım oğlum benim hissiyatımdan çok uzak bir yerdeydi.
Küçüldüm, küçüldüm, o arabanın içinden çıktım, bundan tam 50 sene önce yürüdüğüm, çokça da annemin kucağında bir atın sırtında yol aldığım vadide, kendimi annemin anlattığı hikayelere kaptırdım gittim.
*
Benim çocukluğum, şu anda bir arabanın içinde geçtiğimiz yolda geçti oğlum. Aynı yoldan beraber geçiyoruz ama aynı dağlara tırmanamadık, aynı pınarlardan su içmedik, aynı nehirlerde yıkanmadık, aynı sürünün kekliklerini kovalamadık, aynı koyunun sütünü içmedik, aynı çocukluğu yaşamadık, oysa ben buralardan ayrılana kadar babalarla oğullar hep aynı çocukluğu yaşarlardı!
Han yaylasına gidiyoruz ya, oraya varınca uzaktan göstereceğim sana, orada ulu Gare dağının tepesinde bir krater gölü var, biz oraya “Mavi Göl” (Gera Şîn) diyorduk. Babam her yaz annemizle bizi oraya götür bırakır, sonra köydeki işine dönerdi.
O yaylaya çıkış yolculuğu hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. Tam elli yıl boyunca ne zaman nefesim kesilse ne zaman kendimi çaresiz, kendimi mazlum, kendimi hakir, kendimi suçsuz, kendimi güçsüz, kendimi talihsiz, kendimi halsiz hissettiysem, işin tuhaf yanı ne zaman hastalanıp ateşim yükseldiyse ne zaman zor bir kararın eşiğinde durduysam, işte o yolculuk ve o yaylada geçirdiğim yaz mevsimleri geldi aklıma.
Onun için o yolculuğu sana anlatmak istiyorum; hazır senin yaşına inmişken, belki de iç sesimle kendime... Hikayeler anlatıldıkça büyür, gelişirler çünkü oğul.
Bahar, o kadar ürkek, o kadar sesiz gelirdi ki, beklenmedik uzak bir misafir gibi... Bir sabah kalkardık, bir de bakardık ki, badem ağaçları tomurcuk açmış.
Bir telaş, bir telaş… Kısa sürede kafile yola çıkardı.
Her sene hep aynı yolculuk...
Zahmetli, zor bir yolculuk…
Şu gördüğün ırmak var ya, o aşağı doğru akar, biz ırmağın tersine yukarı çıkardık. Katırların sırtında yükler... Bir de babamın atı, kafilenin en başında... Sırtında annem. Annemin kucağında ben…. Irmak yol buyunca şarkı söylerdi, annem de bana hikayeler anlatırdı. Coşkun akan ırmağın tekdüze sesi, annemin hikayelerini zaman zaman bastırır, zaman zaman da defalarca dinlediğim hikâyenin tekrar tekrar beni heyecanlandıran gizemine dalar ırmağın sesini duymaz olurdum. Durmadan anlatırdı.
İşte şu gördüğün taş var ya, şu yol kenarındaki bir insan dizinin derin izi kalmış olan taş... Biz ona Hazreti Ömer’in Çeperi diyoruz oğlum. Hazreti Ömer, buralara İslam dinini yaymaya geldiğinde, işte şu kayaya dizini kırıp dayamış, dayar dayamaz da kayada işte şu çukurluk oluşmuş. Elinde tüfeğiyle şu karşıki dağda mevzilenmiş olan gavura sıktıkça sıkmış. Silahı mavzermiş, beş mermi alan cinsinden... O silah sadece onda varmış, sonra o silahı bizim köyde bırakıp gitmiş. Senin dedenin evinde o silah... Büyük dayın bakıyor ona... Camide saklıyor onu... Biraz daha büyüyünce sana da gösterecek.
Hazreti Ömer’in tüfeği oğlum! Mavzer hem de bildiğim silah! Anneme, “bahsettiğin zamanlarda henüz tüfek icat edilmemişti anne” diyecek bir bilgi yoktu bende henüz. O yüzden sadece heyecanla hikâyenin gerisini getirmesini isterdim. Böyle kerli ferli adamlar taşırdı mavzeri, tek tük vardı oralarda o zaman. Bir de İngilizi vardı, bir de bruno tüfeği... Bu silahlara o kadar aşinaydım ki... Daha o çağlarda, elime boş bir kovan geçtiğinde o kovanın hangi tüfeğin mermisine kovanlık yaptığını bilirdim oğlum.
