Kaymakam Mert Kumcu’nun daveti üzerine memleketim Çukurca’da düzenlenen “Fotosafari ve Doğa Sporları Festivali”ne katılmak üzere sabahın çok erken bir saatinde Hakkari’den yola çıktık. Şehir merkezinden ilçe merkezine kadar uzanan Zap kanyonunda yol ırmağa paralel gidiyor. En kadim güzergâhtır bu güzergâh, MÖ 4 bin yıllarında Pers ordularına yenilen Helenlerden kalan 10 bin asker memleketlerine dönerlerken ki aralarında tarihin ilk savaş muhabiri olarak bilinen Ksenofon da vardı- bu güzergâhı kullanmış; Ninova’yı keşfeden İngiliz arkeolog Layard da; Hakkari’yi ilk ziyaret eden Amerikalı misyoner Grand da buradan geçmiş; 1843’te bu vadide yaşayan tekmil Nasturilere ölüm fermanını çıkaran Botan Bey’i Bedirhan Bey de Tiyar’a gitmek için buradan geçmişti.
Birer mızrak başı gibi göğe uzanan sivri uçlu kayalar güneş ışıklarını engellediğinden bütün vadi koyu bir gölgeyle kaplıydı. Dağ doruklarına güneş vurmuş, her yerde coşku içinde devinen doğa, gümrah otlar, birkaç yıldan beri yakacak olarak kesilmedikleri için ufak ufak serpilip yeşeren meşe ağaçları, her türlü gürültüyü bastıran toprak renginde akan Zap’ın yankılı sesi daracık kanyonu doldurmuştu.
*
Bir sanat eseri gibi duran Şine Dağı aniden çıkar yola. Eskiden Hakkari-Şırnak yolu buradan ayrılırdı. Biraz ilerde, Erden Kıral’ın “Hakkari’de Bir Mevsim” filmini çektiği Anitos köyü var, komşu köyün adı Maronis’tır. Xalid’ın köyü, efsanevi eşkıya Maronisli Halit’in… Ama ne Anitos’un adı Anitos ne de Maronis’ın adı Maronis’tir şimdi, vakti zamanında ikisine de birer Türkçe isim uydurmuşlar ama ben Türkçe adlarını bilmiyorum, merak da etmiyorum. (Ha bu arada Çukurca’ya gideceğiz biz, Çukurca’nın da Kürtçe adı Çelê’dir. Türkçe çevirirsek eğer, “Tepelik” demek, zira ilçe merkezi yüksek bir tepenin üzerindedir ama adını değiştirirlerken oraya “Çukurca” demişler. Nedeni de şu: Kürtçede “çel” tepe demek, “çal” çukur demektir. Kime sordularsa artık, bilgiyi veren bir telaffuz hatası yapmış olmalı “çel” yerine “çal” demiş, onlar da muhtemelen “çal ne demek” diye sormuşlar, “çukur” cevabını alınca da buraya “Çukurca” adını vermişler, oysa bizim “Çukurca” çukurda değil, yüksek bir tepenin başındadır.)
*
Maronis ve eşkıya Halit’ten bahsediyordum. Güneş'te gazeteciliğe yeni başladığım yıllardı. Haberleri yazı işlerine gönderip Haber Merkezi’ndeki işim bitince Halit Çapın’ın odasına giderdim. “Günün birinde yazar olursam eğer, Türkçeyi bu adam gibi kullanacağım” diyor, ağzından çıkan her kelimeyi yere düşüp kaybolmasın diye hafızama kaydetmeye çalışıyordum. Bazen de sorularımla bunaltıyordum adamı ama o hiç yüksünmez, bütün sorularıma cevap verirdi. Memleketimi görmüştü, buralarda epey dolaşmıştı, Milliyet Gazetesi’nin o zamanki sahibi Ali Naci Karacan, Ortaköy’de bulunan denize nazır köşkü köprünün ayaklarına kurban gidecek diye solcu gençleri Boğaz Köprüsü’ne karşı kışkırtmış, “Boğaz’a köprü yapacağınıza Hakkari’deki Zap suyu üzerine köprü yapın” diyerek bir kampanya başlatmış, ODTÜ’de okuyan romantik solcu gençler de Hakkari’ye gelmiş, Halit Çapın da olup bitenleri yazmak için Milliyet muhabiri olarak onlara eşlik etmiş, bu vesileyle buralarda uzun süre kalmıştı. Ona buralardan birçok hikâyenin yanı sıra bir de daha sonra İnci Asena’dan doğacak kızına “Berfo” adı yadigâr kalmıştı. İşte bütün bunları konuşurken Halit Çapın’la günün birinde, “Şu eşkıyaları kovalasana bir Kürdoğlu, sizin oralarda birçok namlı eşkıya vardı, mutlaka onlardan birileri yaşıyordur, git bul, röportaj yap, güzel bir yazı dizisi olur” dedi. Fikir aklımı başımdan aldı, hemen hazırlık yapmak için kapıdan çıkarken arkamdan bağırdı, “Kürdoğlu, Eski Zaman Eşkıyaları, unutma!” dedi.
Bundan otuz beş sene evvel, Halit Çapın’ın yol vermesiyle, çokça da Yaşar Kemal’in “İnce Memed”ine duyduğum hayranlıkla, başka bir Halit’in Maronisli Eşkıya Halit’in köyüne doğru yola çıktım. Şimdi, Çukurca yolunda, Şine Dağı aniden karşıma çıkınca tekrar o günlere gittim. Beni o günlere götüren, isim babası Halit Çapın olan ilk kitabımın kahramanlarından Maronislı eşkıya Halit değildi sadece; buraya gelmeden önce İstanbul’da bir kitapçıdan aldığım, gece boyunca okuduğum Kemal Tahir’in 1950 sonrasında farklı gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarından, soruşturmalarından, mülakatlarından oluşan, yayıncısı KETEBE’nin “Kolayına Kaçmayalım” adını koyduğu kitabında karşıma çıkan, o sırada eşkıyalık üzerine bir tez hazırlamakta olan Ferit Güner’in 1973’te Yaşar Kemal ve Kemal Tahir’le yaptığı ve “Türkiye Defteri”nde yayınlanan “Eşkıyalık Üstüne” adıyla yer alan mülakatı oldu.
*
Türk edebiyatında Yaşar Kemal ile Kemal Tahir eşkıyalık üzerine romanlar yazmış iki yazardır. Eşkıyalığı yücelten, onları birer romantik halk kahramanı olarak lanse eden ilk yazar Yaşar Kemal’dir. “İnce Memed”i yazmaya 1947’de başlamış, daha sonra yarım bırakmış, yazdığı kısmını annesinin diktiği muşamba kaplı bir muhafazanın içine koymuş, heybe benzeri çantasına yerleştirmiş, çantayı bir süre gecelemek zorunda kaldığı Gülhane parkında yastık yapmış, Cumhuriyet gazetesinde işe başladıktan sonra 1953-54 yılında yazarak bitirmişti.
“İnce Memed” 1955 yılında roman olarak basıldı. Bu kitapla Türk edebiyatı daha sonra “eşkıya romantizmi” denilen bir edebi kategoriyle tanıştı. Onu sevdiği yavuklusundan ayıran Abdi Ağa’ya karşı kişisel bir intikam dürtüsüyle başlayan hikâye ilerledikçe Memed, aç gözlü, baskıcı ağaların zulmüne karşı, yoksul, savunmasız, ezilen halkın bir kurtarıcısı haline gelir, romanın dördüncü cildine geldiğimizde Memed, toprak reformunu yapacak kadar işi ileriye götürmüştür artık.
Türk edebiyatında birçok solcu yazar, şair Yaşar Kemal’in “İnce Memed”inin etkisiyle “eşkıya romantizmini” yücelten romanlar, hikayeler, şiirler yazarken (Özellikle Cemal Süreya’nın “Göçebe”si ile Ahmed Arif’in “Rüstemosu”na dikkat), Yeşilçam yönetmenleri ardı ardına filmler çekerken, Kemal Tahir olup bitenlere bir köşeden müstehzi müstehzi bakan tek yazardır neredeyse. Kemal Tahir, Yaşar Kemal ve ondan etkilenen diğer yazar ve aydınlar gibi düşünmüyor. “İnce Memed”in kitap olarak basılmasından iki sene sonra 1957 yılında “Rahmet Yolları Kesti” adında bir roman yazar.