Babam öğretmişti bana. Bu ondan öğrendiğim ilk bilgiydi belki de.
Şu yuvarlak, kocaman taşlar var ya oğlum derdi annem, şu yol kenarında muntazam bir şekilde duran... İşte o taşlara “yiğit taşı” (berê mêran) diyorlar. Neden yiğit taşı demişler biliyor musun? İşte şu dibinde dizildikleri yükselti var ya, neredeyse bir adam boyundaki yükselti, işte gücüne kuvvetine güvenen erkekler, o kocaman taşlardan hangisini gözlerine kestirirlerse onu alıp şu yükseltinin üzerine bırakır, birbirinin gücünü sınırlar. O yüzden yiğit taşı demişler onlara.
Şu düzlük gibi yerde de geceleri cinler gelip çamaşırlarını yıkar. Dayın geçenlerde, gecenin geç bir saatinde buradan geçiyormuş, zifiri karanlık, tam buraya geldiğinde, şurada çamaşırlarını yıkayan bir aile ile karşılaşmış. Hiç erkek yokmuş aralarında. Kadınlar ve çocuklar... selam vermiş dayın, tuhaf tuhaf bakmışlar ona... Dayın, başta bir göçer ailesi sanmış, o yüzden durup selam vermiş. Selamını almayıp böyle soluk bir beniz, kül rengi bir yüzle, bön bön ona baktıklarını görünce, bir anda başından aşağıya kazan kazan kaynar sular dökülmüş, irkilmiş. Şu derin koyakta, şu koca kayalar birer dev olup üzerine abanacak gibi olmuş. Ama dayın dindar, hemen okumuş bir Ayetel Kürsi, peşine bir iki dua daha dizmiş, cin kovalayan kelamı terennüm etmiş de biraz sakinleşmiş.
“Anne, cinler ona hiçbir şey dememişler mi?”
Bu soruyu sorduğumda bütün vücudum ürperirdi oğlum ama sırtımın annemin sıcacık göğsüne dayalı olduğunu anlayıp korkumdan utanırdım.
Neyleyeyim, büyüyüp eşek kadar adam olduğum zamanlarda bile, buradan her geçişte annemin anlattığı hikayeler aklıma gelir, aynı ürperti bütün vücudumu sarardı.
Vadinin bitiminde taştan bir kemerli köprü vardı oğlum, işte tam şurada. Ayaklarının dibindeki pınara “Kanya Ofê” (Of Pınarı) diyorlardı. Suyu buz gibiydi, sanırım hâlâ öyle. Nasturi taş ustalarının yaptığı o güzelim kemerli köprüyü yakın zamanda dinamitle havaya uçurmuş defineciler, en büyük definenin o köprü olduğunu bilmeden…
Sağda “Ziyaretê qumandarî” (komutan mezarı) var. Oraya neden komutan mezarı demişler anne diye her sene sorardım, o da bana bir valinin esir alınmasından bahsederdi. Büyüyüp kangren zamanlara ayak bastıktan sonra, İstanbul’da buralara dair hikayelerin derinliklerine düşüp okudukça öğrendim gerçeği.