Kemal Tahir’in romanının epigrafı André Maurois’nın şu sözleridir:
“Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, ruhunda artakalmış barbarlık duygusunun da baskısıyla soyguncularına karşı hayranlık duyar.”
Kemal Tahir’e göre bizdeki solcu yazar ve şairler “çalışarak üretmenin” yerine “el koymayı” mubah görüyor, bunu eserlerinde “kamulaştırma” olarak addediyor, mülkiyet düşmanlığı yapıyor, bu yüzden banka soygunculuğunu hoş görüyorlardı. Oysa bütün bu eylemler bir tür eşkıyalıktır. Eşkıyalık da öyle sanıldığı gibi ilericilik falan değildir. Hepsi adi birer soyguncudur. Hiçbir eşkıya güzelleme hakkedecek birer kahraman değildir. Devletin otoritesinin zayıfladığı zamanlarda çeteler türer. Bu çetelerin elemanları işsiz güçsüz, ipsiz sapsız çakallardan oluşur, hepsi birer suç makinesidir. Sanıldığının aksine zenginden alıp fakire vermezler. Eşkıyadan medet umulmaz. Çalıntı malla adalet sağlanmaz. Eşkıya dediğin basit bir köylüdür. Kendine bile faydası yoktur. Eşkıyanın eşkıyalığı işe yarasaydı köylülerden çoban, korucu, tellal bulunabilir miydi? Hepsi dağa çıkar, üç ayda bir çiftlik parası kazanır, ardından af çıkar, hepsi düze iner, sonra da başımıza asilzade kesilirlerdi.
Halkın onlara hayranlık beslemesinin, onları kahraman olarak görmesinin nedeni ise eşkıyanın yaptığını herkesin yapamamasıdır. Köylülerin en cesurlarıdır onlar, bu yüzden halk onlara sempati duyar, türkü yakar onlara. Ama münevverlerin onları yüceltmesi Kemal Tahir’in anladığı bir şey değildir. Aydınların eşkıyalara güzelleme yazmaları, onlara şiir dizmeleri, romanlarında yüceltmeleri, film yapmaları, hatta Yaşar Kemal’in yaptığı gibi onlara “toprak reformu” bile yaptırmaları akla ziyan bir iştir, bunu bir tür şuursuzluk olarak görür Kemal Tahir.
*
Bu görüşlerini çeşitli vesilelerle açıklayan Kemal Tahir “Rahmet Yolları Kesti” romanını “İnce Memed”ten iki sene sonra yayınlayınca herkes Tahir’in bu romanı Kemal’in “İnce Memed”ine karşı yazdığını söyler. Bunun üzerine Kemal Tahir söz alır, bu romanı İnce Memed’e karşı yazmadığını, bütün dünyada yarı aydınlar arasında meydana gelen yanlış anlaşılmaya parmak basmak istediğini, Yaşar Kemal’in, İnce Memed’i bu yarı aydınların tesiriyle yazdığını, Cumhurbaşkanının bile toprak reformunun ne demek olduğunu bilmediği bir dönemde fukara İnce Memed’e tek başına toprak reformu yaptırdığını söyler.
Romantik “İnce Memed”in karşısına Kemal Tahir, “itten aç, yılandan çıplak” zavallı, döküntü, çapulcu köylüleri koyar ve eşkıyalık mitini tek romanla yıkar.
Ama bu yıkımın sesi edebiyat mahfillerinde pek duyulmaz.
*
Yukarıda adını andığım Kemal Tahir kitabında Yaşar Kemal ile Kemal Tahir; eşkıyalığa dair onlara soru soran Ferit Güner’in aynı sorularına ayrı ayrı cevaplar verirler. Kemal Tahir’e göre eşkıyalık devletin güçsüz düştüğü, sarsıntı geçirdiği dönemlerde ortaya çıkarken; Yaşar Kemal’e göre eşkıyalık bir başkaldırma biçimidir. Kemal Tahir’e göre eşkıyaların hükmünün geçtiği yerlerde üretim az olur, çünkü hiç kimse deli olmadıkça soyulacağını bile bile üretim yapmaz. Yaşar Kemal’e göre ise insanlık var oldukça eşkıyalık biçim değiştirerek var olmaya devam edecek. Kemal Tahir’e göre eşkıyalar toplum düzenini işlemez hale getiren rezil takımından birer soyguncudur. Yaşar Kemal ise çağımızda bütün başkaldırma olaylarını toplumu değiştirmeye doğru gidilen yolda bir birikim sağladığına inandığını söyler. Kemal Tahir’e göre bazı sanatçıların içinde eşkıyalığa yatkınlık yatar. Yaşar Kemal ise eşkıyaların sanatçıları etkilediğini, bunun örneğinin de Tolstoy’un Hacı Murat’ı olduğunu söyler. Kemal Tahir’e göre Osmanlı döneminde İzmir civarlarında ortaya çıkan Çakırcalı Efe bir namussuzdur, İngiliz ajanıdır, Abdülhamit’i devirmek için devletin silahlarını alıp dağa çıkan İttihatçı eşkıyası da bu Çakırcalı’dan medet ummuştur. Buna karşın Yaşar Kemal Çakırcalı Efe’yi anlatan bir roman yazmış, romanında Çakırcalı’ya Osmanlı’ya başkaldırmış, binden fazla cana kıymış ama fakir fukaranın koruyucusu bir efe muamelesi yapar.
*
Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i henüz ilkokulda okurken beni roman müptelası yapan kitaptır. O kitabı okuduktan sonra her kitapta onun verdiği tadı aradım, tıpkı şu anda yediğim her yemekte annemin yemeklerinin tadını aradığım gibi.
“İnce Memed” beni, “Eski Zaman Eşkıyaları” adında bir kitap yazmaya götürdü. O kitap da bana Yaşar Kemal’i gönderdi. 1990’lı yılların başında bir gün Yaşar Kemal’i İstiklal Caddesi’nde koca gövdesini yuvarlaya yuvarlaya gezintiye çıkarmışken gördüm. Verdim peşine, fırsatını bulup kestim önünü, karşısında küçücük bir adamdım. Gözünü dikti baba, “Yaşar Abi, benim adım Muhsin Kızılkaya, sizinle tanışmak istiyorum” dedim ürkekçe. “O sen misin?” dedi, “eski zaman eşkıyalarını yazan… ben de seni arıyordum,” dedi bir memnuniyet ifadesiyle. Yürümeye başladık. Sanki o kalabalıkta sadece ben vardım, bir çınarın duldasına sığınmış, koca bir kartalın kanatları altında yürüyordum. Bir yandan da o gür sesi doluyordu kulaklarıma:
“Hani o her defasında sınırın bu yakasında suç işleyip Irak’a kaçan, orada suç işleyip bu tarafa kaçan adamın hikayesi var ya, o muazzam bir hikayedir, bana İnce Memed’in beşinci cildini yazdıracak neredeyse,” dedi. Benim kitabımdan bahsediyordu Yaşar Kemal. O bana bir kitap yazdırmıştı, şimdi de o benim yazdıklarımdan yeni bir kitap yazmayı düşünüyordu.
Yaşar Kemal’in bu sözleri yazarlık hayatımın en büyük edebi mükafatı olarak duruyor hafızamın müzesinde.
O gün sözünü ettiği, ona “İnce Memed”in beşinci cildini yazdırmayı düşündüren kitabımın kahramanı Maronısli Halit’in (Xalidê Maronisî) hikayesiydi. Çukurca’ya, oradan da doğduğum köy Güzereş’e, oradan da Han Yaylasına giderken, bundan otuz beş sene evvel Maronisli Halit’in köyüne “Eski Zaman Eşkıyaları” için malzeme toplamaya gittiğim güne gittim sarsıla sarsıla giden bir arabanın içinde.