Cihan Harbi’nin bir yerinde sıkışan Almanlar, Lenin’i bir bomba yapıp Petrograd Garı’na bırakınca, buraya bir kurşun atımı mesafedeki Oremar mıntıkasına kadar gelmiş olan Ruslar, kendileriyle hareket eden bura Nasturilerini yüzüstü bırakarak geri çekildiler, onlar çekilince Nasturilerin arkasına Britanya geçti ama onların da desteği kifayetsizdi, mahvolacaklarını bile bile korkunç bir eyleme kalkıştılar. 7 Ağustos 1924 günü Sykes-Picot Anlaşması gereği çizilecek sınır çizgisini yerinde görmek için Çukurca’ya giden Hakkari Valisi Halil Rıfat Bey, yanında İl Jandarma Komutanı Binbaşı Hüseyin, Çukurca takımına yeni atanan jandarma teğmeni, 15 asker, yerel ahaliden 5 katırcı işte tam burada pusuya düşürüldüler. İki yüz kişiyle pusu kurmuş olan Nasturi sergerdesinin başında Melik Gulyano vardı. Çatışma çıktı, binbaşı Hüseyin ile üç asker burada can verdi. Onları buraya gömdü bizim köylüler. İsyancılar esir aldıkları valiyi yanlarına alıp işte şu dağa vurdular, buranın arkasında Semedari yaylası var. Dağlarda süren korkunç eziyetli yolculuk sırasında valiye yapmadıklarını bırakmadılar. Kravatından çekerek sürüklediler, gevenlerin üzerinden yürüttüler çıplak ayakla, Sivsidan köyüne vardıklarında çeltikler biçilmiş, harman yerinde valiyi öküzün arkasından yürüttüler aşağılamak için. Melik Gulyano, valiyi Musul’a götürüp İngilizlere teslim edecekti, Gêman köyünde bir başka Nasturi Meliki, Melik Xoşabe kesti yolunu. Valiyi isyancıların elinden aldı ama olan olmuştu. Haber yayılmıştı her yere, tabur tabur asker geldi buralara. O zamana kadar birkaç kez kırıma uğramış olan Nasuturilerden bu sefer tek bir kişi bile kalmadı geriye. Bu çıkan son fermandı, bu mıntıkada bir daha da ocakları tütmedi.
İşte, Deşta Xanê! Han Ovası yani… Bu sivri uçlu, birbirine yaslanmış, yaslandığının arkasında çocuklar için bir muamma saklamış dağlar arasındaki coğrafyada belki de tek düzlük alan burası olduğu için buraya Han Ovası demişler… Yoksa ova hak getire… üç dört kilometrelik bir düzlük, bu düzlükte vakti zamanında birkaç köy varmış. O köylerden birisi de “Mem û Zîn”in müellifi, klasik Kürt edebiyatının en büyük şairi, büyük mutasavvıf Ehmedê Xanî’nin atalarının köyü… Araba yolunun geçtiği yerde vakti zamanında o köyün kalıntıları vardı, Gondê Berojî (Güneşe Bakan Köy)’ydi adı. O harabeler ürkütücüydü. Sanki o yıkıntıların arasından annemin anlattığı hikâyede, o yaşlı adam ve oğulları çıkacakmış gibi gelirdi bana.
Bu köy vakti zamanında gümrah bir köymüş. Kalabalık birkaç aile yaşarmış bu köyde. Yaşlı bir adamın yedi oğlu varmış aha şu evde yaşıyorlarmış. Adam bir bilgeymiş. Sert rüzgarların estiği, karın gelmeden önce haberci olarak o sert rüzgârı gönderdiği soğuk geç bir sonbaharın hüzünlü bir akşam üzeri yaşlı adam evinin damına çıkmış, elini alnına siper yapmış, göğün dibinde biriken kapkara bulutlara bakıp hızlıca eve girmiş.
Bir felaketin yola çıkıp gelmekte olduğunu anlamış.
En büyük oğlunun eline en keskin bıçağı tutuşturmuş, “çabuk ahıra in, öküzü kes”demiş.
Buralarda ha öküzü kesmişsin, ha babanı... Öküz aile reisidir derler. Babadan daha değerli... Öküzü olan, her şeyi var demekti. Öküzü kesmek, çocuklarının rızkını kesmekti!
Ne diyor benim yaşlı bunak babam diye düşünmüş oğul, bakmış babasının yüzüne, ilk defa bu kadar kararlı bir ifade görmüş yüzünde. Baba ne derse odur, aşağı inecek öküzü kesecek, emir böyle... Ahıra girmiş oğlan, koca öküzü bildiği usulle yere yatırarak kesmiş. Gelip babasına emrini yerine getirdiğini söylemiş. Baba bu kez başka bir emir vermiş, “çabuk ateşi harlayın, büyük kazanı sürün ocağa. Öküzün etinden kavurma yapmaya başlasın evin kadınları” demiş ve yedi oğlunun yedisinin de dama çıkıp kar küremeye hazır olmalarını söylemiş.
Etler parçalanıp kazanda pişerken, kar yağmaya başlamış. Böyle koca koca taneler halinde... Her tanesi patiska bezi gibi... Kar gökten indikçe, sessizlik büyümüş. Yedi oğulun yedisi de dama çıkmış, yağan karı damdan küremeye başlamış, yorulan aşağı inmiş, kavurmadan yemiş tekrar dama çıkmış, bu iş sabaha kadar sürmüş.
Sabah olmuş bir de bakmışlar ki, köyde hiçbir ev yok. Bütün evleri kar yutmuş. Bir tek onların damından incecik bir duman tütüyormuş.
Karlar eriyince, o yaman kış bitince yani, yaşlı bilge artık buralarda, bu dağların arasında, bu yalnızlıkta, konu komşu olmadan yaşanmaz demiş, ailesini yanına almış, evini barkını bırakarak bu köyden ayrılmış.
Köy o gün bugün sahipsiz kalmış. İşte şu gördüğün yıkıntılar, onların evlerinden kalanlardır.
Hikâyenin burasında annem durur, benim bu hikâyeyi niye anlattığımı mutlaka kendisine soracağımı bildiğinden, ben daha sormadan, babasının, yani dedemin evinin oturma odasında, kör penceredeki rafta duran birkaç kitap arasında muşamba kaplı, arada bir dayımın indirerek yüksek sesle bazı bölümlerini böyle insanın içine dokunan bir makamla okuduğu kitaba getirirdi sözü hemen.
Dayım okurken benim de huşu içinde dinlediğim, en çok da iki aşığın birbirinden fersah fersah uzakta olmalarına rağmen, peri padişahının üç çöpçatan kızının, gecenin bir vaktinde sırf eğlence olsun diye dünyanın en güzel kızı ile en yakışıklı delikanlısını birbirinin koynuna soktukları, ikisinin de gece aynı yatağı paylaştıklarını bir rüya sanmasınlar diye yüzüklerini değiştirdikleri bölümünü sevdiğim kitabın yazarına yani.
İşte o kitabı, o yaman kışta hayatta kalan o bilge adamın yedi oğlundan en küçüğünün torununun torunu yazdı oğlum derdi annem. Buralardan gittiler, belki de Hicaz’a gittiler bilmiyorum, oralarda medresede okudu çocuk, alim oldu ve o efsunlu kitabı yazdı. Derler ki çok eskiden, bizim yetişmediğimiz çağlardan bugüne, kavuşmaları imkânsız olan umarsız aşıkların çoğuna o kitaptan birkaç beyti muska diye yazdırıp bir hamaylının içinde boynuna asarlarmış. Aşk hastalığına iyi geliyormuş bu kitap derdi babam her defasında dayına birkaç sayfasını okutmadan önce.
Annem bütün bunları kulağıma fısıldar gibi anlatıyordu bana oğlum.
*
Nihayet vardık bisiklet yarışmasının başlayacağı yere. Etrafa baktım, sabahın çok erken bir saatinde henüz güneş doğmadığı için üşüdüğümüz o seher vakitlerinde çoktan yayığını yaymış, tereyağını bir tasa koymuş annem elimizdeki mısır ekmeğine o yağdan sürer, biraz da yaramazlıklarımızdan kurtulmak, etrafı toparlamak için bizi şu karşıki tepenin başına güneşi karşılamaya gönderirdi. Biz de gider, güneşi yakalar, onunla şarkı söyleye söyleye, güneş ışığını getirir, çadırların arasına bırakırdık. İşte şu büyük kayayı, bazen ekmeğimizin üzerindeki yağı yemez, ona sürer, biraz daha kaygan hale getirir, kaydırak yapardık. Bunları oğluma anlatırken, merhamet denilen şeyin birisine acımak olmadığını, tam tersine onu acıtmamak olduğunu bilen, bu yüzden bu şehre atandığı günden beri ahalinin arasına onlardan biri gibi giren, onların yediğini yiyen, içtiğini içen, dilleri Kürtçeye hürmet eden, kendini onlardan üstün görmeyen, yüzünde bir şefkat halesiyle halkın arasında dolaşan, kısa süre zarfında herkesin sevgisini kazanan Hakkâri valisi Ali Çelik vardı vardığımız yere. El sıkışırken, “Tam 100 seneden sonra bu yaylaya ayak basan ikinci valisiniz” dedim ona gülerek. Daha sonra bulduğum ilk fırsatta, Vali Halil Rıfat Bey’in hikayesini anlattım ona.
*
Dönüş yolunda, arabanın dikiz aynasından baktım.
Oğlumun yaşında bir çocuk arkamızdan koşuyordu soluk soluğa. Benden başka tanıyan yoktu, koşan çocukluğumdu!